Ressam Nurettin Erkan: Yok olmadık çünkü hafızamız direniyor
Nurettin Erkan’ın son çalışmalarında Diyarbakır Sur’un, yıkıntılar arasında kalan umudun, Kürt kadınların, ötekileştirilmelerin izlerini görebilirsiniz. Erkan ile bir direniş olarak adlandırdığı resimlerini, çocukluk anılarını, Kürt sanatının politikleşme sürecindeki sancılarını, çok tartışılan pornografik imgelemeye ve politikaya dair konuştuk.
Jînda Zekioğlu
DUVAR - Göçebe Bertiyan Aşireti’nin mensubu olarak bir yayla çadırında dünyaya geldi ressam Nurettin Erkan. 70’li yıllarda devletin asimilasyon politikaları onları dağdan indirip Diyarbakır’daki konut köylere yerleştirdi. İlk gençlik yıllarını Diyarbakır’ın 80’lerinde geçirdi. Sokaklarına sığdıramadığı hayalleri, boğazın kıyısındaki bir üniversitenin resim atölyesinde de pek karşılığını bulamadı. Düş kırıkları ile büyüdü. Lâkin yeni hayâllerini kurmakta gecikmedi; “Ülke içinde ülke” dediği İstanbul’a günün birinde veda etti.
İngiltere başta olmak üzere çalışmalarına devam etmesi için birçok ülkeye davet edildi. Resimlerini onlarca ülkede binlerce insanla buluşturdu. Eserlerinden en dikkat çekenlerinden biri TÜYAP’ta sergilediği “Enfal Katliamı” sivilleri anısına adanmış boyama enstalasyonuydu.
Nurettin Erkan’ın son çalışması İlahi Komedya’da; Diyarbakır Sur’un, yıkıntılar arasında kalan umudun, Kürt kadınların, ötekileştirilmelerin izlerini görebilirsiniz. Hâlâ ABD’nin Wisconsin eyaletinin Madison şehrinde yaşayan Erkan ile bir direniş olarak adlandırdığı resimlerini, çocukluk anılarını, Kürt sanatının politikleşme sürecindeki sancılarını, çok tartışılan pornografik imgelemeye ve politikaya dair geniş bir yelpazede sohbet ettik.
İlk gençlik yıllarınız 80'lerin Diyarbakır'ına denk geliyor. Nasıl bir çocukluk ve gençlik yaşadınız, nelerden etkilendiniz?
Çok güzel bir çocukluk geçirdim. Masalsı anılarla doludur. Çocukluğumun köylerinden birini anlatayım: bir dere kenarındaydı bu güzel köy ve derenin üzerinde kafes usûlü, demirden yapılmış, kocaman bir tren rayı köprüsü vardı. Bu nedenle “Demirgülü” adını koymuşlardı ama herkes o köye “Hacarı” derdi. Hacarı bahçeler içinde, etrafı sazlıklar, bataklıklar, göller, yemyeşil otlak alanlar ve tuz tarlalarıyla kaplı büyülü bir köydü. Evlerde tuz bittiğinde, insanlar bu tuz tarlalarında, köstebeklerin eşelediği yerlerden tuz alıp gelirlerdi. Köyün ortasında da bir harabe vardı. Bu harabenin eskiden bir Ermeni kilisesi olduğunu, köyün de bir zamanlar Ermeni köyü olduğunu çok uzun bir zaman sonra öğrendim. Ovadaki birçok köyde rastlanırdı bu tür “harabe”lere. Okul çağına bu köyde girdim. Annem ısrar ederdi okul bahçesine gidip çocuklarla oynayıp Türkçe öğrenmem için ama pek bir kelime öğrenemeden okula başlamış oldum. İkinci sınıfa kadar Türkçeyi tamamen öğrendim ama.
Bir gün bir uzun tren geldi, kendi arkasından tren raylarını söke söke. Biz çocuklar olanları izledik. Bu uzun tren bütün rayları ve köprüyü söküp kendisine yükleyerek çok ağır bir şekilde son kez geçti ovanın ortasından. Bugünkü gibi hatırlıyorum: çok yüksek köprünün üzerinde bir leylek yuvası vardı; onu da oradan indirmişlerdi köprüyü sökerken. Tren gittiğinde rayların sadece izi ve korkunç bir manzara bırakmıştı ortalıkta. Oraya buraya atılmış tren raylarından kalma parçalar ve bir daha gelmeyecek olan bir trenin hayali.
