Bu perşembe kitap yazısı günüydü. Ancak salı günü Duvar’da okuduğum nefis bir yazı nedeniyle kitap tanıtımını önümüzdeki haftaya bıraktım.
Değerli Bahadır Özgür, yine çok güzel ve okuyanına “kapılar açan” bir yazı kaleme aldı. Başlığı, “Çeteler parlıyor: Devletteki yeni cerahat.”
Halihazırdaki devletin fotoğrafını çekmiş Bahadır Özgür. Betimlediği karede siyasetçiler, yeraltı karakterleri, bürokrat, şarkıcılar var. Yazı ve fotoğraf ister istemez 1990’ları, Susurluk’ta kamyona çarpan aracın içindekileri, sözümona faili meçhulleri, hukuk dışılıkları vs. hatırlatıyor. Susurluk’tan bir kuşak sonra neredeyse aynı görüntünün oluşması, “Türkiye’de hiçbir şey değişmiyor,” diyenleri mi haklı çıkarıyor, yoksa bazı farklar var mı? Eğer varsa, bu farkların anlamı ve geleceğe dönük vaadi nedir? Yazıyı okuduğumda, Ali Duran Topuz’un “anti-hukuk” kavramını, hakkında tanıtım yazıları kaleme aldığım Sebastian Haffner’in ilk kitabı olan “Bir Alman’ın Hikâyesi”nin bir bölümünü ve hocam Cem Eroğul’un 2015 yılında Birgün’de yayınlanan söyleşisini hatırladım. Bahadır Özgür nasıl yazdıysa artık!
Sorular şunlar: Her şey hep aynı değilse, ayırt edici olan ne? Devletin/bürokrasinin dönüşümü ne demek? Analizlerinde “derin devlet” ifadesini kullananların kastettiği “derinliğe” baş vurmak hâlâ anlamlı mı?
“Bu memlekette her şey eskiden de aynıydı,” korosundan sıkılıyorum. Bunu bir “lanet” biçiminde dile getirenleri anlamak mümkün tabii. Hepimiz yapıyoruz. Dön dolaş benzer şeyleri yaşıyor gibiyiz. Daha önce de yazmıştım; zamanında bir hocamız, bir başka hocamızın vefat ettiğini duyunca “Neyse, hiç olmazsa Türkiye’den kurtuldu,” demişti. Ayrıca bu satırların yazarı, hocası gibi (Cem Eroğul) ve onun hocası gibi (Bahri Savcı) üniversiteden atılmış biri olarak kaleme alıyor okuduğunuz satırları.
Anlaşılabilir olmasına anlaşılabilir de, akıp giden yıllar ve siyasal gelişmeler içinde, her olgunun-olayın kendi zamanının izini taşıdığı da nesnel bir gerçek. Otuz yıl önceki “kötülüğün” gerekçeleri ve yapısıyla, bugünkü tam olarak benzemiyor birbirine. Aynı olma ihtimali yok. Haliyle, “Her şey hep aynıydı,” ifadesindeki serzeniş, eğer insani ve anlaşılabilir bir bıkkınlıktan kaynaklanmıyorsa, kolaycılığa/rehavete/hareketsizliğe bulunan “ayıp” bir mazeret olmaktan öte değer taşımıyor. Hem bu sözlerin boşvermişlik dışında nasıl bir etkisi yaratmayı amaçladığını anlamak da mümkün değil. “İşkence var,” diyen biri, “Eskiden de vardı,” bilgiçliğiyle karşılaşınca, “Ha tamam o zaman,” diyerek arkasını dönüp gitmeli mi?! Her neyse...
Bahadır Özgür’ün yazısı, eski ve yeni arasındaki farklar üzerine düşünmeye teşvik ediyor insanı. Ekonomik gelişmelerle “suç ekonomisi” arasındaki ilişkiyi kuruyor Özgür. Kendisi dile getirmemiş olsa da, bu bağın kurulması, ekonomiyi “faiz yükseldi-faiz düştü” ile açıklayan “ana akım” iktisatçılara da eleştiri içeriyor satır aralarında. Bahadır Özgür’e ilham veren fotoğraf birkaç hafta önce bir düğünde çekilmiş. Sözü kendisine bırakıyorum:
“Drej Ali lakaplı Ali Yasak’ın oğlunun düğününde şahitler MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile TBMM Başkanvekili Celal Adan’dı. Salonu dolduranlar ise AKP ve MHP’li vekiller, parti yöneticileri, bürokratlar, belediye başkanları, jandarma alay komutanı, dizi oyuncularıydı. Sahnede Ebru Gündeş vardı. AKP iktidarı öncesini hatırlayanlar için hayli tanıdık bir tabloydu bu. Böyle bir fotoğrafla en son ne zaman karşılaştık? Bir ironi olsa gerek, yine Drej Ali’nin kız kardeşinin düğünüydü. Ocak 2000’deki törene DYP, MHP ve ANAP’lı siyasetçiler, polis müdürleri, bazı askerler ile Susurluk’un ünlü simaları Sedat Bucak, İbrahim Şahin, Sami Hoştan, Ali Fevzi Bir de katılmıştı. Sahnedeki isim ise İbrahim Tatlıses’ti…”
Bahadır Özgür’ün söz ettiği ilk fotoğraf, AKP’nin iktidara gelmesine büyük katkı yapan bir “cerahatin” görünür hale gelmesini sağlamıştı. AKP, 1990’ların sonlarında ortalığa saçılan devlet-mafya ilişkilerinin ortalama yurttaşta yarattığı tedirginlik ve rahatsızlık duygularının üzerinde yükseldi. Türkiye’nin “bağırsaklarını temizlediği” yönündeki propagandaya konu olan “bağırsağın” muhteviyatı, 90’lar manzarasıydı.
