Reform dedikleri üçtür, iki: Mülksüzleştirme

Köylülere yönelik mülksüzleştirme ve dolayısıyla işçileştirme saldırıları 12 Eylül’den beri kesintisiz sürüyor; işçileri güçsüzleştirme, muhtaçlaştırma saldırılarının da sürdüğü gibi. Şiarı “sermayeyi artır-yoksulluğu çoğalt” olan iktidar için pandemi bir felaket olmaktan çok hedeflerine ulaşması için bulunmaz fırsat haline gelmiş gibi görünüyor.

Ali Duran Topuz atopuz@gazeteduvar.com.tr

Bütün kavga üç boşluk etrafında dönmüyor mu; rahim, mide, mezar: Kim doğacak, kim doyacak, kim ölecek?

Kimi altın işlemeli atlas libaslara kimi çula çaputa doğacak. Doğanların birkaçı daim tok olacak, kalan çoğu doymayacak. Doymayanların çoğu daha yaşarken ölecek. Doğum, doyum ve ölüm, siyasal mütegallibenin tanrıdan önce hükmettiği, tanrıyı da hükümranlıklarına şahit yazdığı üç şey. Pandemi, kimin doyup doymayacağına ve kimin ölüp ölmeyeceğine dair temel kararları bir daha görünür kıldı; ama önce bir ekmek arası verelim.

VATANDAŞIN BİR EKMEKLİK İZZETİ NEFSİ

Mide etrafındaki kavganın bir adı da ekmek kavgası. Geçenlerde küçük bir “askıda ekmek” kıyameti koptu. İktidarın oyu küçük gölgesi büyük ortağı, ithal tarihi on yılı geçmeyen bir ecnebi yardımlaşma usulünden sosyal-siyasal kampanya çıkarmak istedi. Gururla çekilmiş bir fotoğraf düştü ortalığa: şeffaf naylonlar içinde asılı ekmekler, ortalarında Devlet Bahçeli siması. Muhalefet az çemkirince çok sinirlendi:

“Bu durum (ekmeğe zam gelmesi, zammı CHP ya da HDP yapmıştı sanırım) karşısında parti olarak, özellikle İstanbul'da 'Askıda Ekmek Kampanyası'nı başlatıp dar ve orta gelirli vatandaşlarımıza gücümüz nispetinde, onları incitmeden, izzet-i nefislerini zedelemeden destek olmaya, destek vermeye gayret ettik.”

Liderin fotoğrafı nan-ı huşke muhtaç edilmişlerin izzeti nefsini zedelemeye karşı muska etkisi mi yapıyor, bilmiyoruz. Bir başka devletlû kampanyayı şöyle savundu: “Ülkedeki yardımlaşmayı, dayanışmayı, paylaşmayı gösterir.” Ekmeği gösteren, bir şey gösteriyor elbette, bayrak, para ve silah gösterenin yaptığı gibi. Bu üçlü gücü gösterir, en azından onları gösteren, gücünün görünmesini ister. Tehdittir. “Ekmek gösterme” ne peki? Onda da bir tür güç gösterisi var: Gösteren, bende var, sende yok diyor ilk peşin. Ben veririm, sen alırsın diyor “dar ve orta gelirli”ye. Gelirsizler zaten ocak dışı. Bir de soruyu davet ediyor: Niye birilerinde ekmek varken birilerinde yok? “İktidar” dediğimiz şey, kimin az kimin çok yiyeceğini, kimin veremeyeceği kadar fazla ekmeği olacağını kimin kuru ekmek bulamayacağını belirleyen şey ise nasıl oluyor da bu yardımlaşma-dayanışma olabiliyor? Yoksul kalmak, iktidarın iktidarını sürdürmesi için bir dayanışma sayılıyor besbelli.

EKMEKSİZE EKMEKLİ HAKARET Mİ?

Sonra, ekmek askıcısı bu işe laf edenlere fena çıkıştı: “Biz askıya ekmek koyduk, şu işe bakınız ki ekmeksizler birer birer saklandıkları delikten fırlayarak ortalığa çıktılar.”

