Önce, bir “yanlış kullanımı” düzeltmekle başlayalım: AKP-MHP blokunun, “Türk tipi başkanlık” sistemi öneren Anayasa değişikliği teklifinin maddeleri, Meclis’ten “geç(e)medi”, bu maddeler yeterli “kabul” oyu alamadı. Bugünden itibaren ikinci tur oylamaların yapılacak olması da, bu ikinci turda ilk turdakine benzer bir sonuç çıkması halinde referanduma gidilecek olması da bu yüzden. Türkiye’yi ucu açık ve sonuçları belirsiz bir “tek adam” yönetimine sürükleyecek olan rejim değişikliği teklifinin Meclis’ten “geçmiş” olması için 367 ve üzerinde oy alması gerekiyordu. AKP-MHP blokunun toplayabildiği evet oyları bunun altında kaldı ve bir kabul/ret denkleminde tanımlamak gerekirse şu rahatlıkla söylenebilir ki bu teklifin yasalaşması Meclis’te ilk tur itibariyle “reddedildi”. İlk tur itibariyle alınan oyların 330’un üzerinde olması, maddelerin “Meclis’ten geçtiği” anlamına gelmiyor, referandum için gerekli oy sayısının aşıldığı anlamına geliyor. (*)
Ancak siyasetçiler, gazeteciler, hukukçular, oylamaların ardından ağız birliğiyle “Meclis’ten geçti” ifadesini kullanıyorlar. “Türk tipi başkanlık” rejiminden yana olanlar neyse, ama muhalif cephede de söylem bu.
Belki de buradan başlamak gerekiyor işe… Bu “kabul edildi”, “geçti” tabirleri, peşin bir “gidişat” izlenimi doğuruyor. Elbette herkes, yüksek ihtimalle bir referandum olacağının farkında; ama o hayati önemdeki referandum öncesinde, yanlış, haksız ve “Hayır”ın aleyhine bir algı yaratıyor bu söylem. Yolun sonunda anayasa değişikliğinin kabul edileceği yönünde zihinsel bir hegemonya oluşturuyor.
Zaten bir süredir Türkiye’deki iktidar bloğunun ve onun “lokomotifi”nin başarısı; toplumun hatırı sayılır bir bölümünün ortak düşünce kalıpları, gerçeklik algısı ve duygusal motivasyonu üzerinde kurduğu bu “hegemonik” etki değil mi?
“İşin içinde” olan muhaliflerin bile diline sirayet edebilen bu çarpık hegemonya, bir süredir kitlelerin siyasal davranışını, bireysel ya da toplumsal/sınıfsal çıkarları yerine; bir “inatlaşma”nın, bir kimliğin ya da onu temsil ettiği varsayılan bir liderin bekası üzerinden gerçekleştirmesine neden oluyor. Türkiye uzun bir süredir ekonomik, toplumsal ve siyasal bir krizin ortasında olmasına rağmen; bu krizin ortasında ve 15 yıllık iktidarı hasebiyle onun müsebbibi olan iktidar ve “lider” bu krizlerden hegemonik bir güç devşirebiliyor.
Oysa objektif koşullar bu durumun tersine yol açmalıydı. O halde “bu durumun tersi” de mümkündür. Türkiye’nin önüne “yeni anayasa”, “milli irade”, “istikrar” gibi, bir süredir her kapıyı açtığı varsayılan “maymuncuk” kavramlarla getirilen bu rejim inşasının nelere yol açabileceğini gören tüm kesimler, özellikle de toplumsal muhalefet, bu referandumu bir fırsat olarak görebilir. Gasp edilmiş/kaybedilmiş seçimler, açık siyasal baskı ve şiddet, bölgesel ve uluslararası konjonktürün yol açtığı handikaplar gibi nedenlerle bir süredir bir “umutsuzluk”, “mecalsizlik”, “çaresizlik” görüntüsü veren demokratik muhalefet için, olası referandum bir imkana dönüşebilir.
