Hakim güç olmak sahibini aptallaştırıyor mu? Amerikan yönetimine suflörlük yapan sivil ya da resmi ağızların hallerine bakarsak öyle! Söz konusu Ortadoğu olunca kolayca ve küstahça ahkâm kesebiliyorlar.
Hatalarını da sahip oldukları caydırıcı güçle düzeltebileceklerini sanıyorlar. Her seferinde de tökezliyorlar.
Öylesine tepeden baktıklarında coğrafyada gördükleri petrol ve doğalgaz hatları; demografyada gördükleri Şiiler ve Sünniler ya da Müslümanlar ve Hıristiyanlar. Bütün söylem ve siyasal kurgular neft ve dinsel karşıtlık üzerine kurulu. Bütün bir cehaletiyle coğrafyanın tarihini, toplum ve insana dair yaşanmışlıklarını, bunların gelişmeleri tayin etme kapasitesini yani yerellikleri sıfırlıyor.
Denklem hep aynı: Amerikan çıkarlarını garanti edenler iyi, diğerleri kötü. Kabaca yaklaşımları kaba. Bağdat ya da Şam görmüşleri de biraz daha karmaşık cümleler kurmak dışında farklılık yaratamıyor.
Yeni Başkan Donald Trump’ın bölgeye yaklaşımı da tepeden tırnağa neft kokuyor:
“Irak’a girilmesini istemedim… Eğer petrole el koysaydık belki IŞİD olmazdı çünkü para kazandıkları yer orası… Fakat belki bir başka şansımız olabilir.” (21 Ocak’ta CIA merkezindeki konuşma.)
"Ben bu bok adamları bombalardım. Bu enayileri hemen bombalardım. Aynen böyle. Boru hatlarını havaya uçururdum. Her bir karesini havaya uçururdum. Geriye bir şey kalmazdı. Ve Exxon’u oraya yerleştiririm, iki ayda bu adamları bir daha asla göremezsin." (13 Kasım 2015’te CNN’deki konuşması.)
Trump defalarca 2003’teki işgalin tazmini için Irak petrolüne el koymaları gerektiğini dillendirdi. Nihayetinde Exxon’un CEO’su Rex Tillerson’ı dışişleri bakanlığı koltuğuna oturtarak sözünü ettiği ikinci şansa el salladı.
Trump, Amerikan siyasetine sinmiş olanı nobran nobran açığa vuruyor. Dünyaya kendi tapulu malı gibi bakan egemen ruhu gizleyen örtüyü indiriyor.
Gözlerinde ne Irak diye bir ülke ne de Iraklılar var. Aynı şey Suriye için de geçerli. Irak da Suriye de nihai olarak Amerikan müdahaleciliğinin kurbanları. O müdahalenin yan ürünleriyle mücadele ederken de başlangıç noktadaki hedeften sapmıyor: Kırpmak, dişlerini sökmek ve sömürmek.
Dış politikayı bilmeyen bir adamın ruh hali buyken Dışişleri’nde kariyer yapmış olanların durumu farklı mı? Hayır.
Bağdat ve Ankara’da elçilik yapmış olan James Jeffrey, Senato'da düzenlenen özel oturumda yönetime akıl verirken bizim coğrafyamıza dair hoyratlığın boyutlarını da sergiliyor.
Bir kere İran’ı IŞİD’den daha tehlikeli bir risk olarak tanımlıyor; IŞİD’e karşı mücadeleyi İran ve Rusya’nın önünü kesecek, Suriye’nin de belini kıracak şekilde kurguluyor:
“En önemli öncelik IŞİD olsa da ondan daha tehlikeli olan biri var. İran’ın kimi zaman Rusya ile ortaklık içindeki genişlemeci eylemleri bölgeye ve Amerikan çıkarlarına karşı eşit derecede risk arz ediyor…
IŞİD’i yenilgiye uğratırken bu, bölgenin istikrarı ve Amerikan çıkarlarını güçlendirecek şekilde yapılmalı… Washington ABD’yi bölgede tutacak, yeni (YPG) ve eski (Türkiye ve Irak) ilişkileri sürdürecek, İran’ın heveslerini geriletecek ve kaçınılmaz Rus varlığını idare edecek bir ertesi gün senaryosunu takip etmeli…”
Barack Obama o sihirli “ertesi gün senaryosu”nun içini dolduramadığı için kimilerine göre Suriye ve Irak’ta pasif kalmayı tercih etmişti. Ha bir de sürekli tekrarlanan “Ortadoğu’nun istikrarını temin etme hedefi” yok mu, insanı ifrit ediyor!
