“Bütün önlem savsaklamalarını, dönen çarklara feda canları
bir kenara bıraksak bile, rakam saklamanın vebali ödenir gibi
değil. Çünkü, sorumluluğun yüklendiği insanlardan tedbir beklerken,
onların olanı fark etmesi engellendi. Önlemi sağlayacak bilgiyi
milli çıkar diye gizlediler.” Yeniden rekor rakamların
ve salgınla ilgili yeni önlemlerin açıklandığı akşam, böyle bir
sosyal medya paylaşımı yapmıştım. Zira rakamlar Türkiye’nin dünyada
zirveyi zorladığını gösteriyordu. Günlük olarak verilen vaka-hasta
sayısı yaklaşık 1’e 5 gibi bir orana yerleşti. Bu hesabı, hâlâ
açıklanmaktan imtina edilen toplam vakalara uyarladığımızda (500
bin X 5) kabaca 2,5 milyon civarında bir rakama ulaşılıyor. Bir
başka gösterge olan aktif vaka-ağır vaka oranı da bu hesabın çok
yanlış olmayacağını gösteriyor. Dünya ortalaması yüzde 0.6,
Türkiye’de ise 2.4, yani dört katı. Sonuçta hangi veriyi dikkate
alırsak alalım, toplamda, açıklananın dört-beş misli, yani 2 milyon
üstünde vakanın olması gerekir. Yani günlük rakamlarda yakalanmış
“liderlik”, muhtemelen toplam vakalarda da geçerli. Üstelik bunun
ne kadardır –muhtemelen başından beri- böyle olduğunu da
bilmiyoruz.
Bilgileri saklayarak sağlanmış başarı hikayesini bolca dinledik.
Buna yaslanarak zorlanan “normalleşmeyi” de hep birlikte yaşadık.
Çarklar yine döndü ve insanlar yine ezildi. Ancak asıl mesele, bu
paylaşımın altına yazılan bir cevapta gizli. “Önlemi sağlayacak
bilgiyi milli çıkar diye gizlediler” cümlesine birisi şöyle bir
cevap yazmış: “saçma. avrupa saklamadi da ne oldu. halk önlem mi
aldi. yani reisin çok konuşup hic bir sey söylemezler dediği
gibisin” (noktalama hataları orijinal). Cevabın içeriğine bakınca
ilk kelime bütünü anlatan bir başlık gibi duruyor. Akıl yürütme
biçimi ve ruh hali daha da ilginç. Bilgi gizlenmesi hatta açıkça
yalana başvurulmasıyla ilgili kanaat gayet net. Zira “Avrupa
saklamadı da ne oldu?” diye sormanın, saklayanı sorumluluktan
kurtardığını düşünüyor ve aslında ağır bir itham-itiraf olduğunu
görmüyor. “Sakladılar da ne oldu?” sorusuyla ise hiç ilgilenmiyor.
Cevabın devamında kullanılan “çok şey konuşup bir şey söylememeyi”
başkaları için suçlama, “reisi” için üstün vasıf kabul ediyor.
Zaten Sağlık Bakanı da bu tercihi “milli çıkar” ile açıklamıştı.
Şimdi insanlar ve hatta bilim kurulu, bilmedikleri gerçeği fark
etmedikleri için suçlanıyorlar.
“Önlem” kavramıyla, durumun ciddiyetinin farkında olmak
arasındaki ilişkiyi kurmak için bilim kurullarına, uzmanlara, çok
yüksel akli melekelere, güçlü bir vicdani sorumluluğa sahip olmaya
gerek yok. Önlem alma ihtiyacını hissetmek için, karşı karşıya
kalınan veya doğması muhtemel durum hakkındaki bilginin ne kadar
hayati olacağı ortada. Ya kamusal sorumluluk taşıyan ve bu bilgiye
sahip olan birileri tedbirleri alır ve –başlangıçta iddia edildiği
gibi- “ürkütmemek için” fazla yaymaz ya da –başka ülkelerde olduğu
gibi- yöneticiler çıkıp her şeyi açıkça anlatır, sizden işbirliği
ister. Burada ikisi de yapılmadı. Deprem, yokluk, susuzluk,
hastalık veya savaş, her neden bahsedilirse edilsin, durumun
ciddiyetini görmek, önlem almanın birinci adımı. Türkiye’de
salgından korunmanın sorumluluğu insanların üzerine bırakıldığı
için bu önlemleri teşvik edecek bilginin saklanması, sadece bir
tercih yanlışı değil, çok yüksek bir vebal. İnsanların en temel
hakkı olan yaşama hakkını tehlikeye düşürecek bir bilginin
saklanması, sadece bir hizmet kusuru sayılamaz. İnsanları uyaranlar
için “panik yaratma” suçlamasıyla soruşturma talimatı verenlerin,
bizzat işledikleri ve yasalarda da açıkça belirtilmiş bir suç
bu.