Doğru; bu oylama, hükümet, yargı, polis gibi tüm devlet araçlarının; medya, dini kurumlar gibi tüm ‘sivil’ araçların bir tarafın hizmetinde olduğu, üstelik “Olağanüstü Hal” yetkileriyle şişirilmiş bir gücün seferber edildiği koşullarda yapılacak. Ama bazen bu hormonlu haksızlıklar, bunca açık eşitsizlikler, haksızlığa uğrayanın avantajına da dönüştürülebilir. Toplumun karşı karşıya olduğu sorunların büyüklüğü ve çeşitliliği ile bunlar karşısında “Evetçi”lerin kayıtsızlığı düşünüldüğünde, halkı demagojik hegemonyanın etkisi yerine, “memnuniyetsizliklerinin gerçek kaynağı”nı görmeye yöneltmek için, bu adaletsiz yarışın kendisi bile bir aynaya dönüşebilir.
Bunun için belki öncelikle, Türkiye için barış içinde, demokratik ve laik bir gelecek isteyenlerin daha umutlu ve iyimser olması gerekiyor. Bunun için birkaç noktayı hatırlatmakta yarar var.
Son seçimlerde aldıkları oyların toplamına bakınca “Evetçi” AKP-MHP’nin yüzde 63 gibi bir avantajla yola çıktığı düşünülüyor. Oysa MHP’nin Meclis grubuna da yansıyan ‘kafa karışıklığı’nın tabanda çok daha yaygın ve “Hayır” lehine olduğu açık… Koltuğunu kaybetmek üzereyken hükümetin uzattığı yardım değneklerine tutunan ve kısa bir süre sonra da parti içi muhalefeti temizlemek için “FETÖ” bahanesine kavuşan Bahçeli’nin, “Kürt düşmanlığı” ve “savaş” rüzgarlarıyla yelkenleri şişirip hükümet limanına yanaştırdığı yaralı kadırgasını, tersten esen başkanlık rüzgarı altında kontrol etmesi zor görünüyor. Muhalif MHP’li siyasetçi ve seçmenlerin daha şimdiden “Hayır” kampanyalarına katılmaya başlaması bunun bir işareti.
Fakat bundan da önemlisi “esas oyuncu” içinde de durumun çok süt liman olmaması... İktidarla ve elbette onu temsil eden “liderle” en kritik virajlarda birlikte davranmış bazı kesimlerin ve isimlerin başkanlık konusundaki tereddüt ve itirazlarını açıktan dile getirmeye başlaması; üstelik bunun AKP içindeki bazı gruplar arasında, (çoğunlukla ‘merkez’den gelen hakaret-tehditlerle dolu) açık tartışmalara yol açması bunu gösteriyor.
Yazı çok uzadı. Birkaç örnek verip, önümüzdeki günlerde bunu genişletebiliriz.
En dikkat çekici itiraz ve ‘uyarı’lar, uzun yıllar Yeni Şafak’ta başyazarlık yapan ve Erdoğan’la hukuku bilinen Star yazarı Ahmet Taşgetiren’in yazılarında görülüyor. Taşgetiren, üst üste yazdığı yazılarda, referandum sonucunun olumsuz olması ihtimaline karşı uyarılarının arasına, Başkanlık sistemine ilişkin tereddütlerini de yerleştiriyor. Dikkat çektiği ve ısrarla üstünde durduğu noktalardan biri, “FETÖ operasyonlarının muhafazakar kesimlerde hemen her aileye dokunmuş” olması. Taşgetiren bunun “referandum hesabı” yapılırken dikkate alınması gerektiğinde ısrar ediyor…
“Davutoğlu’na yakın” isimler olarak anılan Karar gazetesi yazarlarının önemli bir bölümü de başkanlık sistemi konusunda tereddüt ve itirazlarını açıkça belirtiyorlar. Bir dönem Başbakan başdanışmanlığı yapan Etyen Mahçupyan, “Çocuklarınız utanacak” başlığı taşıyan dünkü yazısında AKP’nin “fırsatçılık” yaparak “bağnaz milliyetçiliğe” prim verdiğini söylüyor ve şöyle devam ediyordu: “Sonucu belirsiz bir referandum ortamındayız ve MHP fikriyatı AK Parti’yi kuşatmış durumda.” Bir süredir bu eleştirilerini dile getiren Mahçupyan’ın “sıkı reisçi” bir bulvar gazetesi tarafından bel altı bir vuruşla Hrant Dink cinayetine iliştirilmesi ise AKP’deki ‘siyasi merkez’in bu eleştirilere karşı tahammül düzeyini gösteriyor.
