Quo vadis Türkiye - 8: Ölümün ızdıraplı gölgesi altında
Son 140 yıl içerisinde‘yeni nizam’ kurma çabalarının baş aktörlerini göz önüne alırsak, 15 Temmuz sonrası rejim büyük bir ironiye imza atmaktadır. Belki ‘yeni Türkiye’ söylem ve retoriği Kemalist projeden çok daha popüler oldu ve daha geniş toplumsal taban buldu; ancak buna rağmen karşımızda artık Kemalistler gibi ölümsüzlük peşinde değil, sanki ölümünün farkında ve sürekli o anı düşünerek ve o anın dehşetli ürpertisiyle siyasal söylem, pozisyon üreten bir iktidar eliti var.
Yektan Türkyılmaz* - yektan@gmail.com
‘…Hak etmiyor bu dünya,dünyanın sonunu’
Wistawa Szmborska
Efsununu koruyan 15 Temmuz askeri kalkışması 28 Şubat 1997’den beri - 27 Nisan 2007 e-muhtırasını da eklersek- üçüncü ‘başarısız’ müdahale/darbe girişimi olarak değerlendirilmelidir. Yirmi yılı kapsayan devlet içi akut tektonik hareketlilik --bilhassa müteşebbislerin intiharcı ‘başarısızlıkları’- bir hükmetme sisteminin çöküş sancılarıydı. En son girişimin sefaleti ise bu çöküşün hem sembolik, hem kurumsal düzeylerde ispatı oldu. Belki de bütün gözlemci ve analizcilerin ortaklaştığı tek nokta Türkiye’de bir dönemin sonlandığıdır. Peki nedir çöken ve onun yerine kurul(amay)an, kurumsallaş(amay)an? Yazı dizisinin yeni bölümlerinde ilk başta 15 Temmuz sonrası psiko-siyasal manzarayı betimleyeceğim. Daha sonra ve bu bağlamda çökenin ne olduğunu ve bunun bugünle bağlantılarını tanımlamaya çalışacağım.
Malumunuz İzmir Suikastı Kemalist liderlik tarafından kısmen 15 Temmuz sonrası gibi potansiyel rakiplere (bu örnekte kimi İttihatçı kadrolara) karşı kullanılmış yine muammalı vakalardan birisidir. Mezkur girişimin ‘ortaya çıkarılmasından’ üç gün sonra, 16 Haziran 1926’da Mustafa Kemal (Atatürk) meşhur "benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye devleti ilelebet payidar kalacaktır" vecizesinin yer aldığı bir açıklama yapacaktır. Bu sözler retorik ve propagandif kullanımı bir yana, hem şefin hem de Kemalist kadroların en derin özlemini yansıtıyordu: Biyolojik hayatlarını aşacak ve hatta ölümü yenecek bir rejim inşa etmek özlemi.
Bu konuda Kemalist liderlere kredilerini vermek gerekir: En azından 1924-38 arasında rejimin inşacıları coşku, niyet ve eylem olarak fütüristik duyguya ve ideallere sadık kaldılar. Topluma, uzama ve semboller dünyasına ait her alanda köklü, sistematik ve derin iz bırakıcı faaliyetlere giriştiler. Tarih yazımından dile, mimariden eğitime, hıfzıssıhhadan müziğe, spora, demografinin kültürel, ekonomik dağılımına her alana neşter attılar. Aydınlanmacı bir ideal olarak dünyevi ölümsüzlük arzusunu da bu izlerini kurumsallaştırarak gerçekleştirmek istediler. Kurumsallaşmadan kastım yalnızca binalar inşa etmek, idari birimler icat edip üzerlerine tabelalar asmak değil; daha ziyade tarif etmeye çalıştığım siyasete, aidiyete, değer sistemine dair kişiler ötesi/üstü organizasyonel rutinler, temayüller yaratmak ve bunlara ait alanlar/sınırlar tanımlayabilmektir.
Kemalistlerin iddialı ve hatta ütopik söylemleri hiçbir zaman uygulamada umdukları karşılığı bulamadı ve nüfuz alanları ve şehir merkezleri ile rejim döneminde eğitim almış kesimleri aşamadı. Ancak ulus-devlet koşullarına adapte ettikleri veya şekil verdikleri bürokratik yapı, devlet refleks ve temayülleri kurucu Kemalist kadroların biyolojik hayatlarının ötesine miras kaldı; dahası muhalifleri tarafından da kabul gördü, sahiplenildi ve hatta (Kemalistlere) karşı siyasetin referanslarına bile dönüştü.
