Reha Tanör: 'Ud Çalan Kadınlar', İstanbul’a ve yaşama bir bakıştır
Reha Tanör'le 'Ud Çalan Kadınlar – Sana Michelin’li Sofralardan Baktım Aziz İstanbul' kitabını konuştuk. Tanör, "Michelin’in halka açıldıktan sona eski saygınlığı kalmadı" dedi.
DUVAR - Girişimci, yönetici ve akademisyen Reha Tanör, 'Levrek Buğulama da İstemeyin Ama' ve 'Hayat Yağmurda Yürümek Gibidir - Yaşam Sanatının Sıradan Sırları' adlı kitaplarının ardından , altı denemeden oluşan yepyeni bir kitapla okurlarının karşısında. Galata Köprüsü’nden başlayıp geçmişiyle, geleceğiyle, semtleriyle, insanlarıyla, anıları ve arayışlarıyla İstanbul’u felsefi bir bakış ve yorumla odağına aldığı bu kitabın ismi 'Ud Çalan Kadınlar – Sana Michelin’li Sofralardan Baktım Aziz İstanbul'.
Tanör, İthaki Yayınları tarafından yayımlanan kitapta dünü, bugünü ve yarını, lezzetli sohbet sofralarında değerlendirdiği denemeleriyle okur karşısına çıkıyor. Türkiye’de geleceği kuracak kadınların niteliklerini, ekonomik çaresizliğin kadın-erkek eşitsizliğini nasıl yıkacağını; kültüre, tarihe ve mizaha dokunan kalemiyle işliyor sayfalarında.
Tanör’le “İstanbul’a ve yaşama bir bakış” olarak tanımladığı yeni kitabını, İstanbul’u ve daha birçok başlığı konuştuk.
Bu kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Ben Galatasaray’da öğrenciyken yazmaya başladım. Okulun yayın organı Tambur Gazetesi’nin yöneticisiydim. Nadir Nadi ve Abdi İpekçi ve Tahir Alangu’nun rahle-i tedrisinden geçtim. Dönemin dergilerinde öykülerim yayınlandı. Bir tanesi için Refik Erduran "Türkiye’de bir Çehov doğuyor" diye yorum yaptı. Ama üniversite bitip akşam eve götürecek parayı kazanma dönemi başladığında bu sevgimi dondurmak zorunda kaldım. Sonraki yıllarda finansal hukuk alanında kitaplar ve akademik makaleler yayınladım. Bunlardan 'Türk Sermaye Piyasası' adlı iki ciltlik ve yaklaşık 2 bin sayfalık kitabım Harvard kitaplığına kabul edildi. Emeklilik çağına girdiğimde ise ilk aşkıma geri döndüm, pop kitaplar yayınladım. İnsan yaşlanıp yapacak bir şeyi kalmayınca da felsefe yapıyor. 'Ud Çalan Kadınlar' böyle ortaya çıktı.
Her bir denemeyi aslında birer öykü gibi de okuyabilir okur. Bir manzara çizip içine hikayeler yerleştirmişsiniz. Bir şehrin, bir ülkenin, bir halkın, bir ülke mutfağının ve aynı zamanda da bir adamın yani sizin hikayeniz diyebilir miyiz bu hikayeler için?
Bu kitap, İstanbul’a ve yaşama bir bakıştır. İçinde söylediğiniz unsurları barındıran bir düşünce kitabıdır. Yerler vardır… Kadınlar vardır… Yakın geçmiş vardır… Lokantalar vardır… Gırgır vardır. Bütün bunlara ilişkin bilgiler ve düşünceler vardır. Bunlar teoride yer alan kitaplardan derlenmiş değil, yaşanmışlardan süzdürülmüş ve sohbet ederek anlatılmış düşüncelerdir. Bu bakımdan "anlaşılabilir felsefe" denemesi olarak tanımlanabilir.
'İSTANBUL KAOSUN PADİŞAHIDIR'
Her bir denemenizde İstanbul’un bir köşesinden, bir döneminden ya da İstanbul’un bir dönemine damga vuran "soyut bir mekandan" bahsediyorsunuz. İstanbul sizin için ne ifade ediyor?
