Referandum için artık son üç haftaya giriyoruz. Seçmen eğiliminde majör değişiklik yaratacak hamleler için takvim iyice daraldı. Ufukta, şimdiye kadar izlediklerimizin doz artışı dışında, taktik bir manevranın işaretleri görülmüyor. Erdoğan'dan beklenen sürpriz atak da henüz gelmiş değil. Eğer çok iyi gizlenmiş bir "garanti" yoksa, sonucun "olduğu gibi" kabullenildiği kuşku verici bir görüntü var...
Diğer yandan, pek alışık olunmadık şeyler de oluyor. Anayasa değişikliği fikri ısıtılırken, daha sonbaharda yapılması beklenecek "eski bakanlar toplantısı", ne hikmetse son düzlükte ve Başbakan eliyle organize ediliyor. Yetmiyor, toplantıdan "aykırı" görüşler basına sızıyor veya sızdırılıyor. AKP'li bazı araştırmacılar ilk kez Erdoğan'ın dediğini yapmayacağını söyleyen AKP seçmeni ölçtüklerini söylüyor.
Cemil Çiçek, Sait Yazıcıoğlu, Ali Coşkun gibi siyasi deneyimi yüksek bazı AKP'liler referandumun zamanlamasını, kampanyanın üslubunu, tabandaki gelecek kaygısını dile getiriyor. AKP medyasındaki bazı köşelerde de benzer yazılar hiç eksik olmuyor. Bu değerlendirmelerde eleştiri öznesi ısrarla saklanıyor ama eleştirilen bütün sorunların asli kaynağı çok açık biçimde Erdoğan.
Etrafından dolaşsalar, "lejyonerler, devşirmeler yapıyor" deseler de, tartışılanın Erdoğan olduğu apaçık. Çünkü zamanlamayı Erdoğan yaptı, üslup tamamen onu eseri, ekonomi ve dış politika sıkıntısı üretmede üstüne yok. Artık dünyada da Türkiye tartışmaları, "Erdoğan'ın Türkiye'si" öznesi üzerinden yürüyor. Mesajlar, çağrılar "zata mahsus" geliyor ve cevaplar da kişisel veriliyor.
Anlaşılan, önceden muhalefete atfedilen "iktidar eleştirisinin kişiselleştirilmesi" meselesi, şimdi AKP'nin içindeki tartışmaya doğru da yayılıyor. Araştırma sonuçları da bunun zeminini gösteriyor: Başkanlığa destek 40-45, AKP'ye destek 50-55, Erdoğan'a genel destek 60-65 bandında. Yani, seçmen nezdinde Erdoğan "genel siyasi figür" olarak partisinden güçlü ama "tek siyasi figür" olarak partisinden zayıf durumda. Düpedüz; "siyasette iki başlılık."
Erdoğan'sız AKP'nin bağımsız bir siyasi gücü olmadığı, "iki başlılık halinin" bir tarafının başsız olduğu, AKP'nin ideolojik omurgasını da kaybetmiş güdük bir "merkez parti imitasyonu" olduğu doğru. Ancak, Erdoğan ve "yeni iktidar stratejisini" destekleyenlerin siyasi araç olarak AKP'ye ihtiyaçlarının devam ettiği de ortada. Dolayısıyla, "daha da kişiselleşmiş Erdoğan iktidarı" için bir "AKP operasyonu" kaçınılmaz.
Biraz mahçup ve hayli düşük yoğunluklu tartışmalar, seçmeninin açık ve teşkilatlarının örtülü direnci ve kampanyanın "sonuca razı hali", galiba gelmekte olan bu operasyonun sancıları. AKP seçmeninin "kişiselleştirmeye" ilk reaksiyonu da sayılabilecek 7 Haziran öncesini hatırlatıyor yaşananlar. İki başlılık tartışmaları, söylemde sertleşme ve "sonuca razı" görüntü. Sonrası; sert bir şiddet dalgası eşliğinde önce seçim, sonra hükümet revizyonu.
"Yeni iktidar stratejisi" açısından sistemin, devletin ve siyasetin yeniden dizaynı, AKP'nin dışında kalacağı bir paket olamaz elbette. Kuruluş ihtiyaçlarının ürettiği kadro, söylem, öncelikler ve ittifaklar değişirken, "kişiselleştirilmiş iktidara" AKP'nin de uyarlanması gerekiyor. Referandum, bu "değişim tehdidi algısını" biraz bilinçli, biraz sezgisel olarak öne taşıdı ve karın ağrıları erken başladı.
Dolayısıyla, 16 Nisan sonrasında referandum sonucundan bağımsız ama mutlaka referandum sonucunu gerekçe yapan kapsamlı bir "siyasi hamle" beklemek gerekir. Kampanyanın başında sadece "hayır çıkarsa kabus" tehdidi, batı işaret edilerek (ama daha geniş bir alıcıya dönük) "16 Nisan sonrası işler değişecek" restine evrildi. Yani iktidarın hazırlığı, her durumda birilerinin "gününü göreceği", bir şeylerin değişeceği hamle için.
Bu, hayli karanlık bir tablo gibi görülebilir ama yukarıda özetlenmeye çalışıldığı üzere siyasi dinamikler tek yönlü çalışmıyor ve sürekli kontrol altında tutulamıyor. Bütün muharebelerin kazanılmasının savaşın galibiyetini garanti etmemesi gibi, sadece kazanılan seçimleri sayarak da iktidarın kalıcılığı sağlanamıyor. Üstelik, bunlar "vesayetle" veya "dış" müdahalelerle değil, doğrudan siyasetle ilgili.
İdeolojik kofluğu, aşırı elastik yapısı, yüksek hazmetme kabiliyetiyle kullanışlı "prefabrik parti" ile önce fırsat, sonra duygu, en sonunda da suç ortaklığına razı edilmiş "aşırı itaatkar" seçmenin avantaj yaratan pragmatik refleksleri, artık dezavantaj üretiyor. Seçmen sadakati, kararname çıkarılarak uzatılamıyor. Kayıp riski beliren, "haklılığı tartışmalı" kavgaya çağrılan herkes gelmiyor, kavga kişiselleştikçe "fedailer" fütursuzlaşsa da katılan azalıyor.
Referandum kampanyasının en başında, "olayı kişiselleştirmeyeceğiz" diyerek yola çıkan ana muhalefet partisi, ana akım medyadan ve AKP'nin "soft" yazarlarından pek alkış aldı. Oysa, - projeye yatırım yapanların mı, Erdoğan'ın mı çaresizliğinin eseri olduğunu henüz bilmediğimiz - bu "yeni iktidar stratejisi" tamamen kişisel. Veriler, 16 Nisan'da "hayır" çıkma olasılığını yaratan MHP ve AKP içindeki dinamiklerin de ağırlıkla "kişisel" olduğunu gösteriyor.