Salgın meselesinde iyice sıvanarak ortalığa dökülen bilgi
saklanmasının vebali –üstelik bunun hâlâ sürdürülüyor olması- çok
önemli bir siyasi ve ahlaki mesele olarak gündemde. Ancak bu
olayla, daha önce farklı başlıklarda da gündeme gelen ve gelmeye
devam eden başka bir hakikat yüze çarpıyor: “Rakam iktidarı”. Bütün
iktidarlar ama özellikle otoriterler, hakimiyetlerini kurmak –daim
kılmak- için önce bilgiyi ele geçirmeyi, kontrol etmeyi istiyorlar.
Bugün yapay zekadan endüstrinin yeni sürümüne, uluslararası
rekabetten emperyalizmin yeni aşamasına, fikri iktidarların
kurulmasından kültürel hegemonyaya, popülizmden otoriterleşmeye
kadar pek çok başlık, aslında bir mala, silaha ve hatta kontrolsüz
bir virüse dönüşen “bilgiyle” doğrudan ilgili. Trump’ın daha başlar
başlamaz ve iktidarda kaldığı süre boyunca en çok müracaat ettiği
kavramın “fake news” olması rastlantı değil. Bilgiyi kontrol etmek,
onu yönetmek, ne kadarının arz edileceğinin yetkisini ele almak,
neyin doğru neyin yalan olduğuna karar vermek en kritik iktidar
kaynağı. Parayı kontrol etmek kadar hatta belki ondan bile daha
etkili. Çünkü kontrol edildiği iddia edilen paranın ne kadar
olduğuna ilişkin veri bile, kontrol edilen bilgi sayesinde
değişiyor. (Bknz; Merkez Bankası rezervi veya Katar’ın
aldıkları)
Rakamlar, bilgisayar, televizyon ve telefon ekranlarından akıp
gelen, sinsice zihinlere sızan yoğun bir görsel “bulaş” ortamı
yaratıyor. Dijitalleşme ile kendileri de birer rakama, sayısal
veriye dönüşmüş insanlar, giderek daha yoğun bir sayı taarruzuna
uğruyor. Her şeyin ancak sayı olarak görüldüğünde, veya
işitildiğinde anlam kazanacağı inancı kökleşiyor. Her şeye rakamlar
hükmediyor, onları yönetebilen de sınırsız güç kazanıyor. Ancak
iktidarların, bilgi tekellerinin, uzman yönlendiricilerin durmadan
insanların önlerine koydukları sayı yığınları daha fazla şey
bilmeyi sağlamıyor. Daha çok veriyle konuşmak daha çok şeyden
haberdar olmak anlamına hiç gelmiyor. (Bknz; Bakan Koca’nın tuhaf
yüzdeleri ve acayip karşılaştırmaları) Enflasyon rakamları,
işsizlik oranları, Türkiye’nin dünyadaki yeri, uçmak veya acı
reçete, her şey rakamlarla servis ediliyor. Çalışan sayısı
azalırken işsizliğin düştüğü, daha az doyarken fiyatların
artmadığı, uçarken acı ilaç içme ihtiyacı öyle düz bilgiler halinde
ortaya atılmıyor. Hepsinin dayandırıldığı koca koca rakamlar var,
her şeyin belgesi, verisi var. “Boş konuşmuyoruz, rakamla
konuşuyoruz”. Başka bir etki ve sonuç istendiğinde ise musluğu
sıkılan, söylenmeyen, kenara ayrılan yine sayılar. Varmış gibi
göstermenin aracı da, yok gibi davranmanın imkanı da aynı
kaynaktan.
Alışveriş yapmaya çıkmış biri hayatın pahalı olduğunu ekonomi
televizyonlarındaki alt bantlardan öğrenmiyor. Çocuğuna ne kadar
süredir iş aradığını bilenler TÜİK istatistiklerini takip etmiyor.
Ama her alanda “rakam kontrolü” devrede. Depremin büyüklüğü
yönetilemiyor ama onu ölçen sayı anlaşılmaz bir “kısmaya” uğruyor.
Herkesin yaşayarak gördüğü sorunları yok sayan rakamlar ileri
sürülüyor. “Hazinede kaç para kaldığını meğer Cumhurbaşkanı’na
söylememişler” diye haber yapılabiliyor. Böyle bakınca, “bu
rakamlar kontrol edilse ne olur”, “sonunda vaka sayıları bile
ortaya çıktı”, “sanki insanlar gerçekleri görmüyor mu” ya da
“gerçeği bilseler ne olacak” gibi pek çok şey söylenebilir.
Yapılan, rakamları ikna edici hale getirmek olsaydı bunlar doğru
olabilirdi. Fakat rakamlar sadece bu yüzden kontrol edilmiyor.
Hatta ikna edici olmayan veya açıkça yalan olduğu bilinenler, bazen
yasakla bazen zorlamayla hakim kılınıyor. Tıpkı kendilerinin bile
uymayacağı yasalar yapmaya devam etmeleri gibi. Rakamlar ikna edici
olmak için değil iktidarı göstermek için gerekli. “Gerçeği ben
söylerim veya gerçek sadece benim söylediğimdir” diyebilme gücü.
“Kral çıplak” meselinin özü olan ve “kral çıplak” lafını değersiz
yapabilen bir güç bu. İkna edici olmasıyla ilgilenmeyip, rakamlar
üzerindeki iktidarına meftun taraftarlara konuşmak için lazım bu
güç. İşte o zaman vebal tabana yayılıyor birden.