Ne anlama geliyordu trenin vedası?
Bir gün bir helikopter sesi duyduk. Bir iki derken sayıları arttı. Havadan kağıt atıyorlardı. Ovadan çıkmayan halkı tehdit bildirileriydi bu sarı devlet kağıtları. İşte “Falanca güne kadar çıkmazsanız ovaya barajın suyu bırakılacaktır.” şeklinde… Halk direndi son ana kadar; çıkmadı ovadan ama sonra gerçekten suyu bıraktılar. Hacarı’dan gördük Harozig’in yukarısındaki dağlar arasından suların geldiğini. Evlerimiz, bahçelerimiz, mahsûllerimiz, hayvanlarımız, okulumuz; ilk kez girdiğim, yüzmeyi öğrendiğim Şirin Deresi…Hepsi, her şey baraj sularının altında kaldı…
Herkes bulduğu araçlarla ovadan kaçtı. Yok olmadı ama başka bir şey oldu artık. Tarih çocukluğumuz gibidir; ondan kurtulamayız. Önünde sonunda yollar döner oraya gelir. Çok şey yok edildi sanılır ama aslında daha da derinleşti, büyülendi bence. Biz de yok olmadık çünkü hafızamız direniyor. Çocukluğum buna benzer şeylerle geçti ama ilk gençliğim 80 sonrasına denk geldi. Şiirsel ilk gençliğimde, ev baskınları, görüş günleri, yol kontrolleri ve konvoyları, konvoy için saatlerce beklemeler, Kenan Evren gelecek diye şehir meydanlarında bütün gün zorla ayakta bekletilmeler…
Ve böyle bir ortamda resim yapmaya başladınız. Kim fark etti ilk resme ilginizi, yeteneğinizi? Sanatın başka alanlarına da ilginiz var mıydı?
Bütün çocukların ilkokulda resim derslerinde başladığı gibi ben de Hacarı ilkokulunda başladım. Ama seksenlerden sonra gittiğim Bitlis Öğretmen Lisesi’nin resim atölyesi, resmi geliştirmemde büyük rol oynadı. Okulda geçen bu zamanın çoğu Öğretmen Lisesi resim atölyesinde resim yaparak geçti. Açıkçası 1986’da Akademi’ye girmeye karar verinceye kadar ciddi anlamda yazıyla da uğraştım ve ressam olmak gibi bir niyetim yoktu. Yazmayı ve resim yapmayı paralel yürütüyordum ama yazmak daha ön plandaydı. Akademi’ye girdikten sonra yazıyı bırakmak gibi bir niyetle de girmedim ama resim zamanla hayatımı kapladı ve yazmaya yeteri kadar zaman ayıramaz oldum.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Resim bölümünü kazandınız. 80'lerin sonu. Resim okumak için göç etmiş bir Diyarbakırlı için İstanbul, diaspora olmak, boğazın kıyısında fazlasıyla popüler bir okulda bambaşka bir dünyada sanatla uğraşmak ne anlam ifade ediyordu o yıllarda?
Evet okulun şöhreti malum, başlangıçta benim için çok şey ifade ediyordu. Büyük bir hevesle girdim okula ama başladıktan hemen sonra tam bir hayal kırıklığına dönüştü. Sanat dünyası ve sanat akademileri hakkındaki sonu gelmeyen büyük hayal kırıklığımın ilk mekanı oldu Mimar Sinan Üniversitesi. Ancak İstanbul ülke içinde ülkedir; oradan beslenmenin değeri hiçbir şeyle ölçülemez.
2010 yılında Radikal gazetesindeki köşesinde Necmiye Alpay, sizin işlerinizi Ressam Fernando Botero ile kıyaslamış ve Botero'nun şişmanların ressamı olduğunu değil “Görünüşe Aldanmayınız”ın ressamı olduğunu ve sizin de Botero'nun tam zıttı bir ressam olduğunuzu belirtmiş. “Görünmeyenleri görün” yorumunu çıkarıyorum ben buradan. Sizce nedir sizin resimlerinizde görünmeyen gerçekler?