Ortadoğu’nun tozunu yutmuş deneyimli diplomat, Kürtlerin Araplara, Alevi ve Şiilerin Sünnilere ya da Sünnilerin ötekilerine karşı bir savaş yürüttüğünü sanıyor.
Konuşmanın kayda değer tarafı Kürtlerle ilgili. Türkiye ile YPG’nin Rakka operasyonunda bir araya getirilebileceğini düşünüyor:
“Türkler-ÖSO ve YPG-SDG’nin iki ayrı cephede ortak çaba içinde konuşlanması hem IŞİD üzerinde daha fazla baskı kurar hem de Türkiye’nin YPG ile ilgili kaygılarını azaltır.”
Jeffrey, YPG liderliğindeki gücün sonuç alabilmesi için ağır silahların sağlaması, Türkiye’nin de bunu kabullenmesi gerektiğini söylüyor. Referandumdan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın YPG’ye karşı tutumunda yumuşama olabileceğini söylüyor.
Kürtlere atfedilen öneme karşın bir çekinceye de işaret ediyor:
“Sonuç olarak büyük bir ölçüde YPG’nin Rakka’da IŞİD’e karşı zaferi ya da şu anda Menbic’te görüldüğü gibi YPG’nin Arap toprakları üzerinde genişlemesi, IŞİD sonrası düzenlemeler açısından, YPG’nin İran ve Esad rejimi ile işbirliğine gitmesi dahil rahatsız edici sonuçlar doğurabilir.”
Kürtleri peşinen Suriye’den ayrı düşünen bir yaklaşım. Kürtlerin kendileri bile günün sonunda Suriye yönetimi ile masaya oturup demokratik özerkliği anayasaya aktarmalı bir hedef olarak dillendirirken Amerikalılar YPG’nin Suriye ordusu ile temasını kabul edilemez buluyor. Ve ardından da bölünme fobisi yaşayan Türkiye’nin, ABD’nin Kürtlerle ilgili uzun vadeli planlarını anlaması ve YPG’ye yardımı hazmetmesi gerektiği vurgulanıyor. Ankara, Kürtleri Kürtlerden dinlese daha kolay hazmedebilir!
Konuşmanın en fantastik tarafı Rakka’ya bir Suriye kenti değilmiş gibi yaklaşılması:
“Suriye ve İran’ın sahadaki vekil güçlerinin kapasiteleri etkileyici değil ve onların Sünni Arap bölgelerine konuşlandırılması riskli.”
Sanki Suriye ordusu ülkenin ulusal ordusu değil ya da askeri birlikler tamamen Alevilerden müteşekkil. Sanki bu savaşı sadece Aleviler yürütüyor. Öyle olsaydı 6 yılda Suud’un neftiyle Amerikan gemisi azcık yürürdü. Ayrıca Suriye’de “Sünni bölge” ifadesini alıp duvara çalmayacak çok az adam çıkar. Bu ifadeyi benimseyenler de ABD’nin sevgili cihatçılarından başkası değildir. İran unsurlarıyla ne yapacaklarına da bırakın Suriyeliler karar versin.
Sonunda emekli büyükelçi, sözü ABD’nin çaresiz olduğu yere bağlıyor:
“ABD, seçenekleri (YPG, ÖSO, TSK vs.) ne olursa olsun bu güçleri (İran, Rusya ve Suriye) dahil etmediği takdirde Rakka’yı alamaz. Bu durumda Rusya, İran ve Esad rejimini dahil etmenin getirileri, onların, ABD’nin onlar olmadan elde edemediği zaferdeki payları karşısında dengeli olmalı…”
Sahi ABD, Rakka’yı kurtarıldıktan sonra kime bırakmayı düşünüyor? Elçiye göre Sünni Arap bölgesinde olmaması gereken Suriye güçleri Fırat’ın kenarında öylesine sonsuza kadar bekleyecek mi?
