Aylardır bu referandum memleketin önüne nereden geldi, nasıl
geldi ve en önemlisi başımıza ne geldi, daha ne gelecek
tartışıyoruz. Olması gerektiği gibi, tartışmaya konuşmaya devam
edeceğiz. Olup biteni anlamak, geleni kestirebilmek için her zaman
söylenmeyene, görünmeyene, daha geriye - daha derine bakmak
gerekmez. Bazen ulu orta, açık saçık, "dümdük" yüzümüze söylenenler
çok daha fazla şey anlatır. (Bir zamanlar pek popüler olan, "niyet
okuma eleştirilerini" hatırlayınca, "niyet gayet okunaklıysa
okumanın ne mahzuru var" demek geliyor)
Cumhurbaşkanı Erdoğan "düz okumaya" çok uygun bir siyasi
şahsiyet. "Olumlu" vaatler ve ileri hedefler konusunda son derece
yanıltıcı ama tehditler ve yakın fırsatlar konusunda da o derece
"açık sözlü". Dünyayı, ülkeyi nasıl algıladığı, içinde bulunduğu
şartları nasıl değerlendirdiğini pek saklamıyor. Özellikle
tehditlerinin sonuca ermesi konusunda da son derece titiz.
Pragmatik zaafları güvenilir destek zannetmesi yüzünden,
"kendisinden beklenenler" kısmında sorunlu refleksleri var ama
kendi istedikleri konusunda gayet net ve bunları ulu orta
açıklamaktan hemen hiç çekinmiyor. Taktik hamleleri sakladığı
oluyor ama stratejiyi pek gizlemiyor aslında.
İki gün önce Erdoğan, partisine yeniden üye olduğu törende yeni
şeyler söylenmeyen dağınık bir konuşma yaptı ama yine de olup biten
hakkında epey şey anlattı. Referandum sürecinin kendisi için
tarihsel arka planını çizdi. Toplumu ve siyaseti nasıl algıladığını
ve ne beklediğini söyledi. Sonra da, artık literatüre girdiğini
iddia ettiği "AK Parti tarzı siyasetin" kavramsal çerçevesinin
çizilmesi talimatını verdi. Çünkü, neredeyse yirmi yıldır o
yapıyor, birileri de kavramsal çerçeve uydurma veya kavramsal
çerçeveye sığıştırma işini üstleniyor. (Şimdi ekibin önemli bir
kısmı tasfiye oldu ama olsun)
Referandum hikayesini anlatırken kullandığı üç aşamalı tarihi
arka plan, Erdoğan'ın zihninde olayın nasıl biçimlendiğini
özetliyor. Birincisi, 200 yıla dayanan politik - ideolojik
evveliyat. İkincisi, on yıl önceye dayanan "güncel geçmiş" dediği
(bunu 90'lı yılların başına kadar geriletmek mümkün) "sağlanmış
fırsatlar". Üçüncüsü son birkaç yıldır yeni stratejiye uygun
"geliştirilen imkanlar". Yani hikaye mealen şöyle: "200 yıl önce
kalabalık dirence rağmen bir yola girilmişti, (son yirmi beş yılda
ve asıl) 2007 yılında önümüze bir fırsat getirildi, krizler
üzerinden yarattığımız imkanlarla ilerledik".
"Türkiye için parlamenter sisteme geçiş Osmanlı'da yapılmış
Cumhuriyet'te devam edilmiştir. Bu dönemi kimsenin gül bahçesi gibi
göstermeye hakkı yoktur". Meclis-i Mebusan başlangıç kabul
edilecekse süre 150 yıl civarında. Erdoğan ısrarla 200 yıldan
bahsediyor. O zaman Tanzimat, batılılaşma, reform işlerine
gidiyoruz, iş yönetim sistemi meselesinin biraz dışına taşıyor. Bu
karışık tarih hesabı, ancak Erdoğan'ın zihninde veya konuştuğunu
düşündüğü zihinlerdeki, "gücün paylaşımı, batı zorlaması bir
zaafiyet görüntüsüdür" indirgemesiyle çözülebilir. Üzerinde
ilerlediği bu zihniyetin kimyası da, kurduğu ilişki de artık
sorunlu. "İslamcıların tasfiyesi" tartışmalarında "Tekke'ye mürit
aramıyoruz" diyerek "trenden inenlere" karşı "trene binenlerden"
yana tavır alması da bunun göstergesi.