Susurluk kazasını hatırlayalım. Aslında bilinen, tahmin edilen, kuşkulanılan birtakım ilişkilerin görünür olmasını sağlamıştı. Bir araçta, bir “hukuk devletinde” yan yana gelmemesi gereken, buna mukabil “devlet” denilen yapıda yan yana gelmesi pekala muhtemel kazazedeler. Bu tarz birliktelikler, başkaca, hatta en demokratik ülkelerde de mümkün olabilir. Devletlerin biri diğerinden çok da temiz değil. Fakat ister kelimenin gerçek anlamıyla, isterseniz sarkastik niyetle kullanılsın, “devlet ciddiyeti” denilen olgu, “kirli elin” görünmesini engellemeye çalışır. Bazen de başaramaz, ki biz ona “skandal” diyoruz! Kuşkusuz iletişim çağında “kiri pası” saklamak eskisinden daha güç.
Özgür’ün yazısının bana ilk düşündürdüğü şu oldu: Sanırım o yıllar ile bugün arasındaki belirgin bir fark, yurttaşın malum “skandal görüntülerle” karşılaşma biçimi. Öyle bir farklılık ki, aslında hukuk sistemi ve devlet yapısındaki dönüşüm hakkında da ciddi ipuçları veriyor. Öncesinde, yasak/sakıncalı ilişkilerin fotoğrafları “sızdırılır,” cesur gazeteciler tarafından “ortaya çıkarılırdı.” İşin içinde zorunlu bir “gizli tutma” çabası vardı ve yukarıda “devletin ciddiyeti” dediğim ilke, bu gizli kapaklı halleri gerekli kılıyordu. Devleti devlet yapan niteliklerinden biri, o devlet gerçekte uysa da uymasa da, uyulması gereken “kurallar-normlar-teamüller” olduğu, olması gerektiğinin kabul edilmesidir.
Oysa bugünkü manzara tam tersi. Bahadır Özgür haklı olarak sormuş:
“Ama işte, ‘Türkiye bağırsaklarını temizledi’ denilen yılların simgesi o son fotoğraf, yeniden boy gösteriyor. 19 yıl önce suç mahalli olarak tescillenmiş sahnede siyasetçiler ve şarkıcılar, bürokratlar ve emniyet mensupları çekinmeden yer alabiliyorlar. Nasıl okuyacağız bunu? Geçmişe göndermesi bol nostaljik bir kare mi?”
Nasıl okuyacağız sizce? İşte muhtemelen “hep aynı olmayan” şeylerden biri bu. Artık devleti devlet, devlet adamını devlet adamı yapan, olmasa da öyle gösteren en temel “kurallar,” bir başka değişle “devlet raconu” önemini yitirdi. Türkiye’de muktedirler ya da onlarla yakın temas halinde olanların, kendisini herhangi bir hukuk kuralıyla bağlı saymasına, ihlalden doğacak tedirginliği yaşamasına gerek kalmadı. Haliyle, yasa dışılığın “gizliliği” anlamsızlaştı. Gizlilik, gerek duyulan bir “önlem” olmaktan çıktı. Türkçesi, bürokrasi Mehmet Ağar’dan, Süleyman Soylu’ya geriledi. Biri diğerinin çırağı deyip geçmeyin sakın. Sınırları bilen ve yasa dışılığın gizliliğine özen gösteren (!) ile, sözünde ve eyleminde hiçbir dizgini olmayan arasında azımsanmayacak fark var. Birinin fotoğrafı ya da belgesi sızdırılır, diğeri selfi çektirip kendi paylaşır!
“Teamüller” ve “yasaya” aykırılıkların artık iyiden iyiye “sır” olmaktan çıkmış göründüğü bu devirde, AKP rejiminin ayırt edici niteliğine ve peşi sıra Ali Duran Topuz’un “anti hukuk” kavramıyla, “Devlet Nedir?” kitabının yazarı Cem Eroğul’un devlet/yeni rejim çözümlemesine geliyoruz. Bir de Haffner’e tabii!
Değerli okur, belli ki yazı çok uzayacak. Size de eziyet olmasın. Salı günü devam edeyim...
Yazı önerisi: Değerli Güray Öz’ün cezaevinden çıktıktan sonraki ilk yazısını buraya bırakıyorum.
Ümit Kıvanç'ın çok önemli bir konuya ilişkin iki yazılık dizisini kesinlikle okumanızı öneririm.