Bir ülkede yer yerinden oynuyor. Tıpkı devrim durumlarında
görüldüğü gibi, birden insanların dertleri tek alanda, istekleri,
amaçları tek hedefte yoğunlaşıyor. Gündelik sıkıntılarını,
sorunlarını erteliyorlar. Rutin yaşantılarında gitmedikleri yerlere
gidiyorlar, bilmedikleri işlere kalkışıyorlar. Tanımadıkları
insanlarla yoğun yaşantılar, bazen yiyecek-içecek, yirmi kişi
tıkıldıkları dört kişilik hücrede kendilerine verilen kuru ekmeği
paylaşıyorlar. Tehlikelere atılıyorlar, beklemedikleri şiddet ve
dehşet hareketlerine mâruz kalıyorlar, şoklar yaşıyorlar.
Göstermeyi bilmedikleri azmin, cesaretin yüreklerinde varolduğunu
keşfediyorlar. Göklerden gelmiş, yüzlerini okşayıp hemen gidecekmiş
gibi duran bir misafir umut giriyor hayatlarına. Tutuyorlar,
yanlarında kalsın, gitmesin.
Belarus’ta, karşı karşıya kalınan acımasızlık ve vahşetin
boyutları yüzünden protestocu kitlenin uğradığı ilk şok
atlatılınca, başlıbaşına görünmez kuvvet olan, karşısında durulamaz
bir sükûnet kapladı her yeri. Rüzgâra dönüşmüş sükûnet. Cadde
kenarlarına dizilen, kaldırımları dolduran, çimenlere yayılan ve
iyi birşeyler olsun isteyen insanların iyilik ve umut dolu halleri.
Ellerindeki çiçeklerin güzel kokusunu etrafa yayan sakin
rüzgâr.
'BATI'NIN AJANI-ELEMANI VAR' MI?
Muhalefet hareketi, biraz da mecburiyetten oluşmuş “kadınlar
üçlüsü” sûretinde karşımıza çıktı. Biri, diktatör Lukaşenko’ya
sivri muhalefeti yüzünden hapse atılan Sergei Tihanov’un öğretmen
eşi Svetlana Tihanovskaya, diktatöre alternatif başkan adayı olarak
öne çıkarıldı. Tihanovskaya, kapsamlı siyasî içerik sunmadı,
sadece, siyasî tutuklu ve mahkûmların serbest bırakılacağını ilan
etti, “Parlamento düzgünce seçilsin, gerisi orada görüşülüp
halledilecek,” dedi. Başkanlık yapmak istemediğini, en kısa zamanda
serbest seçimlerin yapılacağını da ekledi. Tihanovskaya, seçimden
önce çocuklarını komşu Litvanya’ya göndermişti, başlarına iş
gelmesin diye -ne kadar isabetli davrandığı sonra ortaya çıktı.
Kadın üçlüsünün ikinci üyesi Veronika Tsepkalo’nun eşi,
Belarus’un eski ABD büyükelçisi. Hapiste değil ama kaçak. Başkan
adaylığına niyetlenince aldığı tehditlerden başına geleceği sezmiş
ve Rusya’ya kaçmış. Evet, Rusya’ya! Veronika Tsepkalo da seçimden
önce Rusya’ya gitti, oyunu oradan kullandı. Neme lazım!
Üçüncü kadın, Maria Kolesnikova’nın da eşi değil ama patronu
hapiste. Viktor Babariko, eskiden Lukaşenko ile birlikte çalışan
bankacı. Kolesnikova onun kampanya ekibindeydi. Babariko’nun da
Rusya’yla ilişkileri olduğu söyleniyor.
Yani ortada “Batı’nın elemanı”, “emperyalizmin ajanı” filan diye
nitelenebilecek bir “güçlü kişilik” ya da milliyetçi-faşizan
söylemlerle halkın bir kısmını peşine takmış popülist lider filan
yok. Kısaca, dünyada özgürlük ve demokrasi isteyen kimseyi rahatsız
edecek herhangi bir unsur, Belarus’un geniş caddelerinde -en
azından şimdilik- gözükmüyor.