Sevgili Necmiye Alpay’ın resimlerim hakkında düşünmüş ve yazmış olması benim için değerlidir. Kendisine buradan selamlarımı gönderiyorum. Resimlerimdeki görünmeyenler benim bilincimi aşıyor. Bu ayrıca herkes için geçerli bir durumdur, sadece benim için değil. O nedenle sanat eserleri, onları üretenlerin, o sanat eserlerini üretirken düşündüklerinden çok daha fazlasına dönüşürler üretim aşamalarında. Ama süslü şeyler söylemek mümkün tabii. Meselâ kayanın, evrenin oluşumundan bugüne kadarki öneminden bahsedebiliriz ve şöyle diyebiliriz: “Bir kaya kendi sırtında getirdi hayatı gezegenimize ve gezegenimizin sırtından hayatı alıp ölümü bırakacak başka bir kaya.”
Sevgili Latife Tekin ile yaptığımız bir söyleşide “Senin resimlerinde güncel hayatımızdaki objeler yok ama sanki bir şekilde oraya koymuşsun, ordalar gibi” demişti. Bu fikir bana da ilginç gelmişti açıkçası ve resimlerime başka bir açıdan bakmayı denedim. Aklıma kayaların, sırlarımızı gizleyen, başlangıç ve son arasındaki her şeyi kapsayan olduğundan başka bir cevap gelmedi. Kayalar benim için bazı şeyleri gizliyor veya barındırıyorlar ama benim için her şeyden önce onlar bir duygudur ve benim memleketim sonu olmayan kayalık arazilerle doludur. Kim bilir o kayaların hâfızasında neler var.
‘AVRUPA MÜZELERİ IRKÇILIĞI DIŞARIDA TUTAMADI’
Esasında işlerinizi izlerken “Bu neyin karanlığı” diye düşündüm hep…
Evet siyahi oldukları doğru resimlerimin. Renkli insanlar kavramını da ekleyebiliriz buna. İngilizcede beyaz olmayan ve öteki bütün ırklardan olan insanların hepsine birden “People of Color’ deniyor biliyorsun. Renkli insanlar dememdeki kasıt bu; Türkçede daha iyi bir karşılığı var mı bilemiyorum.
Avrupa resim sanatı bir yanıyla beyazlığın ırkçı târihiyle paralel gelişmiştir. Işıklar içindeki İsa figürü, ışıl ışıl beyaz teni, sarı saçları ve renkli gözleriyle betimlenmiştir sürekli. Melekler de beyazdır bu resimlerde. Avrupa müzeleri bu nedenle ırkçılığı dışarda tutabilen müzeler olamadılar şimdiye kadar. Dünya asimilasyonlarının araçları olarak varlar.
Kemalizmin kurduğu ulusalcı sanat da bu sözde sanat tarihine eklemlenerek kurgulanmaya başlandı. Biz bu sahte târihlerin kuyruklu kara Kürtleriyiz onlara göre ve tabii ki sadece bu nedenle de olsa benim resimlerim beyazlığa eklemlenmeyecek ve kara olacaklar.
Hem siyahlık hem de karanlık var benim resimlerimde. Böyle diyorum çünkü karanlık ve siyahlık ayrı kavramlardır. Ayrıca öteki resimler çok beyaz ve insanların gözleri bununla terbiye edilmiş olduğundan, bir tür körlük oluşmuş durumda. En saf hâliyle bu bütün dünyanın sarı saçlı ve açık tenli olmak istemesine veya kara kedi düşmanlığına benziyor. Hem ben karanlıklarımızı, karalarımızı seviyorum. Söylenmeyen her şey orada. Hakîkat karadır.
“Şiirimiz karadır abiler.” Sevgili Ece Ayhan’ı da anmadan olmaz.
“Resimlerim direniş resimleridir” demişsiniz ABD’de verdiğiniz bir röportajda. Kimin direnişi bu? Neye direniyor?
Resimlerim bağlamında cevabım: “Bedenin iktidarın bütün varlık biçimlerine karşı direnişi” olacaktır. Beden azımsanmıştır her zaman. Onlar hem bir direnişin hem de en derin asimilasyonların, dilsizliklerin aktivite alanlarıdır. Zihin üzerindeki şiddet biçimleri, asimilasyon politikalarında pek kullanışlı ve sonuç veren bir durum değildir; devlet bunu bilir. Bu nedenle devletlerin zindanlarında zihinsel şiddet ustalarından çok, bedene şiddetin ustaları görevdedirler. Devletler eli kanlı ve silahlıdırlar. Kimse lâfla yaralanacağı olasılığıyla kendi kültürel veya siyasal üretim sürecine, direniş biçimine otosansür uygulamaz, fakat bedenine yapılan saldırılar nedeni ile sesini tamamen kesebilir.
