Rejimin bitaneleri

14 Mayıs’ta muhalefet, Cumhur İttifakı kadar hükümet medyasıyla da yarışacak. Bir kez daha, televizyondan gazeteye, internet sitesinden radyoya yüzlerce farklı araçtan kurulu, milyon dolarlık yatırımlarla oluşturulan medya imparatorluğunun rıza üretiminde ne kadar etkili olduğunun bir sağlamasını göreceğiz.

Hamza Aktan hamzaaktan@gmail.com

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 30 Nisan’da Ankara’daki seçim mitingindeydi. Başkentte hava kapalı, ara ara yağmur çiseliyordu. Adeta bir insan seli birikmişti. On binlerce kişi “Beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurda" ruhuyla alanı doldurmuştu. Herkesin kafasında aynı düşünce vardı, “Denizde TCG Anadolu, karada TOGG, gökyüzünde Kızılelma... Nereye baksan Reis'ten bir imza!" Bütün bunlardan daha ilginci, o bulutlu, yağmurlu havada Erdoğan'ın gelişi ile güneş de açmıştı. Meydanda "Rabbim bizi, sizin sevginizden mahrum etmesin" sözü, "Amin" sedasıyla karşılık bulmuştu. Büyük Ankara mitinginden çıkan sonuç belliydi; “Cumhurbaşkanı seçimini ilk turda bitirme ve ülkeyi Türkiye Yüzyılı'na taşıma kararlılığı!”

Bir AKP mitingini destana dönüştüren, yer yer fantastik öğeler katan Sabah gazetesinin yazarı yukarıdaki aktarımlarının yer aldığı yazısında başlık için kafiyeden yararlanmayı da ihmal etmemişti: “Mevzubahis olan vatan, Doğru Adam Erdoğan...” 

Ana akım Türk medyasının AKP öncesi Türkiye’de övgüye değer bir dönemi olduğu çok şüpheli, ancak partizanlığın bu ölçüde öne çıktığı başka bir sürecin olup olmadığı üzerinde çalışmak gerek muhtemelen. Daha önce esasen devletçi ve Ragıp Duran’ın tanımıyla apoletli olan medya son 20 yılda partizanlığa doğru keskin bir dönüşüm yaşadı. Parti-devlet ilişkisinin muğlaklaştığı, partili cumhurbaşkanlığı sistemine geçildiği dönemde partili medya yapılanması da ortaya çıktı.  

Bugün gelinen noktanın gerisinde de AKP’nin yıllara yayılan kararlı bir stratejisi yatıyor. Gülçin Balamir Coşkun, son 20 yıldaki dönüşümü anlattığı makalesinde AKP’nin medyayı ele geçirmek için üç temel strateji izlediğini aktarıyor; kendi medyasını yaratarak ele geçirme, ekonomik yaptırımlarla ele geçirme, gazetecileri korkutarak ve kriminalize ederek ele geçirme. Böylece 2004’ten itibaren neredeyse istikrarlı bir seyir halinde medyanın sahiplik yapıları AKP’li iş adamlarına kaydırıldı. Uzan grubuna ait Star ve Kanal 24, Ciner grubuna ait Sabah ve Atv 2007’de, Doğan grubuna ait Radikal ve Milliyet 2011’de, Çukurova grubuna ait Sky Türk, Akşam ve Güneş 2013’te, son olarak Doğan Grubu’na ait Hürriyet, Kanal D ve CNN Türk 2018’de tamamen hükümetin kontrolüne geçti. Coşkun’un aktardığına göre AKP böylece 13 yıl içinde ana akım medyanın yüzde 90’ına hâkim olmayı başardı.