Askıda ekmek kampanyasını hayırlı iş olarak başlatmış birinin “ekmeksiz” sıfatını aşağılama amaçlı kullanması ne ola ki? “Ekmeksizlik” hakir görülecek şeyse, askıya ekmek koymak hakaret fiili olmaz mı? Bu ifade arızası, siyaset meydanında yumruk sallama hevesinden kaynaklanan bir sürçü lisan değil, “ekmeği “gösteren”in haleti ruhiyesini de dışa vuran bir hakikatin tezahürü: Kuru ekmeğe muhtaç edilen nüfus, verilenden fazlasına tevessül edemez. Herkes yerini bilecek. Ekmeksizsen al ekmeği sus.

DÖVÜŞENLER DE VAR BU HAVADA!

İktidarın ekmekçiliğini ve muhalefetin çemkirmeciliğini bir yana bırakırsak, sahnede “ekmek kavgası” veren bir başka figürü görürüz. Şairin dediği gibi, dövüşenler de var bu havada. Hani şu Soma’dan, Ermenek’ten, Gebze’den Ankara’ya yürümeye çalışan işçiler; Salihli’de, Tokat Erbaa’da maden ve su, altın, santral ve baraj talancılarına direnen köylüler.

Soma ile Ankara arası kaç kilometre? Yaklaşık 560. Günde 40 kilometre yürünse 14 günde varılır. Ermenek’le Ankara arası? Yaklaşık 450 kilometre, on gün sürer. Peki Gebze ile Ankara arası? O da 370 kilometre, dokuz gün.

Ermenekli işçiler 90 kadar gündür yolda ama onlar yürüdükçe Ankara yaklaşmıyor, uzaklaşıyor. Ülkenin işçisi ülkenin başketine gidemiyor. Başkent gün geçtikçe işçiden uzaklaşıyor, patronların darbecisi faşist Kenan Evren’den beri böyle bu.

İşçiler yürüyüşe geçince çok geçmeden bir noktada önlerine kah polis kah jandarma çıkıyor. Sendikacı Kamil Kartal’ın ünlü “Öyle mi alay komutanı” retorik sorusunu sorduğu konuşması, yoluna çıkan jandarma komutanına hitaben yapılmıştı. Kamil Kartal, “devletin gücünü işçinin üzerinde sınamayın” derken basit ikiliği basitçe dile getiriyordu: “Kıçı kırık bir patrona hesap soramayan devlet bize hesap sormaya kalkmasın.”

PATRONUN EKONOMİSİ KÖYLÜNÜN DERESİ

Devlet, polis ve jandarma olarak kıçı kırık patron için daima işçinin ve köylünün karşısına dikiliyor. Öyle ya, askıda ekmek var, yürümek ne? Maden çıkarmaya, santral kurmaya, baraj yapmaya gelen aç gözlü kıçı kırık, tarlasını, deresini, yaylasını tahrip edeceği köylüye karşı da devletin gücünü hep yanında buluyor.

“Ana akım” denilen (Türkiye’de “iktidarı destekleyen ve iktidarca yönetilen demek) medya bu işleri en fazla “doğayı koruyan köylü ile maden-santral-baraj için ruhsat almış işletmeci” arasında bir tatsızlık olarak vermeyi sever; sus emri almamışsa. Sadece bugün değil, ta Bergama direnişinde de durum böyleydi. Haber yaptığında da bir tarafta yatırım, bir tarafta doğa var gibi anlatılır öykü. Çünkü köylüler “ekonominin” bir parçası olmaktan çok doğanın bir parçası gibidir.

En “adil bakış”, “ekonomi” için doğru olanı patronlar, doğa için doğru olanı ise köylüler yapıyor gibi haysiyetsiz, densiz bir denklik fikriyle lafazanlık eder. Zaten hükümet de ruhsat verirken, prosedürler tamam olmadan işletmenin işe koyulmasına göz yumarken, itiraz veya protesto eden işçileri jandarma ve polisle durdururken bu fikri savunur: Ekonomimiz için mecburi. Köylü, ekonomi dışı bir vatandaş tabakasına denk düşer, dere gibi, su gibi, ağaç gibi bir şey.

KÖYLÜYÜ İŞÇİLEŞTİR, İŞÇİYİ UCUZLAŞTIR

Patron ekonomi, köylü “hammadde” demek özetle. Tarımın tahribi, köylü hammaddesinden işçi çıkarmayı da içeren mülksüzleştirme projesinin içindedir. Köylüler, havayı, suyu, madeni işletmeye çeviren güçlere karşı dururken, soyut bir doğayı korumayı değil somut hayatlarını ve o hayatı idame ettiren ekonomik imkanlarını, yani lokmalarını korumaktadırlar.

