Eserlerindeki olumsuz yanları ayıklayarak bakıldığında Reşad Ekrem Koçu’nun yazdıkları tarihçilerin, sosyal tarihçilerin, sosyal antropologların, kültür tarihçilerinin, sosyologların, sanatla uğraşanların temel kaynakları olabilecek metinlerdir. Bir şehrin, hatta ihtiyar dünyanın hafızasıdır o.
Duvar Kitap, Reşad Ekrem Koçu sayısı için yazı önerdiğinde,
ilkgençliğimde babamın kitaplığından çekip aldığım Haydut Aşkları
ve İstanbul Tulumbacıları’nı hatırladım hemen. Herkesin çok
sıkıldığı tarih derslerinde anlatılmayanları, leziz hikayelerin
içlerine yerleştirerek esrik bir üslupla anlatıyordu yazar.
Ergenlik çağının ufak çaplı cinsel uyanışının da etkisiyle,
yazarımızın “perçemli, fildişi tenli, külhani” vb. diye tasvir
ettiği hemcinslerine düşkün olduğunu sezivermiştim. Büyüyüp kendi
kitaplığımı kuracak yaşlara eriştiğimde, sahaf ziyaretlerinin de
etkisiyle İstanbul Ansiklopedisi’ni keşfettim. Bitirmeye yazarın
ömrünün vefa etmediği 11 ciltlik ansiklopedi her okur-yazarın,
bibliyofilin ütopik kütüphanesinin başköşesini süslerdi. Sınırlı
sayıda kopyasına ise umumi kütüphanelerde rastlar, sararmış
sayfalarını dikkatle çevirmeye özen gösterirdiniz. Hakikaten
büyüleyici bir İstanbul manzumesiydi elinizin altındaki unufak
olmaya hazır sayfalar. Ama bu, Koçu’nun İstanbul’uydu. Adı sanı
duyulmamış şahsiyetleri, izbe mekanları, çoktan unutulmuş
zanaatları, anıt ağaçları, akıl sır ermez olayları ve yedi tepesine
yayılmış yılankavi sokaklarıyla…
Koçu hakkında yazmaya niyetlenince Doğan Kitap’ın yeniden
basmaya başladığı külliyatı bir elden geçireyim dedim. Kitapçıda
Koçu rafının önüne gelince mümbit bir toprağa ayak bastığımı
anladım. Bir rafı doldurmaya başlayan külliyatın içinden algıda
seçicilik gereği, Haşmetli Yosmalar/Osmanlı Tarihinde Yasaklar’a
gitti elim. Bu yazıda o kitabı anlatmam bekleniyor belki ama ben
asıl bu yazıyı hazırlarken tanıştığım Koçu’dan bahsetmek
istiyorum.
Muhafazakar, mukaddesatçı kalemlerin metinlerde ise akşamcılığı
rindmeşreplik olarak sunulan, eşcinselliği bir şehir efsanesi, bir
gençlik hezeyanı yahut sadece muhayyilesinde yaşadığı bir fantezi
olarak kabul edilen, hayatı ile eşsiz külliyatı birbirinden ayrı
tutulan bir kalem erbabıydı. Yazılarında sıklıkla ahlak dışı
sayılan mevzulardan, kanunsuz işlerden, “yoldan çıkmış” kişilerden
bahseden Koçu’nun, okuru asla bunlara özendirmediği ısrarla
vurgulanıyordu sağ düşüncenin saygın isimleri tarafından.
Muhafazakar aydınların takdir ve muhabbetlerini kurala kaideye
bağlayarak gösterdikleri malumdur. Eserlerine kayıtsız
kalamadıkları, sohbetine meftun oldukları bu adamın sefih
buldukları yahut öyle olduğunu sandıkları hayatına ihtiyatla
yaklaşırlar. Ama Koçu zaten, cinsel yönelimi ve eserlerinde
işlediği konular dışarıda bırakılırsa sağ muhafazakarlığın
hudutları içinde ikamet eder. Marjinal bir tarafı olan birçok insan
gibi, bunun üstünü örtmek için muhafazakarlığın himayesine
sığınır.
Haşmetli Yosmalar - Osmanlı
Tarihinde Yasaklar, Reşad Ekrem Koçu, 175 syf., Doğan Kitap,
2017
İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e uzanan muharrirlik geleneğinin
birçok temsilcisi gibi Koçu da, ahlak, gelenek, din,
vatanperverlik, ırk birliği söz konusu olduğunda hoyrat ve
tutucudur. Çifte standartlı ahlak anlayışı, şahsi hazlara hitap ve
hizmet eden herkesi ve her şeyi hem esrik bir hevesle yazılarına
malzeme eder, hem de ahlak düşkünlüğüyle yaftalayarak onlara
yönelik bir nefret söylemi üretir. Bir kesim dışında: Genç ve güzel
erkekler. Mukaddesatçılığın, muhafazakarlığın ve aidiyet arayışının
bireysel hazlar ve arayışlarla çatıştığı noktada, gündelik hayatını
ya gizlilik içinde ya da kendini her şeyden mahrum ederek sürdürmek
zorunda olduğu bir kültürel ve sosyal çevrede yaşamaktadır.
