Her alanda kalınan yerden devam ediliyor. Yargı tarafında;
"uydurulmuş suçlarla", artık adaletin değil aklın sınırlarını
zorlayan kararlarla, gözaltılar, tutuklamalar ve mahkumiyetler
uygulanıyor. Hapishanelerde, karakollarda ve sokaklarda insan hakkı
ihlalleri artarak devam ediyor. Oğlunun kemiklerini almak için
açlık grevi yapana para cezası, işini isteyeni destekleyene
gözaltı. Kişiselleşmiş iktidarın fütursuz örnekleri, "kitabına
uydurma" çabasına bile girilmeden işleme konuyor. Partili hakimler
göreve başlıyor, liyakat değil "yakınlık" makam ölçütü sayılıyor.
Ekonominin seyrinde değişiklik yok: Enflasyon, işsizlik, cari açık,
gizli faiz artıyor; istihdam seviyesi, büyüme oranı, ekonomik
canlanma artmıyor. Dış politikada da durum hiç parlak değil.
Çin'den Amerika'ya gidilen uzun yollar sonucu değiştirmiyor, altı
kırık sepetlerde yumurta durmuyor. Fotoğraf albümünü
zenginleştirmek zevahiri kurtarmaya yetmiyor.
Bunlarda büyük sürprizler yok. Zaten olmakta olana, olanın
beterleşmesine, kalıcılaşmasına itiraz eden hiç de az olmayan
kalabalık bunun için hayır dedi. Zaman zaman "referandum
tartışmalarında" da gündeme geldiği üzere, itiraz edenler, hayır
diyenler "yöntemsel" kafa bulanıklıkları yaşasalar da, dozu ve
hedefi bazen şaşırsalar da, 16 Nisan'ın öncesi ve sonrası açısından
durdukları yeri sorgulayacakları bir durum yok. Şaşkınlık ve
bozulma fazla derinde değil daha yüzeyde. Baskı koyulaşsa da,
alanını genişletse de, sıkıntılar derinleşse de, hayır tarafında
referandum öncesine göre daha umutsuz bir ruh hali de yok aslında.
Referandum öncesindeki tablo hatırlanınca, hissiyat kıyas kabul
etmez biçimde daha olumlu. Hatta yalpalamaların, saçmalamaların bir
kısmı fazla ve aceleci bir umuttan sanki. CHP'de yaşananları ve
"böyle bir şey olabilir mi?" dedirten gelişmeleri biraz iyimser
zorlamayla "kendine gelme hali" gibi görmek bile mümkün.
Asıl artacak, büyüyecek, giderek can sıkacak, çürütecek şeyler
ve bunların beslediği derin "geleceksizliklik" hissi, daha çok
diğer tarafta. İlk bakışta saçma gibi geliyor; durumunu
değiştirmeyenin, pozisyonunu korumuş görünenin rahatının yerinde
olması, "tehlike geçtiği için" huzura ermesi beklenir. Ama kazın
ayağı öyle değil. Çünkü, "totalitarist hareketler" önce ve aslında
yalnızca kendini destekleyenlerin, suç ortağına çevirdiği
(zorladığı) taraftarlarının "özgürlüğünü" alıyor. Görünüşte,
"ötekileri" hapsediyor, kuşatıyor, sıkıştırıyor ama itiraz etmeyi
sürdürenlerin özgürlüklerini aslında alamıyor. Referandum sonucu
itibarıyla özgürlüğünü kaybeden ve bunu giderek daha çok hissedecek
olan, evet diyenler. Basit bir "tatava etme bas geç" meselesi değil
yaşadıkları. Yanlış olduğunu açıkça bildikleri ve gördüklerini
savunmak zorunda bırakan anafor iradelerini emiyor. Adaletsizliği
desteklemek (sessiz kalmak), yapandan fazla "gerekçe" bulmak
zorunluluğu, bitmeyen "kendini ikna" mecburiyeti demek.
Muhalefet edenler, itirazı olanlar söyleyemedikleri,
söyledikleri nedeniyle maruz bırakıldıkları, seslerini
duyuramadıkları için acı çekiyorlar. İktidara mecbur olanlar ise,
giderek daha fazlasını söylemek zorunda olmanın yükü altında
eziliyorlar. Bu yüzden; vatandaşı haksızlık yapan devlete karşı
korumak için kurulan yüksek mahkemenin başkanı, peşin ve toptan
"devlet haksızlık yapmıyor ki" şeklinde ihsas-ı rey açıklıyor. Bu
yüzden; meslektaşlarını hedef göstermiş gazeteci veya hakkını
canıyla savunanlarla alay eden yazar, hamaset ipine sarılarak
gerekçe üretmek için çırpınıyor. Bu yüzden, "yeterince yandaş
olamamak" korkusu, açıkça karşı olmanın risklerine giderek daha
fazla yaklaşıyor. Haksızlıkları bilerek ve isteyerek en görünür
biçimde hayata geçiren iktidar, bu haksızlıkları desteklemenin veya
suskunluğun da aynı kabalıkta ve açık seçiklikte olmasını istiyor.
Muhaliflerine yapabildikleri, taraftarlarına yaptırabildikleri ile
yarışır hale geliyor.
Bu potansiyel sıkıntının, giderek daha görünür olan ve baş
etmesi zorlaşan sıkışmayı toplumun vasıflarıyla ilişkilendirmek ve
sadece iktidarın "sadakat" beklentisine bağlamak zor. Gönüllü bir
tarafı var işin. Ancak, seçilmiş olsa da mecburiyetin yükü
değişmiyor, hatta artıyor. Konunun iktidarın çizgisinde yaşanan
değişimle de açıklanması isabetli görünmüyor. Çünkü, "iktidar
projesi" olarak üretildiğindeki fabrika ayarları da pek düzgün
sayılmaz. Yaşananlar biricik ve sadece buraya özgü de değil. Farklı
zamanlarda, farklı coğrafyalarda da benzerleri (hatta daha güçlü)
desteklendi. Kollektif tatmin sürdükçe ve sürükleyen akıntının
debisi artıkça da destek devam etti. Akıntı, kendini bırakana
yaşattığı hafiflik ve götürdüğü "gelecek" kadar taşıyıcı
olabiliyor. "Bize karşı olanları ilerde daha çok döveceğiz" vaadi,
sürükleyici bir gelecek hikayesi değil, üstelik artık sürekli kürek
çekmek gerekiyor.
Bir adım geriye çekilip bakınca, Kemal Gün, Nuriye Gülmen ve
Semih Özakça mı özgür, kendini onların yaşadıklarını/yaptıklarını
hafifletmekle görevli hissedenler mi? Hapisteki gazeteciler mi,
yenilerinin alınması için işaret edenler mi? Bu soruların cevabı
çok kolay. Zaten bu yüzden çıkan sesin büyüklüğüne değil, o sesin
varlığına bu kadar öfke. Yüz yüze kalınan şeye tahammül edilemiyor,
yüz yüze bırakana saldırılıyor. Verilen tepkilerin dozu, "iktidar"
diyen evet tarafındaki sıkıntının, "siyaset" diyen hayır tarafına
göre daha derin olduğunu düşündürüyor. Diğer bütün faktörleri
dışarıda bıraksak bile, giderek tabana doğru yayılacak bu gerilim
sanılanın üzerinde enerji emdiği için, yapay istikrar
sürdürülebilir olmaktan uzaklaşıyor. Siyaseti bir "özgürlük eylemi"
olarak görenler oldukça bu çatlak daha da genişleyecek.