Bilmeyen çok sayıda insan vardır, Validebağ Korusu herhangi bir yer değil. Nasıl olduysa bakir kalmayı başarabilmiş bu vaha, Anadolu yakasının en önemli doğa harikalarından biri. Her şeyden önce bir SİT alanı, tabii hesapta. Koru, kuşların göç yolları arasında yer alıyor ve İstanbul Kuş Gözlem Topluluğu tarafından 2000 yılından bu yana bölgede gözlemler yapılıyor, Kuşbank veritabanında 119 farklı tür kaydedilmiş ve onaylanmış durumda, 89 farklı ağaç, ağaççık, çalı, 36 farklı bitki, sarmaşık, 28 farklı türde kelebek yaşıyor burada. Yani burası ülkeyi 19 yıldır yöneten hâkim zihniyet açısından hakikaten çok tehlikeli, “nasıl böyle bir yer olabilir”i anlamaları ve elbette tahammül etmeleri mümkün değil. Dolayısıyla Validebağ Korusu aynı zamanda ağızların sulandığı, potansiyel inşaat ve AVM olabilecek büyük bir arazi. İmara açılması iddiaları, 30 senedir olduğu gibi 2014’te de yine gündeme gelmiş, yapılan eylemler sonucunda inşa edilen bir cami dışında yapılaşmaya engel olunmuştu. Şimdi Üsküdar Belediyesi, Validebağ’ın korunmasıyla ilgili verilmiş mahkeme kararlarına rağmen aylardır Validebağ Gönüllülerini ve doğayı taciz ediyor.
Salı günü Belediye tarafından Koru’ya moloz dökülmesi acayip ve rezil bir milattır, farklı bir boyuttur. Zira inşaat kelimesiyle beraber anılan “moloz”un İstanbul’un ve Türkiye’nin incisi bir yere dökülmesi ancak bilinçli bir kötülük olabilir. Polis eşliğinde hukuk kararlarına rağmen bu cüretin gösterilmiş olması, ceberrut zihniyetin ne derece pervasızlaşabileceğinin de en somut göstergesi aslında. Son 19 yılda Türkiye’deki çevre felaketlerinin kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayan bir iktidarda gerçekleşmiş olması hazindir ama şaşırtıcı değildir. Siyasal İslam ya da muhafazakârlık aslında tamamen ranttan beslenen, konu para ve inşaat olunca gözü hiçbir değeri görmeyen yapıda şekillendi. İnşaata sırtını dayamış bir kalkınma modeli için asıl olan; üretim yerine rant ekonomisi ve tüketim mallarından alınan aşırı vergilerdir, doğanın korunması yerine madenlere yurdun peşkeş çekilmesidir, yanan ormanlar yerine oteller yapılmasıdır.
Cumhurbaşkanı’nın BM toplantısında yaptığı “Paris Anlaşması’nı kabul edeceğiz” açıklaması daha doğmadan kadüktür. Zira 2050 yılında karbon emisyonlarını sıfırlayacağına dair söz vermek demek olan bu anlaşmanın, dünyada karbon salınımını en fazla körükleyen yapı ve inşaat sektörünü kutsayan bir ülkede hayata geçmesi en azından bugün için imkansızdır. Hoş, bu anlaşmalar şımarık bir çocuğun kafasına göre takılması gibi değil mi nasıl olsa? “Amaan İstanbul Sözleşmesi’nden isteyince çıktıysak bundan da çıkarız ne olacak yani” mantığı ile hareket ettiler muhtemelen.
“Muhafazakârlar muhafazakârlara karşı” başlıklı iki yıl önceki yazımdan hayli uzun alıntılarla mevcut durumu değerlendirmeye çalışalım. "Muhafaza" etmeyi hayatlarının merkezine oturtan muhafazakârlar (“münevver” ya da sıradan vatandaş olarak kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayanlar) gerçekten böylesi bir misyonu gündelik yaşamlarının her aşamasına yayabiliyor mu? Çok daha basit soralım, Hasankeyf’in yıkılmasına, Kaz Dağları’nın talan edilmesine; İkizdere’de yaşananlara, Ayder ve Uzungöl’ün haline bakıp içleri sızlıyor mu? Daha öncelerde yaşanan kentsel ve çevresel felaketlerde söz gelimi Sulukule, Karadeniz Otoyolu, Kuzey Ormanları, Narmanlı Han ve daha nice örneklerde iki kelam laf eden oldu mu? Genelleme yaparak söylemek gerekirse, buna evet diyebilmek hayli güç. Görünen o ki Türkiye'de muhafazakârlık daha çok aile ve din olguları çerçevesinde şekilleniyor. Hepimizin gündelik hayatlarımızda kolaylıkla gözlemleyebileceğimiz bu yorumu destekleyen bir araştırma 15 yıl öncesine tarihleniyor. Prof. Dr. Hakan Yılmaz'ın proje yöneticiliğini yaptığı "Türkiye Muhafazakârlığı, Aile Din, Batı" başlıklı araştırma sonuçlarına göre; aile, "normal" yaşantıları tehdit eden yaklaşımlar, ekonomi ve din Türk muhafazakârlığını niteleyen önemli sacayaklarını oluşturuyor. Muhafazakârlar, konu bu ayakların dışına çıkınca aslında o kadar da "muhafazakâr" olmayabiliyor.
