Rancière'e göre Béla Tarr: ‘Zamanın sonu’ mu? ‘Ertesi zaman’ mı?
Jacques Rancière, Béla Tarr sinemasını tartıştığı, 'Béla Tarr: Ertesi Zaman' kitabında yönetmenin sinemasını baştan sona kat ederek onun bir "zamanın sonu" anlatıcısı olmadığını düşündürüyor ve yapıtlarını "ertesi zaman" kavramıyla ilişkilendiriyor. Tarr sineması, gittikçe karanlık ve kasvetli hale gelmiş, yönetmenin ilk dönem sinemasına göre gerçekliğin temsili farklılaşmıştır ama düşünüre göre, bu ayrım onu bir "tarihin sonu" sinemacısı olarak değerlendirmemize izin vermeye yeterli değildir.
Béla Tarr’ın 2011 yapımı "The Turin Horse" (Torino Atı) filmi, yönetmen tarafından son filmi olarak duyurulur. Filmde "son", sadece yönetmenin artık film yapmamasının ötesinde vurgulanır. Metin bizi baştan itibaren olabildiğince karanlık ve gri bir ortama sokar. Sürekli şiddetini arttıran fırtına, yaşamı zorlaştırırken yaşlı baba ve kızıyla birlikte hayatta kalma çabası veren bir atın anlatısıyla karşılaşırız. Her şey o kadar rutindir ki her sabah aynı güne başlayıp aynı işlerin tekrar edildiği bu hayatta, uçuşan yapraklar, her yeri kaplayan toz, dışarının sadece pencereyle içeriye dahil olduğu anlarda bile karamsarlığa kapılmamayı imkansız kılar. Bir de palenta almak için gelen "felaket tellalı"nın, gökyüzü ve yeryüzü dahil hayallerimizin ele geçirildiğini, dünyada değişim imkanının kalmadığını vurguladığı uzunca tirat eklenince seyirci neredeyse bir son duygusu tarafından esir alınır.
Bu açıdan bakıldığında Béla Tarr’ın bu son filmiyle birlikte "zamanın sonunu" da ilan ettiği düşüncesine kapılmamak için pek sebep yokmuş gibi görünür.
Jacques Rancière, Béla Tarr sinemasını tartıştığı, 'Béla Tarr: Ertesi Zaman' kitabında yönetmenin sinemasını baştan sona kat ederek onun bir "zamanın sonu" anlatıcısı olmadığını düşündürüyor ve yapıtlarını "ertesi zaman" kavramıyla ilişkilendiriyor. Evet, Tarr sineması yukarıda bahsettiğimiz son filmini de düşünürsek gittikçe karanlık ve kasvetli hale gelmiş, yönetmenin ilk dönem sinemasına göre gerçekliğin temsili farklılaşmıştır ama düşünüre göre, bu ayrım onu bir "tarihin sonu" sinemacısı olarak değerlendirmemize izin vermeye yeterli değildir.
VAAT GERÇEKLEŞMEDİĞİNDE
Rancière, yönetmenin sinemasında "öfkeli" ve "olgun" şeklinde iki zaman tespit etse de ona göre; "Onun filmografisinde, sosyalist filmler ile metafizik ve formalist eserler gibi iki ayrı dönem yoktur. Çektiği hep aynı filmdir, bahsettiği hep aynı gerçekliktir; tek yaptığı, bunu her seferinde biraz daha derinleştirmektir. İlk filmden sonuncusuna, bu hep yerine getirilmeyen bir vaadin, başlangıç noktasına geri dönen bir yolculuğun hikayesidir…" Yönetmenin ilk filmi "Aile Yuvası"nda (Családi Tüzfészek) Laci ve İrén adlı iki karakterle konut sorunu anlatıya taşınır. Kendilerine verileceği söylenen konut, bir türlü tahsis edilemeyince, üç ailenin sıkışıp kaldığı bir apartman dairesinde yaşamak zorunda kalan genç çiftin yaşadıklarına tanık oluruz. Tarr’ın son filmi "Torino Atı"na göre farklı bir anlatma biçimi görürüz filmde. En başta film, diyaloglarla örülüdür ve özellikle babanın otoritesini de vurgular (yönetmenin ilk filmlerinde erkek iktidarının ve erkekler arasında kurulan ittifakın işlevinden uzunca bahsediyor düşünür) biçimde onun uzun konuşmalarıyla birlikte işler. "Torino Atı"na göre bürokrasi, yönetim bir şeylerin sebebi ve her şeyi "ele geçiren" olarak sezdirilmez direkt filmde yer alır. İréne’nin kendilerine ev vermesi için görüştüğü memurla olan diyalogunda veya işçilerin üzerlerinin aranması rutininde görürüz bunu. Bu iki filmi ortaklaştıran "vaadin geçersiz kalması ve aynı noktaya dönülmesidir", burada ifade edilen gerçek budur. İréne’ye kendi başlarına yaşam kurmaları için verileceği söylenen dairenin verilmemesi ve her defasında kalabalık aile evine dönüş, baba ve kızın göç etmeye karar verip fırtına nedeniyle ilerleyememesi ve eve geri dönüşleri… Vaatlerin yerine getirilmediği yerde başa dönüşün kaçınılmazlığının göstergesi olur ve bu durum düşünürün anlatılanın "aynı gerçeklik" olduğu fikrini destekler.