Mülksüzleşmeleri, işverenin çalınmış mülkle beslenen gaddarlıkla inşa edilmiş vicdanına mahkum olmaları demek, bu da süreci yöneten gücün gülerek astığı kuru ekmeğe muhtaç olmaları demek. Köylü ile mülksüzleştirilmiş eski köylü olarak işçinin verdiği kavga, siyasal ve ekonomik egemenlerin kaç yüz yıldır bildiğimiz “ilkel birikim” metoduna karşı verdikleri kavga. Sadece köylüyü işçileştirmek ve işçiyi daha ucuz işçi haline getirecek sözde serbest özde ceberrut piyasa usulleriyle bu süreç yönetilemez, şiddete de ihtiyaç vardır. Alay komutanının işçinin karşısına dikilme sebebi budur. Askıdaki ekmeğin yanında Çakıcı figürünün siyasal sahnenin ortasında belirmesi de boşuna değildir; devletin meşru zabıta güçleri yetmezse paramiliter şiddet de hazır olmalıdır.

GELDİK 'REFORM'UN ANLAMINA

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “reform”dan ne anlaşılması gerektiğini açıkladığı konuşmasında işin özünü basitçe deyiverdi: “Yatırım ikliminin ayrılmaz parçası olan hukuk reformunu hayata geçiriyoruz.”

Yatırım iklimi, Kaz Dağlarına, Dersim gözelerine, Erbaa’daki Balkan muhacirinin suyuna, Salihli’deki yeşilliğe göz koyan patronun çanağına bal yağdıran iklim; Soma’da, Ermenek’te, Gebze’de işçileri köleleştirmeyi hak bilip alay komutanının arkasına saklanan patronun nefes aldığı iklim. Reform, de-form demek: Doğayı deforme ederek, köylüyü deforma ederek, işçiyi deforme ederek iktidar olmak demek.

Malum bir terane var: Hukuk yoksa yatırım gelmez. Oysa, işçiyi mücadelesinde durdurmak, köylüyü mülksüzleştirmek için gerekli hukuksuzluk ve zorbalık, sermayeyi ve sermayedarı korumak için gerekli hukukun öncelikli parçasıdır. Kast edilen şey, sömürü çarkının işlemesi için gerekli büyük sermayenin ürkütülmemesinden ibarettir; yoksa işçiye maaş ödemeyen (Soma, Ermenek) ya da haklarını aradı diye işten atan (Gebze) patronların hizaya getirilmesi değil.

PANDEMİDE AÇ BIRAKILMAK

Şimdi bir de pandemi girdi işin içine. Tedbir diye, lokantalar, pastaneler, kahvehaneler, kafeler, restoranlar, barlar, meyhaneler kapatıldı, “sadece paket servis” yapabilecekler. İlk dalgada da ilk olarak barlar, kafeler, meyhaneler, kahvehaneler kapatılmıştı. Sektörde, 100 bini aşan işletme ve iki milyonu aşkın çalışan var. Çalışan iki milyonun geçimi, işletmelerin günlük faaliyetine doğrudan bağlı, büyük çoğunluğu yevmiyeli olarak istihdam ediliyor, o gün ciro yoksa eve götürülecek ekmek de yok. Üstelik aslında durum çoğu zaman işletme sahipleri için de böyle, birçok mekan sahibi çalıştırdığı personelden elbette daha iyi ve güvenceli durumda ama en fazla birkaç hafta ya da ay dayanma gücü var hepsi o.

Az sayıdaki lüks işletme, sayısı az ama piyasa payı yüksek zincir işletmeler hariç, hepsi bu gidişle ya batacak ya da uzun süre borçla boğuşur hale gelecek. Peki, otobüsler tıklım tıklımsa, metrobüs tek seferde bin kafeye yetecek insan taşıyorsa, servisler günde üç dört ayrı fabrikanın, büyük işletmenin çalışanlarını taşıyıp duruyorsa, fabrikalar aralıksız çalışıyorsa, niye yük sadece bu çoğu küçük işletmenin üstünde? Dostlar tedbirde görsün hali değil mi bu? Evet, bir şeyler yapıyor görünmek lazım, fabrika kapatılamayacağına ve denetlenemeyeceğine göre, bir yerler kapanacak. O zaman, en işe yarar kapatma kararı, en mülksüzleştirme fırsatı veren olur: Lüksler yaşayacak, zincirler zaten güçlenerek çıkacak. Kalanlardan işletmecilerin yani “patron” olanların çoğu işçileşecek, işçiler daha ucuz yani daha çaresiz işçiye dönüşecek. Üstelik, bunların önemli bir kısmı “alkollü işletme”, yani kapanması ideolojik olarak Türk-İslamcı iktidarın propagandasına yarayacak yerler.