İstanbul benim doğup büyüdüğüm, kıvancı ve kederi, tatlıyı ve acıyı, mutluluğu ve mutsuzluğu, iniş ve çıkışı yaşadığım şehir. Bütün bunları yaşatabildiyse ifade ettiği kıymet de ortadadır. Küçük İskender’in dediği gibi "Açık kalmış bir radyodur" İstanbul. Her an değişik bir ses çıkar karşınıza. Siz de her ses için ayrı bir yorum yapabilirsiniz. Kaosun padişahıdır. Çeşitliliğin Olimpos’udur.
Gastronomiyle nasıl bir bağınız var?
Hiçbir bağım yok ama gurme diye adım çıktı. Yıllar önce çeşitli kıtalarda yemek yediğim ünlü lokantaları öykülerle birleştirerek kitaplaştırmıştım. 'Levrek Buğulama da İstemeyin Ama' adlı kitap iki baskı yaptı ama milletin aklında lokantalar kaldı, öykülere aldırış eden olmadı. Olan bana oldu, yolumu kesen yemek-lokanta yorumu istiyor. Oysa ben hikaye anlatıcısı, sohbet insanıyım, yemeklerin katmanını, şusunu busunu bilmem, ne diyeyim şimdi!
Bu kitapta yine lezzet peşindeki okurlar bol bol mekan ve şef isimlerini not alacaklardır. Hem geçmişten hem günümüzden restoranlar ve şefler önerirken kıstaslarınız neler oldu?
Valla herkesin zevkine, sosyal yaşantısına ve cebindeki parasına göre bir kıstası vardır. Ben bir şey önermiyorum çünkü zaten önerecek bilgim yok. Yaşlandıkça ve hayat pahalılaştıkça evde salata eşliğinde bir tencere yemeği ya da zeytinyağlı yiyoruz. Dışarda da balık yiyeceksem Kıyı’ya, meyhane istiyorsam Asmalı Cavit’e gidiyorum. Eşim, yakınlarım ve arkadaşlarımla basit bir yemek yiyip zengin bir sohbet yapıyorum. Kıstas isteyenler masanın üstündekilerden çok etrafındakilere baksınlar, onları zengin tutsunlar derim.
'TÜRKİYE'NİN GAMLI GEÇMİŞİNDE ANIMSADIKLARIMI YAZDIM'
Bir yandan ülkenin siyasi tarihinden parçalar da yerini alıyor yazılarınızda. Özellikle bu siyasi ve tarihi parçalarla ilgili nasıl ön hazırlıklar yaptınız, nasıl bir süreç geçirdiniz?
Yaşadıklarımı, Türkiye’nin gamlı geçmişinde anımsadıklarımı yazdım. Takıldığım yerlerde zengin kitaplığıma başvurdum ama asıl değerli olan bizzat yaşanmışlıkları anlatmak ve onları yerli yerine yerleştirmekti. Literatürde yakın geçmişimize ait özgün değerlendirmeler fazla yok. Olanlar da yirmi birinci yüzyıl hızlı yaşayan, vakti kıt okurunu sıkacak nitelikte. Bunu aşmaya çalıştım.
Okuduğunuz, sizde yer bırakan yazarlara, şarkılara, şiirlere, türlü farklı esere kitaplarınızda yaptığınız alıntılar ya da hatırlatmalarla, bölüm sonu açıklamaları veya kaynakçalarıyla muhakkak selam gönderiyorsunuz. Bu selamların sizin için anlamı nedir?
Her şeyi mümkün olduğunca özgün kaynaklara dayandırmak, o kaynakları da açıklamak gerekir. Aksi halde yaşananların tanığı değil, dedikoduların gevezesi olursunuz. Ben zaten akademik yayınlardan dipnotu vermeye alışık bir insanım. Kitapta akış hızını kesmemek için bunları bölüm sonlarında topladım, sokakta gezerken gördüklerimi, yaşadıklarımı, onlar üzerine inşa ettiğim düşünceleri bir masa başı sohbeti havasında vermeye çalıştım. Yapay zekanın her şeyimizi etkilemeye başladığı bir çağda uzun geyiklere yer yok artık. Kısa ama doğru anlatmak lazım her şeyi.