Rancière, bu iki film arasında ortaklığı ve farkı şöyle kuruyor: "Hiçbir açıklamanın geçerliliği yoktur artık; anlayışsız bir bürokrasi, vaat edilmiş mutluluğun yolunu tıkayan despot bir baba yoktur artık. Bireyleri gitmeye iten ve onları eve geri getiren aynı rüzgarlı ufuk vardır sadece. Toplumsal olandan kozmik olana geçiş, diyor sinemacı. Ama bu kozmik saf bir tefekkür dünyası değildir."
Burada aslında şu da söylenebilir; sanırım gerçeklik değişmiştir, bu nedenle onun ifadesi yaşamın bireyler üzerindeki yansımasına göre yeniden şekillenir. Düşünürün "kozmik" olanın "saf bir tefekkür" olmaması vurgusu da önemli burada çünkü ona göre yönetmenin anlatma biçimindeki değişimin yarattığı dünya şunu ifade ediyor: "Sinemanın sunabileceği, saf duyumu körelten bir şeyden sıyrılmış, mutlak olarak gerçekçi, mutlak olarak maddi bir dünya..." Rancière, Béla Tarr’ın meselesinin dünyanın sonu hakkında bir fikir belirtmek, güzel görüntüler ortaya çıkarmak olmadığını hatırlatıyor onun daha çok gerçekliğe duyduğu sadakati ödüllendirdiğini düşünüyor.
GERÇEKLİĞİN BAŞKA İFADESİ Mİ?
Yönetmenin filmleri "Aile Yuvası"nda gördüğümüz, gerçekçilik temsilinden uzaklaşıyor ama bu onun başka bir gerçekliğin peşine düştüğü fikrini dışlamıyor bana kalırsa. Çünkü Rancière’in sıklıkla vurguladığı, "vaat edilenin gerçekleşmediği durumların" kişilere nasıl yansıdığını, maddi dünyanın gerçekliğini de dahil ederek anlatmanın yolunu arıyor yönetmen. Rancière’in ifadesiyle bu, "durumlar, zamanın resmi yayılışıyla değil, kendi içkin sınırıyla karşı karşıyadır –yaşanan zamanın saf tekrara yaklaştığı sınır, sözlerin ve insan jestlerinin hayvanlarınkine meylettiği sınır." Resmi zamanın dışında yaratılan gerçeklik, kozmik alanın maddi gerçekliğine dönüştüğünde ortaya çıkan "sınır", yönetmenin anlatısında evrenin, onun etkisinin ve başka varlıkların daha çok dahil olduğu bir anlatma biçimi açığa çıkarıyor.
"Lanet" filminde dinmeyen, şiddeti film süresince artan yağmur, karakterin filmin sonunda köpeklerin su içtiği birikintinin yanında, bir köpekle aynı hareketleri yaparak havlaması… ( Rancière buna insanın sınırıyla yüzleşmesi diyor). "Torino Atı"nda her şeyi silip süpüren dinmeyen fırtına, baştaki Nietszche ile ilgili anlatılan hikayede, onun kırbaçlanan bir ata sarılıp ağlamasıyla ilişkilenen, acı çektirilen, kırbaçlanan at… "Şeytan Tangosu"nda inekler, mezbahadan kaçan atlar, Estike’nin işkence ettiği kedi… Zamanın; evrenin başka varlıklarıyla genişletilen, resmi olanın dışında yaratılan, evrenin düzeninin daha çok dahil olduğu başka bir gerçekliği.