Buna karşılık, kendisiyle sandıkta yarışmak isteyenleri hapse
atan, seçimi gerçekte kazanan rakibesini “çocuklarını öldürtürüm”
tehdidiyle yurtdışına kaçmaya zorlayan, sokaklara dökülen insanları
dış güçlerin oyuncağı olmakla, ahmaklıkla vs. suçlayan, otoritesini
halkla paylaşmak istemeyen, iktidardan düşerse hesap sorulacağından
korktuğu için bu ihtimal yaklaştıkça acımasızlaşan, nihayet,
insanları feci bir şiddetle, aşağılamayla, işkenceyle, vahşetle
yüzyüze bırakan diktatör karşımızda, insanlara hunharca şiddet
uygulayan, yetimlerden devşirilmiş! özel polis gücü sahada.
Özgürlük-demokrasi talep eden ve haysiyetini korumak isteyen her
insanın sahip çıkacağı bir isyan ve ona karşı seferber edilmiş
devlet şiddeti var ortada.
GÜNÜN AYDINLIĞI, BÜYÜK AVİZE, BERBAT
FLORESAN
Fakat özgürlük-demokrasi şiarı üzerinde sahiplik iddiasını hiç
elden bırakmayan birçokları, bu isyanı yüzleri hiç gülmeden,
aksine, kaşlarını kaldırarak, dudaklarını büzerek izliyorlar.
Nerede bulsalar hemen avuçlarına aldıkları için hiç
yabancılamadıkları derin şüpheyle. Olayımızda yıkıcı-kemirici
kıskançlık ve hasete yer olmadığı için kaynağını tesbit
edemediğimiz garip huzursuzlukla.
Bir yerde halk ayaklanmış, üç-dört günde altı bin kişiyi
işkenceden geçirebilen bir polis gücünün dizginsiz şiddetine
rağmen, haklılığın ve herkes için iyi şeyler istiyor olmanın
yadsınmaz ifadesi olan tebessümü yüzünden eksik etmeden sokağa
dökülmüşse, yeryüzünde adalet, özgürlük, demokrasi gibi dertleri
olan insan öncelikle bundan heyecan duyar. Onlar adına da sevinir,
bu halkla aynı dünyada yaşadığı için kendi adına da. Belki
hayıflanır, hevesle kıskanır da. Hangisi ne ölçüde geçerli olursa
olsun iyi şeyler hisseder.
Ha, çok siyasî bir kardeşimizse, işin önünü arkasını,
varabileceği yerleri düşünmeye koyulduğunda bu duyguları belki
gölgelenir. Sevimsiz siyasî ihtimallerin, tatsız çıkarsamaların,
tedirgin edici hesapların karaltıları bir bir girer görüş alanına.
Kâh halk isyanının güvenilir liderliği olmayışına, sağlam bir
alternatifin hedef olarak şekillenmeyişine takılıp umutsuzluğa
sürüklenir kâh önceki benzer isyanların potansiyelinin sonradan
isyan eden halkın da zararına, nâhoş kanallara akıtıldığını
hatırlayıp irkilebilir. Huzursuzluk veren kıpırtı, içinde, sahiden
de yatışmayabilir.
Ama bu isyan eden halkla duygudaşlıktan, başarsınlar
istemekten doğan bir tedirginlik olur. Gözlerin isyanın
güzelliğine takılmış, aydınlık akıtmaktadır içine. Sen de
şüpheleri, huzursuzlukları yenmek istersin, ama gerçekçilik
damarlarına fazla kan pompalanır, kravatlı, takım elbiseli kurnaz,
kötü adamlar, kar maskeli, otomatik silahlı, kamuflaj kıyafetli
profesyonel infazcıların arasında belirir ve görüş alanından
geçerler. Birbirlerine duydukları güvensizlik ve nefreti gizlesin
diye çok da uğraşmadıkları, sadece bu güvensizlik ve nefreti
başkalarından gizleme niyetlerini belli etsin diye takındıkları
ayarlı tebessümleriyle muktedir kötü adamların, birbirlerine
ülkelerinden parçalar veriyormuş edâsıyla imzaladıkları uğursuz
anlaşmalar gelir akla. Belki hiç imzalanmayan, neye karşılık ne
için anlaştıklarını bize söylemedikleri, anlaşma kapsamını ilk
tanklar televizyon ekranlarından geçmeye başladığında anladığımız
gizli sözleşmeler. Eski saraylardan yapılma ileri teknolojili
koruganların yüksek tavanlarından süzülen taahhütler, büyük kristal
avizelerin ışıldattığı vaatler aklının eline tutuşturur kılıcı, o
da koşar, güzel duygularını kesip biçmeye girişir. Beyninin
yenilgiler, yanılgılar biriktirmiş köhne depolarında tozdan ağlarla
kaplı berbat floresanlar yanar, yükleme ve sevkiyat başlar.
