Quo vadis Türkiye - 10: İktidar seçimle gider mi?

Türkiye’de mevcut iktidar bloğunun söylem seviyesinde seçim çalışması yürüten bir yeni parti / ittifak olsa idi, muhtemelen sandıkta alacağı destek Vatan Partisi'nin bile altında olurdu. Ancak, inanılmaz gaflara, gerçeklikle bağlantısı neredeyse tümden kopuk söylemlere, çocukça vaatlere ve geniş kesimlerin, özellikle de alt sınıfların, çıkarına önerdiği hiçbir yenileşme olmamasına rağmen görünen o ki, iktidar bloğu halen kendine sadık oldukça geniş desteğe sahiptir.

Abone ol

Yektan Türkyılmaz* - yektan@gmail.com 

Bu seçim öncesi kısa ve genel bir gözlem yazısı olacak.

Quo Vadis Türkiye serisinin bir önceki iki yazısında detaylı şekilde tartıştığım gibi son üç yıldır Türkiye’de bir ‘beka’ rejimi hüküm sürmektedir.

Mevcut iktidar artık saplantı halinde kendi sonunu, ‘ölümünü’ düşünerek hayatta kalma refleks silsilesi sert hamleleriyle ardı arkası gelemeyen krizleri atlatmak ve günü kurtarmak dışında öngörüsü olmayan bir yönetim ağıdır. Bu ağ yıkım enerjisiyle işlemektedir. 16 yıllık iktidarı sonrasında evrildiği haliyle rejim bir egemenlik paradigması yaratamamakta, bir kurumsal gelenek inşa edememektedir. Kısacası bu bir kurucu dönem değildir; doğrudan söylersem bir 1908-1914 arası gibi bir ‘geçiş dönemi’ olarak hatırlanacaktır. Bir başka deyişle mevcut despotik sistem ‘ne yaptığı’, ‘neleri kurduğu’ ile değil, ‘neyi yıktığı’ ve daha da önemlisi ‘nelerin ortaya çıkmasına’, ‘nelerin kurulmasına’ yol açtığı, zemin hazırladığıyla hatırlanacaktır.

Bugünden bakınca bu ‘geçiş döneminin’ daha ne kadar devam edeceğini ve ardından ne geleceğini tam olarak kestirmek oldukça güç. Ancak bu çok kritik seçim öncesinde belli ipuçları, kimi ihtimaller belirmeye başladı. Rejim kuvveti, aşırı bir özgüven ile eşine az rastlanır siyasi beceriksizlik, telaş ve öngörüsüzlük karışımı bir haleti ruhiye içerisinde kararlar almaktadır. Hal böyle olunca her şeyin ‘tereyağından kıl çekme’ kolaylığında olacağı varsayılarak yapılan keskin hamlelerin umulanın tersi sonuçlar ortaya koyması yukarıdaki karışımda telaşın payını daha da arttırıyor. ‘Seçim ittifakı’ düzenlemesi ve ardından alınan baskın erken seçim kararının beka rejimi için ‘kendini doğrulayan kehanete’ (self-fulfilling prophecy) dönüşebileceği beklentisi, hem muhalefet çevrelerinde hem de iktidar bloğu içerisinde yaygınlaştı.

Ancak, mevcut iktidarın sonunun geldiği kanısına varmakta aceleci ve kolaycı olmamak gerektiğini düşünüyorum. Yazı dizisi içerisinde (bkz. Quo Vadis Türkiye 4) tarif etmeye çalıştığım gibi bu tür despotik rejimler ilginç bir biçimde kendilerine sadık geniş kitleler yaratmakta zorlanmamışlardır. Türkiye özgülünde ve tarihsel bağlamında konuşursak, mevcut iktidarın kalabalıklar arasında neden popüler kalabildiğini anlamak o kadar da zor değildir (bkz. Quo Vadis Türkiye 7).

Eğer kısaca tarif edersem, korku rejimleri ekonomik, sosyal ve duygulanımsal düzeylerde yarattıkları bağımlılık ve yoksunluk üzerinden iktidarlarının en sonuna ve hatta sonrasına kadar geniş kitleler arasında taraftarlar edinmişlerdir. Yalnız, kitleler nezdinde, bu yoksunluk ve bağımlılık hissiyatının illa ki negatif veya zorlama algısı olduğu sanılmamalıdır. Ekonomik destek imkanlarından, sosyal dayanışma çevresinden mahrum kalınacağı veya kimlik ve değerler aidiyeti referanslarının ‘karşıtları’ tarafından kültürel hiyerarşinin dibine itileceği kaygısı, despotik rejimlere sadık geniş tabakaları pekiştirmiştir. Korku rejimlerinin popülaritesini anlamak için, bu tür iktidarların başvurdukları pedagojik teknikleri de eklemek gerekir: Stephen Kotkin’in Stalin dönemi üzerine çalışması ‘Magnetic Mountain’ kitabında bahsettiği ‘devrimci hakikatler’ (revolutionary truth) geniş kesimler arasında sorgulanamaz, olgusal olmaktan çok duygu dünyasına seslenen ‘çocukça’ denilecek derecede basitleştirilmiş retorik araçlar hem tabanın mobilizasyonunda hem de onların hayal ve düşünce gücünün sınırlandırılmasında -ve hatta felç edilmesinde- oldukça etkili olmuştur.