"2007'de sistem bir kez daha tıkandığında artık bu işin
böyle gitmeyeceği ortaya çıkmıştır. O yıl cumhurbaşkanının seçim
yöntemi değiştirilmiştir. Bu kararın verildiği gün yönetim
sisteminin fiilen değiştiği gündür
aslında". Kronolojideki kritik nokta 2007, politik olarak
hayli "zengin" bir sene: Cumhuriyet Mitingleri, e-muhtıra, 367
krizi, genel seçim ve referandum. Erdoğan'ın işaret ettiği bu
hareketli senenin özeti; muhalefet tarafından hemen her yol
denenerek, "büyük tehlike" olarak görülen Abdullah Gül'ün
Cumhurbaşkanı seçilmesinin engellenmesi çabası. On sene sonra
neredeyse aynı aktörlerce bulunan çözüm; "Abdullah Gül muhalefetin
ortak adayı olsa". Yani eski zenginliği olmasa da, diğer aktörlerin
fırsat üretme çabası devam ediyor.
"AK Parti'nin tek başına iktidara gelememesi 7 Haziran'da
ülkemizi bir krizin eşiğine getirdi. Ülkemizi bu krizden sağ salim
çıkarıp 1 Kasım'da seçime girdik". "Bu şahıs, parti meselesi
değil" diye başlayan tarih okumasının en güncel "kriz" başlığında
elbette iktidarı kaybetmek var. Güncel arka plan, savaş politikası,
Suriye meselesi, 15 Temmuz ve haçlılar bahsi ve "milletle beraber
engelleri aşma" iddiası ile sürüp gidiyor: "Çukurlara gömdük, bedel
ödettik, ödeteceğiz, hevesleri kursaklarında kalacak, acımayın
acınacak hale gelirsiniz" şeklindeki intikamcı haleti ruhiye bu
yolculuğa eşlik ediyor. "Bir süreç yönetme yöntemi olarak kriz
üretme" faaliyetleri, Erdoğan'a göre 16 Nisan itibarıyla da sonuç
verdiği için devam ettirilecek. Avrupa ile "vira bismillah".
"Milletimizle aramızdaki muhabbete baksalar, 15 yılın
sırrını çözecekler. AK Parti olarak bizim en büyük gücümüz
milletimizin değerlerine sahip çıkmamızın yanı sıra hayat
kalitesindeki artıştır". Bu basit formüldeki asıl sır,
"değerlere saygının" öteki değer ve eğilimlere saldırı (en azından
yok sayma) şeklinde tezahür etmesi. "Biz saygılıyız" lafını, "onlar
saygısız" şeklinde söylemek. Artık dozunu nasıl ayarlarsan; alaycı
bir tondan düşman - hain suçlamasına kadar. Hayat kalitesi
faslındaki anahtar ise, her seviyede, yükseldiği kolay fark
edilecek, vazgeçilmesi zor ve iktidara ilişik kalite vasatları
üretmek. Çok kabaca "gidecek nereniz var ki" sözünü uygun biçimde
hatırlatmak, hatırlanacağı "seçimler" yaratmak. Destekçisine mahkum
olmayan, destekçisini mecbur bırakan bir siyaset.
Bütün bunları alt alta sıralayınca, neredeyse on yıldır sağlam
biçimde devam eden destek konsolidasyonunun arkasındaki zihni
zincir görülüyor. Bu konsolidasyon sadece oy tabanı ile ilgili
değil, farklı konjonktürlerde eklemlenmiş bütün siyasi eğilimler de
mecburiyet tuzağına giriyor. Liberaller için sarsıcı biçimde
yaşananlar, şimdi İslamcıları bekliyor. Milliyetçiler için ise
operasyon halen devam ediyor. Konsolidasyonun aktif destek dışında,
içeride ve dışarıda suskunluk ve yalancı gürültücülük tarafı da
var. Seçmen grupları, çıkar çevreleri, siyasi eğilimler ve son
olarak partiler, esaslı bir kopuşu göze alamadıkları için
mızırdanmalar eşliğinde anahtarlarını Erdoğan iktidarına ve onun
"tarzı siyasetine" teslim ediyor.
"Artık bir realite olarak Ak Parti tarzı siyaset vardır.
Literatüre girmiştir. Gelecek nesiller için kavramsal
çerçeveye oturtulacaktır" sözleri fırsatçı bir siyasetçinin
"atla Üsküdar'a geçme" hikayesinin aslında biraz daha uzun olduğunu
gösteriyor. Ama hikayenin omurgası, yine bu sözlerde olduğu gibi,
getirilen sistem değişikliği veya rejim inşası değil, siyaseti
anlama biçiminin yerleştirilmesidir. "Ben yaptım, size tarifi
kaldı" meydan okumasına verilecek karşılık, bu tarzın içinde
formüller bulmaya çalışarak yeni "fırsatlar" üretmek değil, tarzı
sorun etmeye başlamak olmalı. İdeolojik tarlalara çekirge sürüsü
gibi giren iktidar aklından "devrim" üretmeye, toplumsal
desteğinden "pozitif sosyoloji" bulmaya kalkanlar yine çıkacaktır
ama emin olun "derinde" fazla bir şey yok.