DAĞ KAPIDA SON AKŞAM YEMEĞİ
Sizin de gençlik yıllarınızı geçirdiğiniz Sur sokakları yerle bir edildi. Savaşın en ağır darbesini alan yerlerin başında. Son çalışmanız İlahi Komedya’da bunları çalıştınız biraz. Dağ Kapı’da Son Akşam Yemeği, Sur’daki Ophelia en ilginçleri bu işlerden. Nedir bu resimlerin anlattıkları?
Baştan söyleyeyim, biz Kürtler, dünya cehenneminde yüzebilen, umut veren, geleceği haber veren kayıklardan birinin içindeyiz ve onu kurulacak olan Yeni Dünya’nın sahiline doğru yüzdürüyoruz. Dünya bunu görüyor. “İlâhî Komedya” serisi bunu anlatıyor ve tamamının fonunda Diyarbakır ve Diyarbakır’a ait olanlar var. Yıkımın izleri ve umut birliktedir bu resimlerde. Dünyanın bütün kadınları son akşam yemeği için bir sofra etrafında Dağ Kapı’nın tam önünde kurulmuş sofradalar ve sofra hiçbir şey yok gibi veya var ama konuştukları sofradaki şeyi biz göremiyoruz.
Bu seriyi Fransız ressam Eugène Delacroix’nın Louvre Müzesi’nde bulunan, La Barque de Dante, Dante’nin Kayığı adlı resminden yola çıkarak kurguladım. Delacoix’nın resmettiği cehennemde, Dante ve yanında şair Virgil var. Benim yaptığım İlâhî Komedya serisinin yedincisinde Ahmet Arif var kucağında Adiloş Bebe’siyle. Sekizincide ise Umut filminde ölen atıyla Yılmaz Güney var.
Bu seride Batı resminin kalıplarını da kırıyorum, nasıl ki Kürdistan dünya siyasetinin kalıplarını kırıyorsa. Son akşam yemeğinde bu nedenle Kürt kadınıyla beraber dünyanın kadınları ve İsa’nın yerinde dilleri neredeyse yok olan bir Aborjin kadın oturuyor. Biliyorsun Leonardo’nun resminde İsa ve on iki havarisinden oluşan on üç erkek figürü var.
Bu serinin arka fonunda Dağ Kapı, Surp Giragos Ermeni Kilisesi, Dört Ayaklı Minâre, yıkık sokaklar, uçuşan kayalar, Sur motifleri gibi Diyarbakır’dan birçok detay göreceksiniz. Ama en çok hüzünle karışık bir umut.
Kürt resim sanatı/sanatçıları son dönem bir hayli popüler. Tabii savaş konuşmaya da hâlâ devam ediyoruz maalesef ama artık daha fazla üretim kalemleri olması sevindirici. Bu kapsamda politik sanat üretimlerini nasıl buluyorsunuz?
Sadece sanatta değil, bilimde veya diğer başka alanlarda da iyi üretimler var ama bir halkın plastik sanatlarının oluşabilmesi için çok fazla şey gerekli. Zaman bunların başında gelir. Sanatı olan uluslar bunu yüzlerce yılda veya daha uzun zamanda geliştirdiler. Kürt sanatının gelişebilmesi için, Kürt devleti, kültür kurumları, müzeler, galeriler, sanat fonları, yaşam standardı yüksekliği, sanat tüketme alışkanlıkları, birikim ve bilinç gerekiyor. Daha sonra da bütün bunların güdümünde olmamak için direnen ve belki Kürt metropollerinde yaşayan Kürt sanatçılar gerekiyor. Bunların eksikliği nedeniyle sanatçılar başka çevrelerin insafına kalıyorlar. Bu da üretilen sanatın bir ulusa özgü karakterinin oluşmasını engelliyor.
Kürt sanatçılar bu anlamda nelerden etkileniyor sizce?