Tartışmayı daha somutlaştırırsam eğer, Türkiye’de mevcut iktidar bloğunun söylem seviyesinde seçim çalışması yürüten bir yeni parti / ittifak olsa idi, muhtemelen sandıkta alacağı destek Vatan Partisi'nin bile altında olurdu. Ancak, inanılmaz gaflara, gerçeklikle bağlantısı neredeyse tümden kopuk söylemlere, çocukça vaatlere ve geniş kesimlerin, özellikle de alt sınıfların, çıkarına önerdiği hiçbir yenileşme olmamasına rağmen görünen o ki, iktidar bloğu halen kendine sadık oldukça geniş desteğe sahiptir. Bu kitlenin yukarıda açıklamaya çalıştığım korku iktidarlarının popülarite tekniklerinin halen ne derece etkisinde kaldıklarını Pazar akşamı birlikte göreceğiz.

MUHARREM İNCE: KEMALİZMİN ÜÇÜNCÜ BAHARI

Madalyonun öteki yüzüne bakarsak, rejim kendi mezar kazıcılarını yaratmaya devam ediyor. Başkanlığı garantilemek için alelacele hazırlanan ittifak yasasının olanakları ve mecbur hissettirmesi sonucu bugüne kadar bir araya gelmesi düşünülemez, oluşması ihtimal dışı görülen bir muhalefet bloğu şaşırtıcı bir çabuklukta ve kolaylıkla ortaya çıkmış oldu. Bu bloğun ortaya çıkmasının en ilginç sonuçlarından biri, mevcut rejimin kendisine potansiyel destekçi kesimler olarak görebileceği siyasal çevreleri kendisinin parçalamış olmasıdır; oldukça paradoksal da olsa bu kesimlerin kayda değer bir kısmını kendi karşıtları olarak konumlandırmış ve hatta seçim sürecinde onları hem söylem düzeyinde hem de fiziki olarak saldırıların hedefi haline getirmiştir. Böylelikle onların muhalif bloktaki yerlerini daha da sağlamlaştırmıştır. Bu ‘zor’ ama ‘zoraki’ muhalif ittifakın uzun vadede ve özellikle seçim sonrasında neye evrileceğini göreceğiz, ancak yüzde 50+1 ‘zaferine’ kilitlenmiş rejimin yeni karşıtlar ve karşıtları arasında işbirliği ürettiğinin altını çizmek gerek.

Şüphesiz bu jet hızındaki seçim dönemine damgasını vuran hiç beklenmedik bir isim, Muharrem İnce olmuştur: İnce, her şeyden öte ‘beklenmedik’ bir Kemalisttir: Asker-sivil bürokrasiden gelmeyen, şehirli olmayan, muhafazakâr ve öyle kalan bir aileye mensup ve Menderesçi bir babanın oğlu! Egemen dini-etnik gruptan gelmiş olmasının verdiği rahatlık ve özgüveni sonuna kadar kullanan Muharrem İnce hukukun üstünlüğü, asgari müşterek evrensel haklar, devletin güçler ayrımı etrafında yeniden kurumsallıkların oluşturulması, özel ve kamu alanlarının ayrılması ve Sünni İslam dindarlığına aldığı sempatik mesafe ve belki de en önemlisi rejimin sıfır-toplamlı-oyunu (zero sum game) yerine kazan-kazan veya pozitif-toplamlı-oyunu (positive sum game) önermesiyle hiç beklenmedik çevrelerden, doğrudan oy değilse bile, ilgi ve sempati topladı. Buna şüphesiz karizmasını, kıvrak zekasını ve bazen mevcut kişi kültünü hatırlatan retorik marifetlerini de ekleyince, Türkiye'nin seçim meydanlarında görülmemiş kalabalıklar toplamayı başardı. Ve bir anda, sıkça post-Kemalist diye tabir edilen Türkiye bir kez daha ‘kurtuluş’ umudunu kendini Kemalist olarak tanımlayan bir liderde arar hale geldi. Bu başarısında aslında bir tür Kemalist söylemin ve projenin 'imkansılığının' farkında olmasının da payı var: İnce, partiler-üstü vurgusunun beraberinde bir Kemalist restorasyon değil, Kemalist reformasyon projesi vaat ediyor. Kısacası, bir sonraki yazımda tartışacağım gibi, yeni bir tür kültürel kodları, sınıfsal referansları ve toplumsal-bürokratik işleyişi bakımından yeni bir Kemalist proje ile karşı karşıyayız.