Devam edeceğim, “Reform dedikleri üçtür: Üç, siyasetsizleştirme"

MERAKLISINA NOTLAR

1

BAHADIR ÖZGÜR, HAKKI ÖZDAL VE SİNAN SAYGILI OKUDUNUZ MU?

Birlikte çalışmaktan mutlu olduğum meslektaşlarım Bahadır Özgür, Hakkı Özdal ve Sinan Saygılı ele almaya çalıştığım konunun değişik yönlerini maharetle dile getirdiler.

Bahadır, Balkan muhaciri köylü kadının “Beşikteki çocuklar bile razı değil” dediği kısacık ama çarpıcı konuşmasından yola çıkarak sermayenin kiminle ne şekilde dayanıştığını güzelce anlattı.

Hakkı, Gebze işçilerinin mücadelesine “yerli ve milli rejim”in hangi küresel işbirliği ağıyla işçi haklarını hiçe saydığını gösterdi.

Sinan, iktidarın partileştirdiği medyanın sınıf mücadelelerine körlüğünü anlattı.

Bu üç meslektaşımın işleri, birlikte çalışıyor olmasaydık da ilk okuduğum işlerden olurdu.

2

SAVAŞ GANİMETİ OLARAK SURİYELİLER

Suriye savaşı, milyonlarca Suriyelinin Türkiye’de ucuz işgücü stoku arasına katılmasına yol açtı. Savaşın en büyük ganimetiydi bu yoksul işçiler, bakmayın siz kapıları açarız, Avrupa’ya yollarız teranelerine. Tıpkı PKK ile savaşın milyonlarca Kürt köylüsünün ucuz emekçi ordusuna katılmasına yol açması gibi. Kürt düşmanlığının ya da Suriyeli düşmanlığının altında, bu mülksüzleştirme-proleterleştirme sürecinde olan bitenlerin örtülmesine yönelik ideolojik pompalamaların payı büyük. Suçun kamuyla ortaklaştırılması stratejik bir tercihtir. Şimdi pandemiyle “savaş” var ya, bu da yeni mülksüzleştirme süreçlerinin kapılarını açmış durumda.

Taner Akpınar’ın KOR yayınlarından çıkan “Sermayenin Yeni Hafif Piyadeleri” isimli, Kaçak Göçmen İşçiler” alt başlıklı kitabını hararetle tavsiye ederim; öğrenerek okuyorum şu aralar.

3

ASKIDA EKMEK, DAYANIŞMA, MİTOMANİK İKTİDAR

Askıda ekmek işini “Şahane bir Osmanlı geleneği” diye yazıp çizdi iktidar medyası, Asrı Saadet’e kadar götürenler oldu işi. Oysa Şeref Oğuz 2009’da işin evvelini ahirini yazmıştı.

Hasılı, uygulama ne yeni, ne MHP’nin icadı, ne Osmanlı ile bir ilgisi var. Ha, sayısız millet, cemaat, zümre, tabakadan oluşan Osmanlı’da yine sayamayacağımız kadar çok yardımlaşma, dayanışma örnekleri vardı kuşkusuz. Kuşkusuz, çünkü “dayanışma, yardımlaşma, paylaşma” olmayan bir toplum düşünmek zor; gerçi giderek kolaylaşıyor bu ama…

Kropotkin “Dayanışma”yı anarşist politika felsefesinin temeli yapmıştı. Dayanışmanın iyiliği, güzelliği ve İslam’da da var oluşu elbette vaka, ve fakat başka yerde olmadığını zannetmek, el dayanışmasını bilmeden kendi dayanışmasını en üstün dayanışma sanmak filan, hep dönemin mitomanik, narsistik hegemonya anlayışının tezahürleri.

