Beş-altı milyonumuzun oy verdiği, Erdoğan, AKP-MHP koalisyonu ve devletin ezip târumâr ettiği partinin eş genel başkanı, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en parlak, en yetenekli ve en çok umut veren siyasetçisi Selahattin Demirtaş, cezaevinde bir resim yapmış, onu yolladı hepimize. Yoksa meslekten laf ebesi köşeyazarlarını okumak yerine bir süre bu resme mi baksanız?
Tabiî referandum yazısı yazmam lazım. Köşeyazarı bekler bekler, son gün veya iki gün kala, kesin darbeyi vurur: Oyum şudur! Ve ülke karışır. Oyu öyle olanlar sevinç içinde ayağa fırlar, hoplaya zıplaya koşuşmaya başlarlar. Oyu öyle değil böyle olanlar hüsrandan çökmüş omuzlarının üzerinde, bugüne kadar olduğu şey olmaktan pişman beyinlerini gereksiz yük gibi taşıyan başları eğik, yüzleri yeisten kararmış, teessürden başka şey okunamayan bakışları yerde, sevinçle koşuşanların ayaklarına takılırlar. Köşeyazarı böyle de mühim bir kimsedir!
Ancak bu defa çaresizdir! (Dramatik müzik girer)
Herhalde pek az zaman, pek az ülkede, seçim, referandum, vesaire, herhangi bir tercih mecburiyeti karşısında, “oyum şuraya” demek bu kadar işlevsiz kalmıştır. Hepimizin ne yapacağı, niye yapacağı belli; belirsizlik içerisinde olanların da köşeyazarınızı okuması ihtimali sıfır.
Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarının mükemmelen başardığı iş, kadroları ve kendilerini destekleyen kitle ile başka herkesin her türlü diyaloğunu kesmek oldu. Özellikle halk önünde tartışabilme imkânını.
Evet, onlardan önce de bugün cephe cepheye gelmekte olan iki toplumun diyaloğunu, münasebetini, hele aynı yeri, ortamı, günlük hayatı paylaşıyor olmanın icabı olan tartışmayı çok mu istiyor, çok mu önemsiyorduk, diye sormalıyız. Ama özellikle Erdoğan, bir aşamada, tasarladığı iktidar yapısı için, mânâsı, işlevi giderek birçoklarınca kavranmaya başlanan diyaloğu, tartışmayı kesmenin olmazsa olmazlığına hükmetti. AKP’nin iktidara gelip ilk salvoları atlatmasından sonraki birkaç yıl içerisinde “hayatın olağan akışı”nın parçaları olabilecekmiş gibi görünen çoğulculuk ve demokratikleşme adımları sürse, bizzat AKP ve MHP’lilerin bir kısmı da korkularından, komplekslerinden kurtulabilse, serbestliğin tadını alabilse, ne bugünkü gibi bir iktidar yapısı kurulabilirdi ne de tahakküm ve kudret tutkusu yüzünden şu anda akışına kapıldığımız çamurlu sel suyunun içerisinde debeleniyor olurduk. Televizyonlarda AKP önderleriyle başkaları rahat rahat tartışabilse, meselâ her eğilimden insanlar Selahattin Demirtaş’ı karşılarında birileriyle tartışırken bol bol dinlese, hele, büyük kalabalık, taptığı “Reis”i ve adamlarını birileriyle tartışırken izleyebilse… nasıl olurdu?
'DÜŞMAN KAMP' ŞARTTI
Erdoğan, kendileri için hayırlı olmayacağına karar verdi. Önce AKP’li siyasetçilere başkalarıyla halk önünde tartışmayı yasakladı. İktidar partisini, bilahare işleri bitti sayılıp ardiyeye kaldırılacak vazifeli gazeteciler temsil ediyordu. O zaman pek bir mağrur, pek kendilerinden emindiler; saçlarını yapış yapış, giysilerini sırılsıklam eden riya ve yalan dolanın kondukları eski eşya deposunun soğuğunda kendilerini tir tir titreteceğinden haberleri yoktu. Bize sundukları, önceden karar vermişlik, laf anlamazlık kültürüydü; demagoji kutsal, altta kalmamak tek değerdi. “Reis” onlardan tek şey bekliyordu: Ne pahasına olursa olsun göğüslerini siper etmelerini, hangi vazifeyle orada bulunduklarını bir an bile unutmamalarını. Aralarından biri kazara mâkûl davranmaya kalkarsa fırçayı yiyor, tukaka ediliyordu. Nitekim bir gün geldi, karşılarındakilerle en azından görünüşte medenî ilişki kurabilenler depoya kaldırıldı. (Utanan hiç var mıdır aralarında acaba?)