Bu projeye belki de en umulmadık ve oldukça coşkulu bir destek Kürt siyaseti ve Kürt kamuoyundan geldi. Kürt siyasi liderler ‘cumhuriyetin ilerici değerlerini’ zikretmeye başladılar. İnce, Hakkari’de ve özellikle Diyarbekir’de CHP’li bir siyasetçinin ulaşmayı tahayyül edemeyeceği kalabalıklar topladı. Öte yandan CHP tabanında HDP’ye önceki seçimlerde görülmedik bir destek gelecek. Görünen o ki bu şimdilik taktiksel ve hatta ‘zoraki’ birliktelik yine mevcut rejimin ‘armağanlarından’ biridir. Bu fiili ittifakın seçim sonrası veya uzun vadede nereye evrileceği ise oldukça çetrefilli bir soru, ki bu da Kürt meselesinin yeni aşamasını tartıştığım bundan sonra ikinci yazının konusu olacak.

Peki daha uzatmadan ‘bu seçim bir iktidar, rejim değişikliği getirebilir mi?’ sorusuna dönersem söyleyeceğim, Pazar gününün Türkiye’nin son 38 yılda yaşadığı en kritik gün olacağıdır. Her türlü sonuç beklenebilir. Belirsizliğin bir önemli gerekçesi korku rejiminin yarattığı toplumsal psikoloji, ikincisi ise rejimin birçok çevrelerce kaygı duyulan metotlar kullanması. Ben bu tür bir girişimin rejimi daha da içinden çıkılamaz bir duruma sürükleyeceğini düşünüyorum. Ayırca bu seçimler sayısal sonuçlarından öte muhalefet adına bir büyük başarı olarak hatırlanacaktır; muhalefetin bir dönüşüm, özgüven ve hatta belki de koordinasyon kazandığı bir süreç. İktidar içinse aynı süreç sonuç ne olursa olsun daha fazla adrenalin yorgunluğuna, savrulmaya ve takatten düşmeye yol açtığı aşikardır.

Türkiye sol ve liberal entelektüel çevreler şaşırtıcı olmayan bir hız ve manevrayla daha düne kadar rejimi açıklayan yapısal teorileri bir yana bırakıp rejimin nasıl kolayca elimine olacağına dair anlatmaya başladılar bile. Ben oldukça ihtiyatlı olmak gerektiğini düşünüyorum. Hem ortaya çıkan reformasyon projesine dair, hem de rejimin kolayca çökeceğine dair beklentiler konusunda. Birçok başka olasılıklar bir yana, bu seçimin bir başat ihtimali Muharrem İnce şahsında ifadesini bulan Kemalist reformasyon projesinin galip çıkmasıdır. Diğer ihtimal ise mevcut iktidarın koltuğu koruyup hem kendisi hem de ülkenin tamamı için çok daha belirsiz bir döneme gireceği ve muhtemelen sistemin topyekun bir çöküşe doğru hızlanarak yaklaşacağıdır. İşin belki de en zor öngörülebilecek kısmı beka rejiminin çöküşünün nasıl bir yeni döneme zemin hazırlayacağıdır. Bu dönüşümün her geçen gün daha radikal ve daha umulmadık ihtimalleri barındırdığını düşünüyorum. Kısacası Türkiye reformasyon ile ‘devrim’ arasında bir yol ayrımında.

Bu ihtimallerin hepsinin kendine özgü çok yüksek riskler barındırdığı aşikardır. Ancak bu konuyu ilerideki yazılara bırakıyorum.

Bütün tartışmalar bir yana geldiğimiz an itibariyle bir nokta çok açıksa o da Türkiye’de siyasal İslamcılığın, Kemalizmden Kemalizme giden en uzun, en sarp ve dolambaçlı yol olduğudur.

Daha çok barış, daha çok özgürlük, daha çok dayanışma dileğiyle...

*Öğretim Üyesi, Kaliforniya Devlet Üniversitesi - Fresno

Quo vadis Türkiye - 9: Bir beka aracı olarak Rus ruleti

Quo vadis Türkiye - 8: Ölümün ızdıraplı gölgesi altında

Quo vadis Türkiye – 7: Kalabalıkların dinamiği, kalabalıkların statiği

Quo vadis Türkiye – 6: 'Kaos'un dayanılmaz cazibesi

Quo vadis Türkiye - 5: Demokrasi müsameresinden korkunun krallığına

Quo vadis Türkiye – 4: Coşkun kötücüllük: Büroların, sokakların ayinsel gayretkeşliği

Quo vadis Türkiye – 3: ‘Devrimci’ hezeyanın hüsranı: ‘Hiçbir yere uzanan ayak izleri’

Quo vadis Türkiye – 2: Şefin hesaplı hezeyanı ve ouroboroslaşan devlet

Quo vadis Türkiye – 1: 'Yazılmış öyküleri unutmalı': Bir devlet kendisine savaş açarsa