Jeffrey, Suriye-Irak tiyatrosundaki Amerikan çıkarlarını “Irak’ın birliği ve bağımsızlığını korumak, Astana’da sağlanan Suriye ateşkesini desteklemek, İran’ın Irak üzerindeki etkisini sınırlamak, Rusya’nın bölgesel genişlemesine tepki vermek, Türkiye ile YPG arasında uzlaşı sağlamak” olarak tanımlayıp ekliyor:
“Musul ve Rakka özgürleştirildikten sonra ABD, Suriye ve Irak’taki sonuçların Amerikan çıkarlarıyla bağdaşmasını, özellikle de İran’ın önlenmesini temin için diplomatik ve askeri çabaya girişmelidir…
Suriye ve İran’ın muhalefet üzerinde mutlak zaferini önlemek için ABD, Suriye içinde eğitim ve lojistik destek birlikleri bulundurmak dahil kuzey Suriye’de Türk bölgesini, Rojava’yı, YPG bölgesi Afrin’i, Rakka etrafındaki kurtarılmış bölgeyi desteklemeli. Türkiye ile YPG arasındaki uzlaşma bu çabaları güçlendirecektir. ÖSO’yu silahlandırma seçeneği masada kalmalı. Bu koşullar Rusya’yı İran ve Suriye’den ayırmak için en iyi çözümü sunar.”
‘Güvenli’ diye alınan ama özünde merkezin kontrolü dışında tutulan bölgeleri koruma planlarının iki amacı olmalı: Suriye üzerindeki baskı ve manipülasyonu kalıcı kılmak ya da bölünme senaryosunu ilerletmek.
Mantıken “ertesi gün senaryosu” tamponların geleceğine dair de bir perspektif içermeli. Şimdilik kimse bilmiyor. Ama elçi Irak’ın bütünlüğü ve egemenliğinden bahsederken bu hakları Suriye’den esirgiyor.
İkili anlaşmalar gereği karşılıklı birbirlerini koruma taahhüdü altında olan Rusya, ABD’den farklı olarak uluslararası hukuka göre Suriye’de. Rusya, Soğuk Savaş zamanlarından savunma konseptine yardım ettiği Suriye’yi Trump’ın hevesleri için terk mi edecek? Sahi ABD, İran’ı nasıl sınırlandırmayı düşünüyor? İran, 2003’te Irak’ı altın tepside önünde buldu. Bu kimin marifetiydi? Irak işgal valisinin bir kararnamesiyle bir gecede ordusuz ve polissiz kaldı. Bir gecede 450 bin güvenlik görevlisi sokağa atıldı. Amerikan işgali bölgeyi sonsuz kötülüğün içine sürükledi. Dürüst olmak gerekirse İran Haziran 2014’te doğrudan ya da dolaylı olarak müdahale etmeseydi IŞİD, Bağdat’ı da düşürmüştü. Aynı şekilde Hizbullah 2013’te Suriye’de savaşa katılmasaydı Nusra ve IŞİD sadece Suriye’nin kentlerini değil Lübnan’ı da yutmuştu. İran, 1979’dan beri Suriye’nin bölgedeki müttefiki. Bu ittifak mezhebi bir temel değil Amerikan-İsrail karşıtlığı üzerine şekillendi. Suriye’de başlatılan vekâlet savaşı bu bağlamı çözmek için değil miydi? İran’ı Ortadoğu’da bu kadar operasyonel kılan faktör Batı-Körfez ittifakının müdahaleleri değil mi? ABD, İran’ın önünde bariyer gibi konuşlandırdığı Irak’ı kendi elleriyle yıkmadı mı? Hizbullah’ı Suriye’ye çeken kirli savaşı besleyen ve büyüten Batı-Körfez ortaklığı değil miydi?
İran’ın vekil unsurları derseniz, orada bölgesel etkisini sürdürecek bir tek Hizbullah var. O etki de sadece Alevilerle sınırlı değil. Hasan Nasrallah’a adanmış şarkıları en fazla dillendirenler Hıristiyanlar! ABD’nin başlattığı savaşlarla başta Hıristiyanlar Ortadoğu’dan silindi.
“İslam’ın büyük bir kibirle yayıldığını”, “Yahudi-Hristiyan batının geri çekildiğini” ve “buna karşı kutsal bir savaş verilmesi gerektiğini” söyleyen Beyaz Saray’ın baş stratejisti Steve Bannon’a da o şarkılardan birini dinletmek lazım. Belki Ortadoğu’da sorunun asıl kaynağının kendileri olduğunu anlarlar.