Anlamak, anlaşmak, konuşmak, akıl, mantık, muhakeme… Hiçbirinin zaten doğru dürüst yeşeremediği siyasî-toplumsal kültürümüze Reis müdahalesinin katkısı ölümcül oldu.
Çünkü esas hedef gerilimdi, uzlaşmazlıktı, “düşman kamp” kavramını siyasetin kalbi yapmak, hayatın ortayerine yerleştirebilmekti. Böyle bir musibet zaten ortalıkta dolaşıyordu, alıp kendi zehirli gazlarıyla şişirdiler. Öncelikle “hasım”da zaten varolan küçümseme ve nefret birikiminden yararlandılar. Sonra kendi muazzam riya ve giderek saldırganlık kapasitelerinden.
Dinî kültüre ettikleri de ölümcüldür. Bakmayın bugünkü hakimiyet haline, iki kuşak sonra “Müslümanım” diyen, “İslâmcıyım” diyeni yanına yaklaştırmayacak. Fakat bugün için, hasım kamplar yaratmada dini etkeni muazzam ustalıkla, üstelik “Türk milleti”nin hassas noktalarına dokunan milliyetçilik ve ırkçılıkla da hemhal ederek kullanabildiler.
HASIMLAŞMAYLA MÜCADELE
Ve esasına bakarsanız, burada içerikten çok hasım kamplar yaratma stratejisi belirleyiciydi. Buna karşı yegâne etkin mücadele yolu, hasımlaşma yerine tartışmayı, yani bir tür ilişkiyi, bağlantıyı geçirebilmekti; buna da ne yazık ki kimsenin ideolojisi, takıntıları, alışkanlıkları elvermedi. Şimdi şimdi, bu konuda bir uyanışın ilk belirtileri sezilebiliyor. Umalım ki “birileri birilerine gerçeği öğretiyor” havası bu filizleri boğmasın.
Referandum, toplumu iki nihaî kampa bölüp birini öbürüne mütehakkim kılma stratejisinin son ayağı. Toplum bu halde kaldığı sürece mutlaka ama mutlaka otoriter bir yönetime, “yönetici”ye tâbi olacaktır. Bu yüzden, evet de çıksa değişmeyecek hayatî ihtiyaç, hasımlaşmaya, düşmanlaşmaya karşı mücadele diye düşünüyorum.
Evet, çok zor. Her şeyden önce, sabır ve tahammül zor. Aklını korumak zor. En zoru da, başkaları adına utanma denen ağır yükü taşıyabilmek. Altında eziliyoruz resmen. Ahmet Altan’a, Mehmet Altan’a “darbecilik”ten “üç defa ağırlaştırılmış müebbet” istenebiliyor; ilk duyduğum, tepki, öfke değil, derin bir utanç: Nasıl bir küçülmedir!..
BAŞDANIŞMAN, HAYRETTİN BEY VE REZİL BİR HERİF
Erdoğan’ın başdanışmanlarından İlnur Çevik, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Anayasa değişikliği kampanyası eşit şartlarda olmadı” sözlerine cevap niyetine şöyle demiş: “Gerçekten, ‘evet’ kampanyası hem yurtta hem de yurt dışında çok zor şartlar altında yapıldı!” Hepimiz biliyoruz ki, bu adamın yakınındaki kimse bu yüzden onunla ilişkisini kesmeyecek, hattâ belki gülüşecekler. Vicdan-merhamet-izan yoksunluğu, mevcut iktidarın âdetâ karakter özelliği. Doğru dürüst diyalog ve tartışma ortamında bunu böyle sürdüremezlerdi, sürdüremezler.