'SEÇİCİ SANSÜR'

Dikkatle hesaplanmış bu medya stratejisi Rusya’dan Çin’e, İran’dan Zimbabve’ye başka otoriter rejimler izlenerek örüldü. Robert Ottung ve Christopher Walker isimli araştırmacılar, günümüz otoriter rejimlerinin kitle iletişim araçları üzerinde tam hakimiyet kurma hedefleri olmadığına, bunun yerine, “potansiyel alternatifleri baltalarken güçlerini göstermelerine ve meşruiyet iddialarını şişirmelerine yetecek kadar etkili medya kontrolü” istediklerine dikkat çekiyor. Yazarlara göre otoriter rejimler için “seçici sansür” esastır. Çünkü “ekonomik modernleşme özlemleri, toptan baskı ve bunun gerektireceği bilgi akışı kısıtlamalarının yanında işe yaramaz. Hiçbir akıllı otoriter, bir sonraki Kuzey Kore'yi yönetmek istemez.” 

Yine de yeni medya stratejileri rejimlerin ayakta kalmak için kullandığı araçların başında geliyor. Ottung ve Walker, yeni otoriter rejimlerde medyanın dört farklı kesimi hedeflediğini aktarıyor.

Hedeflenen kesimlerin başında elbette halk var. “Devlet hakimiyetindeki medya, kitlelerin rejime saygı duymasını ve ondan korkmasını sağlamak için çalışır, ancak ilgisizliği ve edilgenliği beslemek de bir o kadar önemlidir.” 6 Şubat depremlerinde yakınları enkaz altında can çekişenlerin bile insani yardımın gelmemesinden şikâyet ederken “gerekirse beni tutuklasınlar” dediğine defalarca tanık olduk. En temel insani ihtiyacını anlatanın tutuklanma korkusu yaşamasının arkasında elbette ki rejim pratikleri kadar medyanın yayıncılığı vardı. Halkı korkutan, onu bilgi kadar siyaset ve eleştiriden de uzak tutan bu aracın geriye nasıl bir nesil bıraktığını da ayrıca her hafta Babala Tv’den izliyoruz.

Otoriter rejim medyasının temel hedeflerinden bir diğeri muhalifler ve sivil toplum. Muhaliflerin kaos peşinde koşan, terörle ilişkili gruplar olduğuna dönük yayıncılık bu kesimi geniş kitlelerin gözünde itibarsızlaştırıp marjinalleştirmeyi amaçlıyor. 2015’ten bu yana Kürt siyasetçilere dönük baskı siyasetine Sabah’tan A Haber’e, Hürriyet’ten CNNTürk’e sonu gelmez karalama, hedef gösterme ve itibarsızlaştırma kampanyasının eşlik etmesinin gerisinde bu strateji var. Önceki gün bu yayınları takip eden herhangi biri Ekrem İmamoğlu’nun Erzurumluları provoke ettiğini, CHP’lilerin halka taş attığını “öğreniyor”du.

Rejim elitlerinin “çemberden” ayrılmalarını, muhalefet etmelerini engellemek de medyanın diğer bir önceliği yazarlara göre. Elitler, herhangi bir aksi hareketlerinde ciddi karalama kampanyalarının hedefi olacaklarını kısa zamanda öğrenirler. Son yıllarda Davutoğlu, Babacan, Akşener gibi AKP ve MHP’den ayrılan siyasetçiler hakkında sonu gelmez karalama kampanyaları bu tezi doğruluyor. Muhtemelen aynı baskıya mukavemet gösteremeyeceğini düşünen birçok siyaset-bürokrasi eliti bu nedenle de yerlerinde kalmayı seçiyor.

Son hedef grup ise yine geniş kitlelerin bir parçası olarak internet kullanıcıları. Burada da ifade özgürlüğünün önünü kesmek için geleneksel baskı araçlarının yanında trol orduları gibi araçlar kullanılır. 

14 Mayıs seçiminde muhalefet, Cumhur İttifakı kadar bu medyayla da yarışacak. Pazar günü, bir kez daha televizyondan gazeteye, internet sitesinden radyoya yüzlerce farklı araçtan kurulu, milyon dolarlık yatırımlarla oluşturulan bu dev medya imparatorluğunun ördüğü dezenformasyon ve misenformasyon dalgalarının rıza üretiminde ne kadar etkili olduğunun bir sağlamasını göreceğiz.

Tüm yazılarını göster