Haşmetli Yosmalar bu ikiyüzlü ahlak anlayışının tezahürleriyle
doludur. Her iki cinsi, özellikle de erkekleri şehvetle tasvir
ettiği metinler yer yer kadın düşmanlığına varan bir
cinsiyetçilikle, yobazlığa varan bir muhafazakarlıkla ve ırkçılığa
varan bir milliyetçilikle maluldür. Müdavimi olduğu meyhanedeki
işret aleminde tanıştığı bir şahsiyet gibi bahsettiği Roma
İmparatoru Claudius için şöyle der:
“Ahmak Claudius, devlet işlerini bu azatlılarla karısının
ellerine bırakmıştı; Narcissus, Pallos, Polybius, Evodus,
Harpocras, Posydes efendilerinin hem saltanatına hem de karısına
ortak oldular.”
Sanki bir ev sohbetinde bir dostuna meftun olduğu bir genci
anlatır gibi mestane bir üslupla tasvir ettiği Yusuf’un evlendiği
Potifar’ın kızını, bekaret, safiyet ve sadakate vurgu yaparak şöyle
anlatır:
“… bu kız Yusuf’un güzelliğine uygundu, lezzetliydi. Güzel
kokardı. Mühürlenmiş çeşmeydi. Serin suyunu yalnız kocası
içerdi.”
Sparta Kralı Menelaos ise Claudius gibi “boynuzlu”dur, ayıplar
üstad onu: “… karısı güzel Helene’nin kahpeliğini affeder. (…)
Helene’yi hiçbir şey olmamış gibi kabul eder.”
Tarihte öyle arsız, ahlaksız şahsiyetler vardır ki bazen de
bunların yapıp ettiklerini anlatmaya dili varmaz. Özellikle de
kadınlarınkini tabii. Genç aşığıyla evlenen Messalina’dan
bahsederken onun bile dili lâl olur mesela:
“…en usta bir kalemin nezahetini muhafaza ederek anlatmasına
imkan bulunmayan düğün eğlenceleri başladı.”
Eh, bu suskunluk yeterince iç gıcıklayıcıdır zaten. Ama asıl iç
gıcıklayıcı tasvirlerini genç oğlanlar için saklar. Bizans
İmparatoriçesi Zoe’nin sevgilisi Mihael’i “henüz 16-17 yaşlarında,
tüvana, vücudu püskürme altın yaldızlı fildişinden bir oğlan”
olarak hayal etmiştir yazarımız. Sadi Yaver’le ölümünden birkaç yıl
önce yaptığı bir sohbette ise eski İstanbul kayıkçılarını, yani
hamlacıları anlatırken, bunların çıraklarının güzelliğini,
şıklığını ballandırarak anlatmaktan kendini alamaz.
Sanki kendi için yazar gibi, bazı kelimeleri (tenbel, nezahet
vb.) nüfusuna geçirip keyfine göre kullanarak, ateş saçan
gözlerinin öne çıktığı yüzünü çepeçevre saran dağınık dalgalı
saçlarını karıştırarak, eşsiz üslubunu inşa eden sıfatları,
fiilleri zihninden çekip çıkarmaya çalışırken kırışan alnını
sıvazlayarak, raflarda, dolaplarda, masa altlarında aradığı
vesikayı bulamadığında hırçınlaşıp küfürler savurarak geçirdiği
günleri, geceleri görür gibiyim. Öğretmenlik yaptığı yıllarda
öğrencilerini de toplayıp dolaştığı sokaklarda, hikayesini aradığı
evlere, ağaçlara, izbelere her seferinde ilk kez görürcesine çocuk
gibi şaşarak ve coşkuyla baktığını tahmin ediyorum. Sinan Reşad,
Yusuf İsmail, Ahmet Bülent Koçu, M. Doğan gibi müstear isimleri
arasından birini seçerek imzaladığı yazısını bitirdiğinde yorgun ve
keyifli arkasına yaslandığını, sonra kendisini bekleyen bir rakı
sofrasına çöküvermek, seyrek dişli ağzının içinde yuvarladığı
kelimelerle hususiyetini anlatacağı bir İstanbul sokağından
süzülerek geçmek için yerinden fırladığını muhayyilemde
canlandırıyorum.
Eserlerindeki saydığım olumsuz yanları ayıklayarak bakıldığında
Koçu’nun yazdıkları tarihçilerin, sosyal tarihçilerin, sosyal
antropologların, kültür tarihçilerinin, sosyologların, sanatla
uğraşanların temel kaynakları olabilecek metinlerdir. Bir şehrin,
hatta ihtiyar dünyanın hafızasıdır o.