Benzer bir durum, bir dönemin altın çocukları olan Genç Siviller için de geçerli. Türkiye gazetesinde, Başkanlık önerisinin “otoriter” olduğunu “bürokratik vesayet” yaratacağını ve “yetkinin Meclis’te kalması gerektiğini” söyleyen Yıldıray Oğur, aynı merkezin namlı tetikçileri tarafından neredeyse “FETÖ’cü” ilan edildi, gazeteden kovulması istendi.
Bir zamanlar Erdoğan’la çıktığı TV programlarında “Ben ne zaman bir hayal kurmaya kalksam siz onu yapmış oluyorsunuz, ne olacak benim halim” minvalinde ‘soru’lar sormasıyla bilinen İslamcı Hakan Albayrak’ın da “Evet ile hayır demek arasında bir fark yok” dediği ve neredeyse bir boykot çağrısı gibi okunabilecek yazısı not düşülmeli.
Yukarıdakiler, ‘temsil’ kabiliyetleri nedeniyle seçilmiş dört örnek. “Bu isimlerin ve yazdıkları/söyledikleri mecraların Erdoğan’ın karizması karşısında ne etkisi var” hükmü bu kez peşin ve isabetsiz bir hüküm olabilir. Zira Ahmet Taşgetiren şahsında “Aksaçlı” İslamcıların, geleneğin; Mahçupyan şahsında “merkez sağcılığın”; Yıldıray Oğur şahsında geriye kalan son liberallerin; Hakan Albayrak şahsında daha genç ve dinamik siyasal İslamcı enerjinin tereddütlerinin dile geldiği söylenebilir. Böyle kritik kavşaklarda, tek tek ele alındıklarında “önemsiz” gibi görünecek kişilerin; yarattıkları entelektüel-moral meşruiyet ve (hiç değilse fikren) sözcüsü oldukları kesimlerin ‘merkez’le ilişkisi açısından bir ‘çarpan’ etkisine sahip olabileceği unutulmamalı.
“Düşmanlar Türkiye'yi dört yandan kuşattı, bölüp parçalayacaklar; Erdoğan da devletin sigortası, sistemin güvencesi” söylemi, seçmene her daim bir “hikaye” anlatmayı başarmış olan iktidar açısından bu dönemin “hikayesi” olarak öne çıkıyor. Bu hikaye, etrafında bazı milliyetçileri, ulusalcıları, eski Kemalist bürokratı da topluyor. Ama 15 yıldır kendisiyle birlikte yürüyen bazı ‘ortak’ları üzerinde etkili olamadığı görülüyor.
Ekonomik, siyasi ve toplumsal zorluklar ile güvenlik endişesi içindeki halkın bu “hikaye”den yola çıkarak kendi sorunlarıyla ilgisiz görünen bir rejim değişikliğine razı olmasıysa, ancak “aksi yeterince anlatılamazsa” mümkün olacak gibi görünüyor.
(*) Adını anmadan geçmek olmaz: Yıllarca politika editörlüğü de yapmış ve “meseleleri izlemeye” çalışan biri olmama rağmen, gözümün önündeki bu yalın gerçeği ve bunun önemini bana bir sohbet esnasında hatırlatan, bir tıp doktoru olan Dr. İlker Küçükparlak oldu.