“Sisifos’un Kayası”, bu kitapta farklı metinlerde karşımıza çıkıyor. Sizin metaforik bakışınızda nasıl bir yeri, önemi, gücü var Sisifos’un kayasının?
Kitapta anlatılan yaşam felsefesi, Sisifos’un Kayası’na dayanıyor. Yazılar, konular ve düşünceler birbirinden bağımsız görünseler de aslında bu kaya onları birbirine bağlıyor çünkü hayat dediğimiz iş o kayayı ha babam de babam itmekten ibaret. Ondan kurtuluş yok. Yaptığınız, düşündüğünüz her şey sonunda gelip ona bağlanıyor. Camus bunu "saçmalık" olarak açıklamış. Ben de kendi yaşadıklarımla kanıtlıyorum. Bir yerde de "kaya itmeye mi geldik len biz bu dünyaya" diye isyan ediyorum ama dinleyen kim?
"Mutfağın temelinin tarihsel ve coğrafi açıdan bu kadar zengin olmasına karşın yeme içme sektörümüz Avrupa’daki emsalleri kadar gelişememişti" diyorsunuz. Bunun nedenlerini kitabınızı henüz okumamış okurlarımız için biraz açar mısınız?
Anlattığım dönemde gelişmemişti çünkü arz-talep dengesi oluşmamıştı. Şimdi daha iyi ama yine de alacağımız daha çok yol var. Marifet, sofraya orijinal yemekler koymaktan ibaret değildir. Bu endüstrinin gereklerinin rezervasyondan hesabın hatasızlığına kadar eksiksiz yerine getirilmesi gerekir. Bu bağlamda, hizmet verenin de hizmet alanın da üzerlerine düşen görevler var.
'LOKANTAYA ŞEFİN ŞOVUNU İZLEMEK İÇİN GİTMİYORUM'
Günümüzde oldukça popüler olan Michelin yıldızına dair fikriniz nedir? Sizin bir restorandaki "keyif" deneyiminizde belirleyici noktalar arasında yer alıyor mu bu örneğin?
Michelin’in halka açıldıktan sona eski saygınlığı kalmadı. Özellikle Amerika’da bir lokantanın Michelin’li olması bana hiçbir şey ifade etmiyor. Kriterlerinde de müşteri olarak beklediklerimi bulamıyorum. Ben lokantaya şefin şovunu izlemek için gitmiyorum. Lezzetli saatler geçirmeye gidiyorum. O lezzetler sadece yemeğe ilişkin değil, daha katmanlı. Michelin bunları ıskalıyor.
Kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği meselesini çok önemseyen, bunu fırsat bulduğu her durumda satırlarında işleyen bir yazar olarak, gastronomi dünyasında kadınların yerin nasıl gözlemliyorsunuz?
Kadın-erkek diye bir ayırım yapmıyorum. Gastronomi dünyasında da, tüm sektörlerde olduğu gibi "canımı yesin benim" dediğimiz kadınlar ve erkekler olduğu kadar "aman benden uzak dursun" dediklerimiz de vardır ve olacaktır. Başarı cinsiyete değil, marifete bakar. Ben kadınların kamusal alana çıkmaları ve orada karar verenler arasında çoğalmalarıyla ilgileniyorum. Fatih-Harbiye bölümünde yazdım: Kadın-erkek eşitliğini sağlayacak başat aktör hayat pahalılığı olacaktır. Köyden kente geçen ailelerde aile-cemaat desteği bir yerde yetmeyecek, pabucun pahalılığı evde oturan kadını da dışarıya, dışarda çalışmaya itecektir. Bu zorunluluk, kadını eve hapsetmeye izin vermeyecektir. Dışarı çıkıp sosyalleşecek, dijital dünyanın sınırsız olanaklarıyla dünyayı başka gözle görmeye başlayacak orta sınıf kadını, sivil toplum kuruluşlarından muhtarlıklara, yerel meclislerden genel siyasete kadar girmeye, örgütlenmeye, karar vericiler arasına katılmaya başladığında da Türk toplumu nefes alacaktır. Kolay mı? Değil ama kolay olan ne var ki?