Fakat ruhun henüz pes etmemişse, ilk fırsatta kılıcı kapar, beş
tonluk avizenin zincirini kesiverir tek vuruşta. Dev avize kötü
adamların üzerine düşer. Nasıl olsa hemen birilerinin koşup
kaldıracağını bildiklerinden, onlar, pişkin ve umursamaz, pazarlığa
devam ederler. Sen onları bırakır, pencereden dışarı bakarsın. Evde
aceleyle bulabildikleri şekilsiz kartona gelişigüzel yazdıkları
sloganlarla, ellerinde pankartlar, geçen ahalinin umut dolu
yüzlerini görürsün. Tuhaf, önceden tanınmadığı, bilinmediği halde
hasreti çekilirken kavuşulmuş hissi veren bir iyimserlik esintisi
hissedilir havada. Gezi’yi hatırlayın. Herkesin birbirine iyi gözle
baktığı o toplumsal kaçamak hali. Yeniden heyecanlanırsın. Acaba bu
defa olur mu? Belki şu kalabalığın içinde çok akıllı, yaratıcı,
öngörülü, geniş ufuklu hem de haysiyetli birileri vardır, öncelikli
dertleri dünyayı kendi etraflarında döndürmek olmayan? Olamaz mı?
Başka devrimler nasıl olmuş?
Sevinirsin, heyecan duyarsın, kardeşim. Öncelikle bunu
duyarsın.
KAALE ALMADIKLARIMIZ
Bu heyecan Arap Baharı’nda duyulmadı. Hong Kong’da duyulmadı.
Şimdi de duyulmuyor. Elbette hepsinin koşulları ayrı ayrı ele
alınmalı. Ama ortak çizgi var. Biz hep büyük resimle, büyük
siyasetle, büyük avizeyle meşgûlüz. Ortam loş olursa iyi
göremiyoruz da çok ışık mı istiyoruz? Hayır. Çünkü bizim görmeye
duymaya ihtiyacımız yok. Biz bilenleriz. Arizona Dream. “Balık
düşünmez, balık her şeyi bilir.” Dayanamayıp ekleyeceğim:
balık, avlanır.
Şu soruyu sormama izin verin, değerli okurlar: Türkiye’nin
radikal-sol muhalifleri dünyada ne olursa heyecanlanırlar? Devlet
işletmesinin işçileri greve çıkmış. Hepsi birörnek tulumlu. Takım
elbiseli yöneticiler onları ikna etmeye gelmiş, en tepedeki zat
konuşuyor, sonra soruyor: “Kimler başkana oy verdi?” Yönetici
takımından birkaç kişi el kaldırıyor. Müdür soruyor: “Peki, kimler
Tihanovskaya’ya oy verdi?” İşçiler bir ağızdan “heyoo” gibisinden
bağırarak ellerini kaldırıyorlar. Bu manzara meselâ, kimseyi
heyecanlandırmıyor mu? Devlete ait traktör fabrikasının işçileri,
karşılarına geçmiş hâlâ eskisi gibi atıp tutabileceğini sanan
diktatörün yüzüne karşı, “Git!” diye haykırıyorlar. Bu da mı gol
değil?
Ama şimdi bir dakika! Ya beraberlik golü gelir, sonra da
hezimete uğrarsak? Bunların arkasında emperyalist odaklar
neoliberaller Soros…
Böyle yapmak, sokağa dökülmüş halka “koyun”, “oyuncak”, “kukla”
vs. diyen Lukaşenko’yla aynı çizgide hizalanmak olmuyor mu? Gezi
İsyanı’na “dış güçlerin oyunu” diyenlerle? Soros bastırıyor parayı,
CIA, Mossad, artık yerine göre kim denk gelirse, ayarlıyor ahaliyi,
bütün bir halk kandırılıp dökülüyor sokağa. Böyle mi oluyor? Bizde
böyle mi oldu? Biz yapınca sahici, başkaları yapınca birilerinin
oyunu mu oluyor daha baştan?