Aslında benzer gözlemler Abdülhamit dönemi/rejimi için de yapılabilir. Diplomatik idareciliği, günü kurtarmacılığı bir kenara bırakılırsa, Hamit rejimi de hem bugünlere kadar miras kalan iç-tehdit unsurlarını tarif etmesi, hem de bürokratik usulleri rutinleştirmesi sebebiyle ardında kurumsal gelenekler bırakacaktı. Buradan ne Kemalizm'in ne de Abdülhamitçiliğin tutarlı doktriner bütünlükler oldukları sonucu çıkarılmamalıdır. Zaten iddiam aksi yöndedir ve dizinin sonraki yazılarında bunu tartışacağım. Ancak şimdi altını çizmeye çalıştığım her iki rejimin de arkalarında ideolojik yönelim ve kadro yapısı ötesi gelenekler bırakabilmeleridir.
Öyle ki ardılları devlet erkanı arasındaki en keskin karşıtları bile zora düştüklerinde içlerinden, derinlerinden Kemaller, Hamitler fışkırabildi; ve keza onların vücutlarında ‘seleflerinin’ ruhunu taşıyan usul ve temayüller tezahür edebildi. Kısacası hem Kemalist kurucular, hem de Hamidyen inşacılar haleflerine normlaşmış, rutinleşmiş devlet bakışı, davranışı ve kurgusu sundular. Böylelikle aslında kendilerini zamanlar, mekanlar, ideolojiler ötesi kıldılar ve buradaki tartışma açısından en önemlisi ölümsüzlük özleminin karşılığı yeni hayatlar buldular.
Bu noktada, eğer son 140 yıl içerisinde‘yeni nizam’ kurma çabalarının baş aktörlerini göz önüne alırsak, 15 Temmuz sonrası rejim büyük bir ironiye imza atmaktadır. Belki ‘yeni Türkiye’ söylem ve retoriği Kemalist projeden çok daha popüler oldu ve daha geniş toplumsal taban buldu; ancak buna rağmen karşımızda artık Kemalistler gibi ölümsüzlük peşinde değil, sanki ölümünün farkında ve sürekli o anı düşünerek ve o anın dehşetli ürpertisiyle siyasal söylem, pozisyon üreten bir iktidar eliti var. Öyle ki bu elit zihin ve ruhlarını gölgeleyen ecel telaşının körüklediği ani, sert manevralarla rutinleri ve alışıldık limitleri parçalayarak her an tekrardan hâlâ var olduklarını, hayatta kaldıklarını hem kendilerine, hem de kimisi şaşkın, kimisi en az kendileri kadar endişeli izleyicilerine ispat ve ilan ihtiyacı hissediyorlar.
Bu esnada neredeyse kinaye denilebilecek fes, sakal, pardösü karnavalıyla Abdülhamit rejiminin; kalpak, gazi, İstiklal Savaşı tezahüratları eşliğinde Kemalist kadroların kurumsal mirası berhava ediliyor. Oldukça ironiktir ki, histerik bir devlet fetişizmi ve tapınması beraberinde devletlik bakiyesinin ve temayüllerinin hiçbir radikal muhalif projenin bile başaramadığı derecede tarumar edilmesine şahit oluyoruz.
Bu paradoks çok çarpıcı bir gerilime işaret ediyor: Şüphesiz her kurucu süreç yıkıntılar üzerinde yükselir. Bir başka deyişle her inşacı bir biçimde yıkım enerjisinden güç alır. Ancak ‘yeni Türkiye’ manzarası yıkımdan salınan enerjinin ancak telaşla müstakbel yıkımlara yetirilmeye çalışıldığı bir garip görüntü ortaya koyuyor. Hiç şüphesiz devlet enkazının en büyük atığını kurumlar / kurumsallıklar oluşturuyor; yani, devlet temayülleri, birimleri, kadro yapıları, hüküm ve sorumluluk alanları ve sınırları artık enkaz altındadır. Bu kurumlar enkazı hafriyata evril(e)mediği gibi tam tersine her geçen gün yükselen, yayılan bir moloz yığınına dönüşüyor. Dolayısıyla ortaya ne boş ‘arsalar’ çıkıyor, ne de üzerlerinde yeni ‘şantiyeler’ kurulabiliyor.
Belki yıkımdan arta kalan payeler, koltuklar, alanlar ve zenginlikler ya ganimet, ya da mükafat olarak kapışılıyor; ne var ki, iktidar eliti hem ürettiği yıkıntıyı yeni bir yapıya dönüştürmek liyakatinden mahrum, hem de yeniden kurumsallaşmayı kendi varlığına ve bekasına tehdit olarak algılıyor. Tabii ki, rejim, ‘yeni’ tabelalar asıyor, ve hatta bunu enflasyonistçe yapıyor. Ancak kurumsallaşma yani kadrolar-üstü ilişki ve otorite alanları ve rutini ortaya çıkamıyor. Bu durum özellikle son iki yıldır rejimin devlet mekanizması yap-bozunda, dış siyaset zikzaklarında, ideolojik-retorik salınımında, özerk sosyal-siyasal dayanışma ağlarına karşı tahammülsüzlüğünde tekrar tekrar tezahür ediyor.
