Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "himayelerinde" AKP'li bakanlar eliyle
Avrupa sahnesinde yürütülen ve buradan "naklen izlenen" referandum
çalışmaları, hız kesmeden (en azından şimdilik hızının kesilmesine
izin verilmeden) devam ediyor. Olayların gerekçeleri ve içeriği,
hazırlanışı ve yaşanışı, etkileri ve sonuçları ile ilgili
tartışmalar da bu hıza yetişmeye çalışıyor.
Hadiselerin ortaya çıkışı ve tırmandırılmasıyla ilgili neredeyse
görüş birliği var. Evet tarafında da, hayır tarafında da olayın
referandum gündemiyle bağı konusunda tereddüt yok. Görüş ayrılığı,
Avrupa'nın aslında evete mi, hayıra mı çalıştığı konusunda. Bir
fark da, olayın hangi aşamasından itibaren "kurmaca" olduğuyla
ilgili.
İktidarın bu alandaki yatırımının uzun dönemli olduğu, AKP'li
Hüseyin Kocabıyık ve Ömer Çelik'in "evete katkı" konusundaki
iyimser yorumlarından çok, Erdoğan'ın olayı kullanma dozu ve
biçiminde saklı. "Göçmen anlaşması" ve muhtemelen idam krizleriyle
de tazelenecek (referandumdan bağımsız olarak Ortadoğu ve ekonomi
gündemiyle ilişkili olarak daha derin kazılmak için hazırlanılan)
"batıyla gerilim" meselesi, evet oylarındaki nisbi yükselmeden
ibaret olmayan bir "fayda"ya hizmet ediyor.
***
İşin görünür faydası, "düşman taarruzu karşısında" alarma
geçirilen milliyetçi - muhafazakar oy tabanını motive ve bu yolla
iktidar arkasındaki desteği konsolide etmek. Bu siyasi manivela
Türkiye'ye özgü değil aslında. "Tehdit algısı" ile "siyasi alt
beyin (amigdala)" arasındaki ilişki hemen her yerde benzer
refleksleri harekete geçiriyor. Avrupa sağının, sağladığı ırkçı
doping nedeniyle son krizi pek sevmesi de bu yüzden...
Fakat bu memleketin batıyla ilişkisi de, tepkisi de biraz daha
karmaşık, biraz daha kendine özgü, biraz daha gelgitli. 250 yıllık
problemli bir tarihin ürettiği kompleksli, hatta hastalıklı bir
düşünce ikliminin etkisinde bir ilişki bu. Haseti hamasetle telafi
etmeye çalışmanın "üzücü komiklikleri" çok örnek üretiyor
buralarda. Bir yanda "ezel-ebed" düşman tedariki, diğer yanda kabul
edilme beklentisi. "Türk'e hayran Helga" hayali ile "üçüncü
havalimanı kıskançlığı" sanrısı arasındaki mesafe pek fazla değil
aslında.
Neredeyse bütün kritik işbirliği hamlelerini (NATO, iktisadi
entegrasyon, Gümrük Birliği, AB) yapmış ve daha önemlisi bunlarla
övünmüş sağ iktidarlar, batı karşıtlığına başvurma konusunda da
açık ara önde. Saklama gereği duyulmayan, adeta onaylanmış bir
ikiyüzlülük bu. İki yıl önce "vizesiz Avrupa" seçim vaadi iken,
birden "Avrupa bitmiş"e gelivermek bu sayede mümkün. AB ülkelerinin
AKP'li bakanlara propaganda barajının, ABD'nin Müslümanlara vize
engelinden daha "Haçlı işi" bir uygulama gibi sunulabilmesi de.
***
Olayın "irrasyonel" tarafındaki "düşmanlık reflekslerini"
kontrol edebilen, harekete geçirebilenler için kullanışlı bir
siyasi kaldıraç "batı düşmanlığı." Ama kaldıracın çalıştırıldığında
çıkacağı seviyeyi belirleyen bir de rasyonel kontrol paneli var:
Toplumun beklenti, menfaat ve zarar algısı. Batıyla ilişki
meselesinin siyasi davranışlar üzerindeki etkileri de bu iki
kontrol tablosunun ortak ürünü.
Avrupa ile yaşanan son krizin, pek çok yorumcunun işaret ettiği
gibi, özel olarak evet, genel olarak iktidar desteği için ihtiyaç
duyulan "düşman" istihdamına ithalat yoluyla katkı yaptığı
söylenebilir. Hatta iç düşmanların ürkütücülüğünü hainlik
etiketiyle güçlendirmeye yaradığı da ileri sürülebilir. Hadisenin
"mağduriyet" prodüksiyonu da bu etkinin arzulandığını gösteriyor.