RUH HASARI
Bir isyanın ortaya çıkış koşulları, isyanla birlikte oluşacak
kuvvetin neyi tahrip edeceği, neyi kurabileceği, enerjinin nereye
yöneleceği, nereye akacağı, neye dönüşeceği… bütün bunlar siyasî,
toplumsal, ekonomik, sosyal psikolojik, kültürel vs. birtakım
etkenlerin çarpışması, oynaşması sonucunda, olayların gidişi
üzerinde etkili olabilen bireylerin, grupların katkısıyla
gerçekleşmiyor da şöyle mi oluyor: Dünyayı yöneten yedi güçlü aile,
Mason locaları, İllüminati, petrol şirketleri ve silah tekelleri
toplantı yapıp Soros’u arıyor, “George, şu Belarus’la bi ilgilen!”
diyor. O da parayı bastırıp halk ayaklanması çıkarıyor. CIA’den
seçilen sarışın, uzun boylu adamlar ve kadınlar gelip halkı
kışkırtıyor, sosyalizmin son kalesini yıkmaya girişiyorlar.
Herhangi bir isyan, ayaklanma, hattâ basbayağı devrim, zaman
içinde bambaşka şeye dönüşebilir. Şahsen bir zamanlar uğruna ölüp
bittiğim Nikaragua ve Sandinistlerin lideri Daniel Ortega, korkunç
bir zorba haline geldi, muhalefet etmeye kalkanın canına okuyor.
Polise kırdırdığı gençler, tıpkı bizim Gezi’deki topluluğu
andırıyor. Kahire’dekiler de öyleydi. Hong Kong’dakiler de.
Belarus’ta caddeleri sokakları dolduran “acemi” protestocuların
hali tavrı hayli naif bir haysiyet isyanıyla karşı karşıya
olduğumuzu düşündürüyor. Hem hakkında pek az şey bildiğimiz bu
ülkeye dair bilgi edinmeye hem de insanlarını izlemeye çalışıyorum.
Böylece mânen, ruhen onlara katılıyormuşum gibi hissediyorum.
Ve, hasta yattığım için, kanepeden kıpırdayamadan günlerce
gecelerce beraber yaşadığım Tahrir Meydanı ahalisine dair
heyecanımı nasıl anca bir avuç insanla paylaşabildiysem, şimdi de
benzer konumdayım. Buna çok şaşırıyor ve üzülüyorum. Dünyanın başka
yerlerinde oluşan değiştirici dönüştürücü enerjiler bize vız gelip
tırıs gidiyorsa biz birşeyleri değiştirip daha insanca hayat kurmak
için gerekli enerjiyi nasıl geliştireceğiz? Nereden bulacağız?
Muharrem İnce mi yaratacak bu rüzgârı yoksa CHP meğerse bir büyük
gün için madenî raflı arşiv odasında sakladığı altı büyük körüğü mü
çıkarıp çalıştıracak? Veya bizim, “duruş”umuzu bozmadan havaya
savurduğumuz doğrular günün birinde uygun yerde üstüste birikecek
ve nicelik niteliğe mi dönüşecek?
Hayatî bir refleks, kaybedilmiş gözüküyor. Sanki verilmiş de
yerine başka şey alınmış gibi. Yerini tutmayan. Ruhsuzluk
sendromuyla mütemadiyen karşılaşıyoruz. Radikal muhaliflere heyecan
veren tek şey, yanıbaşlarındaki hasımlarla uğraşmak. Asıl
hasımlarınsa ne yapıp edip sonunda mutlaka kazanacaklarına dair
kabulle gelecek iddiasından vazgeçiyorlar.
Tekrar sormak isterim: Dünyanın neresinde ne olursa bizi
heyecanlandırır, içimizde katılma arzusu uyandırır, duygudaşlık
besleriz?