İşte bu nedenledir ki, yıkılan bütün doğal ve kültürel değerler, muhafazakârların "muhafaza" etmesini gerektirecek kadar önem arz etmiyor, araştırma sonuçlarında da ortaya çıkan gelenekten “yenilikçilik”e geçiş kabiliyeti bunu gerektiriyor. Hasankeyf’in birkaç yıl önce yıkılarak adeta beton yığınına döndürülmesi vicdanlarında en ufak bir sızıntı yaratmıyor. Zira "yenilikçi duruştan ve kalkınmacılıktan”; daha fazla AVM ya da maden açmayı, HES ve baraj yapmayı, daha fazla inşaatı, duble yolu ve dolayısıyla ranta dayalı bir kalkınma modelini anlıyorlar. Doğanın tahrip edilmesi; para söz konusu olduğunda anlamını yitiriyor, aksine bu alanların "ekonomiye kazandırılması", “muhafazakâr” yaşam biçimlerinin sürdürülebilirliği bağlamında neredeyse hayatî. Hatırlarsınız Melih Gökçek bir zamanlar şu itirafta bulunmakta beis görmemişti: "Çok cami yıktık. Biz yol olduğu zaman eski camileri yıkarız”. Kuzey Ormanları’nda milyonlarca ağaç kesildiyse kesildi, garanti müşteri sayısına dahi ulaşamayan, kullananların da astronomik rakamlar ödediği dört şeritli yollarımız var artık. Asıl olan inşaatsa, madense gerisi teferruattır... Nereye kadar? Bozkurt’ta yıllarca bu rant döngüsünden nemalanan muhafazakâr seçmenlerin başına büyük bir felaket gelene kadar… Nereye kadar? Cumhurbaşkanı’nın memleketi Rize’de insanların yaşam alanlarına müdahale edilene kadar… Örneklere devam edelim, Karadenizliler, bir avuç çevreci ve “Devlet benim” diye haykıran Havva Ana dışında sahil yolu ile dengesi allak bullak olan coğrafyalarına İkizdere vakasına kadar sahip çıkmadı. Zira Karadeniz otoyolu, HES'ler ya da Yeşil Yol, Karadenizlilerin gündelik yaşantısında, söz gelimi ticaret ve ibadet yapmalarına engel olmuyor, tehdit oluşturmuyor. Karadeniz Sahil Yolu’na karşı yaptığı çevreci mücadeleyle bilinen ve bundan 16 yıl önce silahlı saldırı sonucu katledilen Cihan Eren’i hatırlayan var mı?
En vahşi halini soluduğumuz kapitalizm, kulağımıza şeytanî biçimde “anı yaşa, geleceği torunların düşünsün”ü fısıldıyor. Zamanın başbakanının "Su akar Türk bakar lafı değişti, Türk yapar" diyerek HES’lere methiyeler düzmesi, günümüz muhafazakâr kalkınmacı zihniyetini pek güzel özetliyor. Ya da metro yapılırken "üç beş çanak çömlek projeyi geciktirdi" diye hayıflanmak da yine bu "yeni muhafazakâr" zihniyete cuk oturuyor.
Diğer yandan hayatları boyunca muhafazakârlıkla alakası olmayan, hatta hayatlarını bu ideolojiyle mücadeleye adamış "kültürel değer muhafazakârları", Kuzey Ormanları'ndan Kaz Dağları’na kadar onlarca eylemde "muhafaza" etmek adına TDK'nin muhafazakarlığı tanımladığı gibi "tutuculuk" yapıyorlar. Aylardır Validebağ’da bir avuç insanın direndiği gibi… Bu insanlar tarihe, kente, doğaya, yaşam alanlarına “tutunuyorlar”, ranta dayanan paraya tutunanlara inat.