Sanıyorum Rancière’in Tarr sinemasında "zamanın sonu" yerine "ertesi zaman" fikrini koymasında bunların etkili olduğu düşünülebilir. Çünkü ona göre, burada belirlenen "içkin sınır", "Lanet" filmi ile başlayan ve "Torino Atı"yla sona eren dönemi yansıtır ki onun "ertesi zaman" fikrini oluşturmasında bu dönem önemli görünüyor. Belki de bu nedenle o bu dönemi özellikle "Torino Atı"nda tespit ettiğimiz son vurgusuna rağmen şöyle tahayyül ediyor: " …O Sovyetizmin felaketiyle gelen "zamanın sonu"nun sinemacısı olarak düşünülmemelidir. Ertesi zaman, artık hiçbir şeye inanmayanların tekdüze ve hırçın zamanı değildir. Bu, inancın –hayat onu diri tuttuğu sürece- boy ölçüştüğü saf, maddi olayların zamanıdır."
HİKAYE YOKSA
Rancière kitap boyunca yönetmenin sinemasındaki her ayrıntıyı inceliyor diyebiliriz. Kendi üslubunu oluşturan bir yönetmen olarak beliriyor onun fikrinde Tarr. Düşünüre göre onun ulaştığı üslup, "mutlak nesnel ve kozmik zamana", "mutlak bir görme biçimi" de ekliyor, bunun anlamı: "Özerk bir duyusal dünyanın yaratılışı haline gelen bir dünya tasavvuru. Özneler yoktur, diyordu romancı. Hikayeler yoktur, der sinemacı…" Hikayeden sonra kalanın, bunun yarattığı görme biçiminin getirdiğidir artık yönetmenin sinemasında karşılaştığımız, ilk filmlerindeki ("Aile Yuvası", "Baraka İnsanları" gibi) gerçeklikten kalanın yarattığını dönüştürerek, duyusal dünyayı öne çıkararak sonraki filmleriyle ilişkilendirir, aynıyı başka bir şekilde anlatmaya çalışır ve burada bekleyiş egemendir:
"Dünya, Normandiya’nın küçük bir kentinde veya bir Macar ovasında, bir pencerenin camından bir bakışta yavaşça belirir, bir yüze kazınır, bir bedene yüklenir, onun jestlerini biçimlendirir ve bedenin ruh denen bölümünü oluşturur… Aynı olanı bekleyiş, tekrara alışma ve bilinmeyeni, başka bir hayata götüren bir yolu bekleyiş." Bu bekleyiş fikrini görürüz yönetmenin filmlerinde; "Lanet"te sevgiliye kavuşma, "Torino Atı"nda fırtınanın dinmesi, "Aile Yuvası"nda konut tahsis edilmesi beklenir ve bu da yine ilk filmden son filme anlatılanın, "aynının" başka şekillerde ifadesi olduğunun başka bir göstergesi olur "bekleyiş" gerçeklikteki ortaklığı sürdürür.
"Tekrara alışma" meselesinin iyi yansıdığı sahnelerdendir bence yine "Torino Atı"nda kızın yaşlı adamı her gün aynı şekilde giydirmesi ki Rancière’in kitabın bir yerinde "süreyi duyulur kılma" kavramlaştırmasını hatırlatıyor bu. Onun kast ettiği şu, "eylemlerin zamanına has kestirmeleri –başlangıç veya son, çıkış veya varış noktası başta olmak üzere- çekip çıkararak ona özerk bir varlık verme." Normal bir anlatıda hızlıca geçilebilecek eylemlere gerçek zamanını tanır yönetmen. "Süreyi duyulur kılma", bu açıdan başlanılan bir eylemi, baştan sona takip edilebildiğimiz bir zamanı imler bana kalırsa. Özellikle son filmde bunu neredeyse her sahnede görüyoruz; tekrar eden yemek hazırlama sahnelerinde, her sabah aynı şekilde kuyudan su çekme rutininde. Bir eylemin baştan sonra aynı şekilde tekrarı, eylemlerin kendi gerçekleşme sürelerini tam olarak yansıtma, gerçekliği derinleştirme.