Allah’ın bir nevi doğrudan sözcüsü rolü oynamaya çalışan, kendinden menkûl fetvacı Hayrettin Karaman, evet oyu atmanın “farz” olduğunu söyledi! Muktedir İslâmcı camiasından bir tek Allah’ın kulu çıkıp da, sen kim oluyorsun, diyemiyor. Hepimiz biliyoruz ki, “içinden” bunu pek yanlış bulan din âlimi de, iktidar bizimkilerden gitmesin, diye sesini çıkarmıyor. Çünkü sırf bu herifler için öyle bir sözde-din imal edildi ki, riya kabahat değil. Açık tartışmanın yapılabildiği ortamda Hayrettin Karaman gibiler bugünkü gibi atıp tutmaya imkân bulamaz. Birileri kalkar, cesaret eder, ne halt yediğini koyar ortaya. Hasımlığın değil tartışmanın olduğu yerde zaten böyleleri yaşayamaz; onların ortamı değildir.
Ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir çalışanı, evet diyenler kazanırsa, hayır diyenlerin “karısının kızının” onlara helâl sayılacağını ortalıkta dile getirdi. Hepimiz biliyoruz ki, bu ahlâksız hem ahlâken kusuru olmadığını düşünüyor hem de tek başına değil. Hayrettin Bey gibiler sayesinde. Tartışma olsaydı, diyalog olsaydı, bu adamın rezilliği farklı kesimleri temsil eden farklı kişiler tarafından ortalık yerde kınanacaktı, tekrarı zor olacaktı.
RESME BAKALIM, HEP BERABER...
İki şıklı referandum ortamı, hasımlaşmayı pekiştirmek için idealdi. Diyaloğu keserek başlattıkları hasımlaşmayı derinleştirme sürecinin bundan sonra gidebileceği durak kalmadı. Bundan sonrası, eğer mâkûl bir yere dönülmeyecekse, uçurum.
Hayır çıkarsa, ne âlâ, tekrar insan gibi yaşama şansımız daha çok olacak. Evet çıkarsa, evet, kötü olacak, ama ertesi gün ortadan kaybolmayacağız. Yaşamamız gerekecek ve onurumuzu korumak isteyeceğiz. Bu toplum, Erdoğan’ın -evet çıkarsa muhtemelen AKP’yi de un ufak edecek- otoriter iktidarına giden yola düşmeden önce de ne korkunç zamanlardan geçti. Türkiye’nin batısında yaşayanlara önerim, rastgele bir Kürt iline, köyüne gidip rastgele insanlara hayatlarının on yılını, yirmi yılını anlattırsınlar. Hayatta kalma eğitiminin en etkilisi. Hızlandırılmış onur koruma kursu.
Yukarıda kısacık değindiğim “filizler” konusunu hiç aklımızdan çıkarmasak ne güzel olur: Toplumu nihaî olarak düşman kamplara böleyim diye kalkıştıkları kirli oyun, belki de ilk defa birilerinin “öteki”lere dert ve laf anlatmak için canla başla didinmesine dönüştü. HDP’nin 7 Haziran 2015 dönemindeki “ne pahasına olursa olsun muhatap arama, bulma, dert anlatma” ısrarı belki de böyle bir yaklaşım ve tavır değişimini teşvik etti. Bu ne hayırlı bir gelişmedir!
Beş-altı milyonumuzun oy verdiği, Erdoğan, AKP-MHP koalisyonu ve devletin ezip târumâr ettiği partinin eş genel başkanı, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en parlak, en yetenekli ve en çok umut veren siyasetçisi Selahattin Demirtaş, cezaevinde bir resim yapmış, onu yolladı hepimize. Yoksa meslekten laf ebesi köşeyazarlarını okumak yerine bir süre bu resme mi baksanız?..
Gidelim, hayır’ımızı atalım, evet çıkarsa bu toplumda muktedirlerin kesmeye çalıştığı ilişki, diyalog ve rabıtayı nasıl kuracağımıza kafa yoralım, uğraşalım.