Siyaset literatürü güçle istikrar arasındaki ilişkiyi pozitif tanımlamıyor. Korkuyla güç yaratanlar, güçlerine mecbur, korkulara tutsak oluyor. İşte bu yüzden demokrasi mücadelesi tarihi, gücün sınırlanması ve kontrol edilmesine dayalı sürekli bir "istikrar arayışı" aslında.
Geçen hafta ilk yazıyla başladığımız "referandum tartışmaları"na bu hafta da devam. Çünkü bu tartışmalar, içinde bütün meselelerin yer bulduğu memleket kadar büyük bir zemin. Geçen haftanın bahsi "siyasi sorumluluk"tu. Bu hafta da, kampanyada sık dile gelen "korku" temaları.
İktidar bloğunun üzerinde ve etrafında dolaştığı korku temaları hayli fazla ama biz birkaçı ile yetinelim: "Geçmiş korkusu" (beka davası), "istikrarsızlık korkusu" (güçlü Türkiye), "siyaset korkusu" (milli irade) ve "sonuç korkusu"...
***
"Evet" kampanyasının "beka davası" sözcülüğünü almış görünen Devlet Bahçeli, Salı günü grup konuşmasında, neden Erdoğan yanında saf tuttuklarını anlatırken yüzyıl önceye referans veriyor:
"O gün ülkemizi çöküşe götürenlerin tamamı bugün de mevcuttur. Dışarı çıktığınızda etrafınıza bakın o günkü aktörler bugün de vardır ama o zaman olmayan kudret bugün vardır".
Özellikle Türk milliyetçiliğinin ama genel olarak Türk sağının her dara düşüldüğünde müracaat ettiği "beka davası", toplumsal şartlı refleksin de çalıştırma düğmesi. Hemen ardından "dış - iç mihrak" listesi geliyor.
Ancak, Bahçeli'nin "hainleri" işaret edeyim diye kullandığı bu cümlede arkadaki asıl korkunun izleri var: "Beka" gündemdeyse, "dışarıya ve etrafa" bakılır. Ama asla "asıl sebebin" görüleceği aynaya veya "muktedire" değil.
Bu yüzden, ülkenin her meselesi "dışarıdan gelir" ve "beka davası" hiç bitmez. "Geçmişle korkutmak" bir yüzleşme içermediği için, kuyruğuna bağlı tenekenin çıkardığı sesle irkilip titrenir, kendine dönerken bütün aynaların üstü örtülür.
***
Evet kampanyasının "pozitif" sloganı gibi görünen "güçlü Türkiye için Evet" de arkasında bir başka korku teması saklıyor. "Acelemiz var, demokrasi bizi yavaşlatıyor" diye tercüme edilecek, "istikrarsızlık korkusu".
Başbakan Binali Yıldırım, istikrardan ne anladığını şu sözlerle anlatıyor: "Bütün dünyada istikrar deyince güçlü siyasi irade anlaşılır. Tek başına iktidar anlaşılır. Aslında istikrar 14 yıldır devam ediyor".
İstikrarsızlık korkusu, iktidarda olamamak, iktidarı paylaşmak zorunda kalmak ve giderek iktidarının denetleniyor olması gibi "tehlikelerden" açıkça bahsetmeyi mübah kılıyor. Yani, "ancak ben güçlüysem, Türkiye güçlü".
Oysa, siyaset literatürü güçle istikrar arasındaki ilişkiyi pozitif tanımlamıyor. Korkuyla güç yaratanlar, güçlerine mecbur, korkulara tutsak oluyor. İşte bu yüzden demokrasi mücadelesi tarihi, gücün sınırlanması ve kontrol edilmesine dayalı sürekli bir "istikrar arayışı" aslında.
***
Referandum başlıklı tartışma programlarından birinde, çoğunlukla ünvanlarında akademisyen veya hukukçu yazan zevattan biri, "yeni sistemin siyaseti yumuşatacağı" iddiasını desteklemek için anlatıyor:
"Yeni sistemde yüzde elliyi aşamayan bir parti veya liderinin siyasete devam etmesi çok zor. Çünkü, partiler iktidar olmak için var, iktidar da artık Cumhurbaşkanı. O yüzden, bütün partiler büyük ortalamaya konuşacaklar".
Erdoğan da muhtarlara sistemi anlatırken, "Milletin yarısından fazlasının teveccühünü kazanmak zorunda olan bir cumhurbaşkanının bu sistemi kullanarak yanlış yola sapma ihtimali yoktur" diyor.
Siyaseti bir müsabaka gibi algıladıkları için, anlattıklarını "olumlu" bir şey zannediyorlar. Bir de bunun "olumsuzu" var: O da, yine Başbakan tarafından dile getirilen "hayır diyenler halktan korkuyor" önermesi.
İdeolojileri öldür, başkaldırıyı göm, şimdi sıra siyasette. En küçük azınlığa bile kürsü yaratabilmesiyle tartılan çoğulcu siyaset korkutuyor. "Ortalamayı" istiyorlar. Sadece evde tutulamayan "milli irade" olursa, korkulacak şey vardır.
***
Bahçeli, yine bu haftaki grup konuşmasında, referandum sonucuyla ilgili kendi korkusunu bastırmak için: "CHP zihniyeti yakın hısmı HDP ile sandığın dibine geçecektir. Halkla alakası olmayanlar kaçacak delik arayacaktır" diyor.
Siyaset korkusu ve çarpık siyaset algısı, dönemin ruhuyla birleşerek sonuç odaklı bir düşünme biçimini zorunlu hale getiriyor. Kazanılamayan mücadele kayıp sayılıyor. Tarihi yazanlar galipler olabilir ama yapanın sadece onlar olduğu tartışmalı.
Siyasi tercih ve etki "kazanma-kaybetme" parantezine sıkıştırıldı. "Kazanırsan senin dediğin olur, kazanamayanın söz hakkı yoktur". Ne yazık ki, bu muhalefete de kabul ettirildi.
Kazanma baskısı, "ekmek için Ekmelettin" gibi buluşlar üretti. Gezi'de aşılan "korku duvarı" bir çırpıda yeniden yükselebildi. İktidardan düşen hükümet seçimi tanımadığı için galip, hükümet çıkaramayan muhalefet yenik sayıldı.
Evet bloğu muhalefet üzerinde yine bu "kaçınılmaz sonuç" kılıcını sallıyor. Ama bu kez kendi seçmenindeki rehavete hiç tahammülü olmadığından bunu örtülü yapıyor. "Biz kazanırız" demeden, "onlaarrrr.. kazanamaz" diyor.
***
Defalarca düşülmüş "sonuç korkusu" tuzağının yakınlarında gezenler var. Kazanmak için hinlikler, takiyyeler akıl edenler, arkadan dolanmayı, taklit yapmayı önerenler, politik doğruculuk adına dilini yutmaya çalışanlar.
O zaman, sonu yine geçen haftanın bitiş cümleleriyle yapalım; "geçici avantaj sağlama hesapları, sürecin kendisinin sağlayacağı gerçek zaferden vazgeçmektir". Kazanmak için değil, gerektiği için ve gerektiği gibi yürümek.