Tüm bunların süreklilik yaratma gibi bir işlevi de var. Çünkü "hikaye yoktur" demişti yönetmen, bu izleyen açısından bir "algı merkezi"nin de yokluğu demektir böyle bir durumda Rancière göre; "sadece bekleyişin iki halinin (bedenin ve ruhun bekleyişi) birleşiminden oluşan büyük bir süreklilik vardır, tekrar eden normal harekete kıyasla çok küçük değişikliklerin olduğu bir süreklilik." Bahsettiğimiz rutinin içinde tekrar eden sekansların işlevi bu sürekliliği yaratmanın yolunu açar, bu hareketler bekleyenler için büyük değişimler anlamına gelmez, rutin bir hareketin gerçekleştirebileceği kadar farklılık getirir. Tarr sinemasında süreklilik ayrıca karakterlerle yansıtılır düşünürün kitapta bahsettiği gibi, onun oyunculardan beklediği temsil değil filmdeki kişi olmasıdır ki bu nedenle filmlerde oyuncularla bir süreklilik sağlandığını fark ederiz mesela, "Lanet" filminin bar işletmecisini "Karanlık Armoniler"de de aynı işi yaparken görürüz.
ERTESİ ZAMAN
"Ertesi zaman" ne demektir? Rancière’e göre, "Ne geri kazanılmış aklın ne de beklenen felaketin zamanıdır. Bu, tüm hikayelerin ertesi zamanıdır, hikâyelerin öngörülen bir son ve gerçekleşen bir son arasında kestirmeler açtığı duyusal yüzeyle doğrudan ilgilenilen zaman. Tüm beklentilerin boşluğunu telafi etmek için güzel cümleler kurulan veya güzel planlar çekilen bir zaman değildir. Bu, bekleyişin kendisiyle ilgilenilen zamandır."
Hikayenin sonraki zamanıdır belki de "ertesi zaman", öngörülenin gerçekleşmediği dönemden sonra geriye kalanın, başlangıç ve son arasında gerçekleşenin öznelere, nesnelere, başka varlıklara onların görünüşlerine nasıl yansıdığının tahayyül edildiği zaman. Rancière, Béla Tarr, "şeylerin bireylerin üzerinde asılma biçimlerini filme alır" diyor. "Ertesi zaman" filmlerinde bu açıdan şeyler karakterler kadar anlatıya dahil olur, onların yüzeyinde dolaşır kamera; sobalar, bardak yığınları, lambalar, kaplar, şallar, elbiseler hepsi anlatının parçası haline gelir. Şu söylenebilir belki öngörülen ve gerçekleşenden sonraki hikayeden kalanın, nesnelerin yüzeyleriyle, bireylerin görünüşleriyle birleştiği, maddi dünya ile ruhsal dünyanın boşlukta birlikte beklediklerini sezdiğimiz bir zamandır sözü edilen.
Jacques Rancière’in 'Béla Tarr: Ertesi Zaman' kitabı, Lemis Yayınları tarafından Elif Karakaya çevirisiyle basılmıştı. Başta bahsettiğim gibi "Torino Atı" filminde "zamanın /tarihin sonu" fikrini görmek zor olmazdı. Ancak Rancière’in yönetmenin filmlerini uğrak noktası yaparak dikkat çektiği noktalar; onun ifade biçimi değişse de "vaat edilen gerçekleşmediğinde başa dönüşlerin" kaçınılmazlığı fikri, ilk film ile son film arasında kurulan "aynı hikaye" bağlantısı, düşünürün "ertesi zaman" kavramını destekliyor fikrimce. Bir hikaye varken anlatılanla, "hikaye yoktur"a evrilen süreç bir "ayrım" ortaya çıkarıyor. Böylece, maddi dünyanın ve bedenlerin yüzeylerinin işe dahil olduğu başka bir biçim oluşuyor ve bunun bekleyişle kurulan ilişkisi "ertesi zaman" fikrini güçlendiriyor. Çünkü bekleyiş bir sonu değil, gelecek olanı imler bu durumda anlatılan "zamanın sonu" değil "ertesi zaman"dır. Sanırım bunu söylemek bahsettiklerimizden sonra hata olmaz.