4

İŞ CİNAYETLERİ PANDEMİ DİNLEMEZ

Ekimde 207 işçi iş cinayetlerinde öldü. Yılın ilk on ayında 1736 işçi canından oldu. yani yıl bitimine iki ay kala 2019’un toplam can kaybı sayısına ulaşıldı. Hani pandemi var ya, sosyal mesafe, hayat eve sığar filan, o evindeyken paraya ihtiyacı olmayanlar, yani patronlar ve patronlar için geçerli. Her gün minibüse, otobüse, metrobüse, vapura, trene binmek zorunda olanlar için değil. Pandemi hayatı durdurup cinayeti azaltmadı, artırdı.

Rakamlar için İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi internet sitesine bakabilirsiniz. Meclis, işçilerin mücadelesi içinde kararlı, disiplinli biçimde bilgi üretip yaymaya gayret eden bulunmaz bir organizasyon. Keşke herkes bir el atmaya gayret etse.

5

METROBÜS AÇIK, LOKANTA, BAR, KAFE KAPALI

Lokanta, kahve, bar, kafe filan sayısı 100 binin üstünde; sektörde 2 milyon kişi var. İstanbul’da metrobüs günde 1 milyona yakın kişi taşıyor; buyrun rakamlar.

https://www.ibb.istanbul/News/Detail/36423

https://istatistik.istanbul/bulten.html?id=54

6

BAKAN DERTLİ: İŞÇİLER KARŞIMIZDA, PATRON NEREDE?

Mülksüzleştirme-güçsüzleştirme makası, esnek çalışma filan gibi tasarılarla, kıdem tazminatını hiç-iç-piç etme hevesiyle sürüyor. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, işverenleri işçiye karşı yeterince ses çıkarmamakla suçladı. Anlaşılan hükümet, yaptığı işlerin pis işler olduğunu bildiği için sahnede işçiyle başbaşa görünmekten rahatsız olmuştu, siz de kadraja girin diyordu. Galiba bir de eylemdeki işçiyi durdurmak için alay komutanı yetmiyor, siz de tedbirini alın, gücünüzü gösterin talebinde bulunuyor.

7

TÜBİTAK ANTİ-HUKUK HARİKALARI YARATMAYA DEVAM EDİYOR

İlk yazının kapsamında bir mesele yazı yayınlandıktan sonra ortaya çıktı. Yine meşhur TÜBİTAK, KHK ile ihraç edilmiş birinden verdiği bursları faiziyle geri istedi.

İşlem, bütün KHK tartışmalarına hakim olan, “devletin hakkı” adı verilen anti-hukuk anlayışı ile malul, yani sakat. Söz konusu anlayışa göre (devlet anlamındaki) kamu, bireylere bakar, onlardan taleplerde bulunur, onları çekip çevirir, gözetir ve en nihayet cezalandırır. KHK ile cezalandırmış biri artık “kamusal imkan”lardan yararlanamaz, hatta kamuya hizmet bile edemez; SGK ile anlaşmalı yerde doktorluk yapamaz mesela! Devlet ekmek veriyordu, artık veremez. Oysa o “kamusal imkanlar” yine tek tek vatandaş olan bireylerin katkı ve katılımları ile oluşur. Devlet insanlara “bakmaz” aslında, insanlardan aldığını yani vergiyi insanlara iade eder yani hizmet eder. KHK ile ihraç edilenlerin bir daha “memuriyet” yapamaması bile hukuken kabul edilebilir bir durum değilken, sanki bütün kamu hizmet ve imkanlarından yasaklanmış gibi görülmesi, ne idari ne de cezai bir mantıkla mümkün olabilir. Bu “vatansızlaştırma” dediğim ve “mülksüzleştirme” ile birlikte işleyen bir zulüm biçimidir: Bir vatandaş grubunu, “yabancı” statüsüne iter. “Yabancı”ların, vatandaşların sahip olduğu haklara sahip olmaması, vergi vermemiş, hiçbir kamusal yükümlülüğü (askerlik vb kamu hizmetleri) yerine getirmemiş kişi olmalarından kaynaklanır, vermemiştir ki talep etsin. Oysa “vatandaş” hepsini vermiştir. “Yabancı”ların bile insan haklarından yararlanmaması kabul edilebilir değilken, vatandaşın bir kısmını haklarından soymak, siyasi, hukuki ve ahlaki soygunculuktur.

Tüm yazılarını göster