Fakat, işin bu (irrasyonel) tarafında hala talep olup olmadığı
biraz tartışmalı.
İşin "rasyonel" tarafında, evet konusunda tereddütlü seçmen
başta olmak üzere, AKP döneminin maddi getirileriyle daha ilgili
"endişeli pragmatikler" içinse batıyla köprü atma görüntüsünün,
sadece retorik düzeyinde bile koyulaşması rahatsız edici olmalı. Bu
iki tablonun toplam etkisini ölçüldüğünde göreceğiz. Krizin
şimdilik eveti olmasa da "eveti artıracak kanaatini" yükselttiği
görülüyor.
Ancak, yazının başında işaret edildiği üzere, nisbi evet
katkısından ibaret olmayan ve şimdiden izlenebilen başka etkiler
var. Galiba, Erdoğan tarafından kendiliğinden veya kurgulanmış
krizlerin bilançosunun getiri tarafında sürekli pozitif katsayı
kullanılabilmesinin anahtarı da bu etkilerde. Kriz prodüksiyonları
birkaç puanlık oy katkısından daha kıymetli ve daha kalıcı etkileri
hedefliyor ve çoklukla elde ediyor.
***
Bu etkilerin birincisi, çıkacak krizlerin ve krizler üzerine
konuşmanın daima iktidara yarayacağına ilişkin, üstelik daha çok
muhalefet eliyle yerleştirilen inanç. Bu, krizlerden korkan
muhalefet, krizlerin sorumlusu değil fırsatçısı olabilen iktidar
yaratan absürt bir siyasi vasat. İktidarın, gerçek ve kurgu
krizlerin hepsinden mağduriyet devşirebildiği doğru ama bu
hakikatin abartılmasıyla, "ya mağdur olurlarsa" diye muhalefet
kalkanı üretilmesi sadece onların becerisi olmasa gerek.
İkinci etki, iktidarın olası istismarlarına karşı savunma
gerekçesiyle, yaratılan gündemin gönüllü taşıyıcısı haline gelen
muhalefet (ve kaldığı kadarıyla sivil toplum, medya ve sermaye)
aklı. Önce, "kişiselleştirmeyeceğiz" diye, düpedüz kişiselleşmiş
bir meselenin ("seni başkan yaptırmayacağız" sloganının açık
başarısına rağmen) asli aktörü konunun dışına taşındı. Ardından
"hayır cephesi" suçlamasını karşılamak için (dokunulmazlık
meselesinde de olduğu gibi) açık ihlallere göz yuman "mesafeler"
oluşturuldu. Son olarak, "düşman işbirlikçisi" olmamak için
Avrupa'ya taarruz başlatıldı.
Bütün bunlar, Erdoğan ve AKP'nin kurduğu gündemin ve ürettiği
"gerçekliğin" kendi ikna edebildiği yüzde elliden daha fazlasına
taşınması, genel kamuoyu için meşrulaştırılması ve belki de kabul
ettirilmesi demek. Bu yüzden hala Sabah ya da Akşam'a değil
Hürriyet'e attırılan "Gaddarlar" manşeti daha kıymetli. Bu yüzden,
MHP'li muhaliflerin veya CHP'nin mahçup kınamaları Hollanda'ya
sefere çıkan güruh kadar önemli. Savunma pozisyonu alınan her
suçlama, suçlamanın kaynağı olan istismarı yeniden üretiyor, hatta
son krizde olduğu gibi bazen büyütüyor.
Anayasa değişikliğinin içeriğinden daha geniş bir gündeme
oturtulacağı ilk günden belliydi. Hem değişikliğe dair argüman
kısırlığı, hem iktidarın asli ihtiyaçları bunu zorunlu kılıyordu.
Artık bir ay kaldı ve istenen büyük ölçüde gerçekleşmiş görünüyor.
Referandumun gündemi, anayasa değişikliğinin dar içeriğinden hayli
uzağa taşınmış durumda. Fakat, henüz "evet olup yağan" oylar
görülmüyor ama mahcubiyeti ve "her durumda kazanıyorlar"
çaresizliğini üzerinden atamayan karşı bloğun hamle hatalarıyla
damlayanlardan bahsedilebilir.