Ancak kurumlara gösterilen şüphecilik ve tahammülsüzlük devletin idare birimleriyle sınırlı da değil; hem devlet idaresine sınırdaş yapıları, kimi ‘sivil’ toplulukları ve hatta hem de rejime muhalif sosyal / siyasal örgütlenmeleri de kapsıyor. Öyle ki, rejimin kişi kültü lideri kendisine en yakınlar başta olmak üzere yetki sahibi konumundaki kadroların en kıdemlilerini bile sıklaşan bir periyotla ‘kan değişimine’ tabii tutuyor; sistem içerisinde ‘nispi’ veya ‘varsayılan’ otonom alanlar, birimler ya günah keçisi haline getiriliyor, yıkılacak, zapt edilecek alanlar olarak parmak doğrultuluyor ya da, üniversiteler örneğinde olduğu gibi, etki ve nüfuzlarının altını oyacak idari bölünmeye tabi tutuluyor. Rejime yakın cemaatler bile ‘kurumsallaşmış’, özerk alanlara tahammülsüz rejimin şüphelerinden payını alıyor. Ayrıca özellikle vurgulamak gerek ki son üç yılda ve özellikle de 15 Temmuz sonrasında muhalif kesimler ve bilhassa Kürt hareketine yakın bütün oluşumlar ve dayanışma ağları bu kurumsal kıyımın en temel hedefleri haline geldiler.
Yukarıda ve yazı dizisinin diğer bölümlerinde saydığım birçok gerekçenin yanında bu tahammülsüzlükte rejimin en tepesinin en başta devlet mekanizmalarının kendisi olmak üzere, kümeleşmelere, kolektif sosyal / siyasal ağların asgari otonomisine dair iflah olmaz endişelerinin de önemli bir etken olduğunu eklemek gerek. Okuyucuya hatırlatmak açısından bu yazı dizisinin başka bir yerde yayınlanan ilk bölümünde mevcut siyasal durumun 150 yıllık tarihten üç unsurun bir araya gelmesiyle bir kopuşa işaret ettiğini belirtmiştim: "1) Kişi kültü denetimindeki bir ‘devrimci’ perspektifli iktidar, (2) paranoyak bir siyasal ve toplumsal psikoloji ve (3) devletin iç-savaşı." Bunun en temel sonucunun ise ‘en başta devlet mekanizmasının kendisinin olmak üzere, toplumda herkesin güvenlik hissini yitirmesi’ olduğunu iddia etmiştim.
İşte tam bu noktada çok farklı veçheleriyle ‘ölüm’ metaforu ve yeni ölüm-siyaseti ‘yeni Türkiye’nin’, ‘yeni’-elitinin egemenliğinin ve hükümranlığının merkezine oturuyor. Kısacası mevcut ‘devrimci’ iktidar ölümsüzlük tahayyül eden, arzulayan Hamidyen veya Kemalist dönem kurucu rejimlerinin tam tersi haldedir. ‘Yeni’ elit kendi yaşam zamanını ve hükümranlığını bile ölüm ile tanımlı, ölümle sınırlı, ölüm tehdidiyle işler kılan ve/ya buna mecbur bırakan, psiko-siyasal döngü, retorik ve eylemlere sıkışmıştır. Evet mevcut rejim belki bildiğimiz veya siyaset-sosyolojisi/felsefesinden aşina olduğumuz manada etkin, içselleşmiş bir hükümranlık, egemenlik ve kurumsallık inşa etmek marifet ve hatta belki de niyetinden mahrumdur. Ancak ‘yeni-Türkiye’nin’ eğer bir noktada kredisi verilecekse o da ölüm-siyasetine (nekropolitics) yaptığı orijinal ‘katkılardır’, ki bu dizinin bir sonraki yazısının konusu olacak.
*Öğretim Üyesi
Kaliforniya Devlet Üniversitesi, Fresno
Dizinin diğer bölümleri:
Quo vadis Türkiye – 1: 'Yazılmış öyküleri unutmalı': Bir devlet kendisine savaş açarsa
Quo vadis Türkiye – 2: Şefin hesaplı hezeyanı ve ouroboroslaşan devlet
Quo vadis Türkiye – 3: ‘Devrimci’ hezeyanın hüsranı: ‘Hiçbir yere uzanan ayak izleri
Quo vadis Türkiye – 4: Coşkun kötücüllük: Büroların, sokakların ayinsel gayretkeşliği
Quo vadis Türkiye- 5: Demokrasi müsameresinden korkunun krallığına
Quo vadis Türkiye – 6: 'Kaos'un dayanılmaz cazibesi
Quo Vadis Türkiye – 7: Kalabalıkların dinamiği, kalabalıkların statiği