Politika, propaganda ve sanat, çok karmaşık ve derin ilişkilere sahiptir. Sanatın sektörleşmesi ve teknolojinin de katkılarından sonra daha da karmaşıklaştı bu. Sâhici sanat eserleri koşuluyla söylemek gerekirse, politik olmayan sanat eseri zaten yoktur. Ama politikanın estetize edilmesinde sorunlar ortaya çıkıyor. Sorun burada başlıyor bana kalırsa. Politikanın keskin nişancı ve uzun menzilli durumu, tetiğin başında kimin olduğunu ve amacının ne olduğunu görünmez kılıyor.
Popülist sanat ortamlarının ve sanatçılarının kendileri de epey çürümüş durumdalar. Tek dertleri sanat tekelinin kapılarından birinden içeri girmek. Sonra tekel arada bir gönlünü birilerine kaptırıyor veya bilinmeyen nedenlerle birilerini dişlilerinin içine alıyor. Sanatsal bağlamda neden aramayın çünkü bulamazsınız. Bunlar çöp de üretseler fark etmiyor; o dakîkadan sonra her yerde var olmaya başlıyorlar. İkincil sıralarda bekleyen binler, inanmadıkları bu saçmalığın birer askeri olmak için can atıyorlar ve seçilmiş olanların nitelikleriyle donatmaya başlıyorlar kendilerini, bir sonraki seçilmiş olabilmek adına! Çünkü seçilmişler gibi olmaz ve de tekele lâf ederlerse işlerinin biteceğini biliyorlar. Böylece tekel bu kullanışlı zayıf kişiler üzerinden yürüyor. Hangi sektörel kurum kendisini eleştirip, bütün çirkinliğiyle hakîkatleri çırılçıplak ortaya serecek birilerine destek verir ki? Nobel kurulu Nobel’i reddedecek birine Nobel’i bile bile verir mi? Elbette hayır.
Bu sistem kırılamadığı sürece, sistemin kirli işler masası da hep bir yerde kurulu olacak ve vasatlar da o masa etrafında toplanmış olacaklar. Sanat da böylece çöpün dünyası haline gelecek.
‘DERTTEN EKMEK YENİR’
Kürt sanatçıların üretimlerinin Kürt olmakla ilgisi olması bir toplumsal mecburiyet mi misyon mu? Yoksa derdin dili mi?
Biz Kürt sanatçıların baskılanmış olan kendi kimliklerimizle var olmaya çalışmamız haktır her şeyden önce ve bunun böyle olması gerekir. Bence Kürt olmamızın hakikatleri, biz sanatçıların üretimlerimizi vicdanlarımız doğrultusunda yapmaya yönlendiriyor ve bu üretimler elbette sert politik nitelikler taşıyabiliyorlar. Benim şu an üzerinde çalıştığım “İlâhî Komedya” serisi de politik alegorilerle örülü bir seri olacak.
Ayrıca belirtmekte yarar var: Sanatçıların yukarıda dediklerimi yapması “Kürt Sanatı” ürettikleri anlamına gelmez. Kavramlar karıştırılmamalı. Tıpkı Kürt olan fakat hem Türkçe yazıp hem de Türk edebiyatı nitelikleri çerçevesinde kalan bir romancının “Kürt Romancısı” olamayacağı gibi. Ama Türkçe şiir yazdığı halde, yazdıklarının Kürt şiiri veya edebiyatı nitelikleri taşıması dolayısı ile bu kişi kesinlikle “Kürt Şairi” sayılabilir. Kaldı ki sadece Kürtçe yazmak dolayısıyla da herkes “Kürt Edebiyatçısı” olamaz.
Peki bu bağlamda “Kürtlükten ekmek yeme” eleştirisine ne diyorsunuz? Dertten ekmek yenir mi?
Evet dertten ekmek yenir. Bu sıklıkla tartışılan bir konu. Başkasının acılarının, temsil halleri müzelerin veya galerilerin salonlarında seyircilerin keyifli saatlerine sunulması tartışılıyor. Sanatın temsil edilme halleri bağlamında sorunlar olduğu kadar, sanat endüstrisi içindeki dolaşım biçimlerinde de ciddi sorunlar var ve bunlar da tartışılıyor. Avrupa-Kuzey Amerika kültür üzerindeki hâkimiyeti tekelinde tutuyor ve bunun endüstrisini yönlendiriyor. Bizim gibi ülkelere ve o ülkelerin sanatçılarının ürettiklerine bakışlarında büyük sorunlar var. Duygusallığın, merhametin veya acıma duygusu gibi duyguların çok büyük rolü var bu bakışta. Hapisteysek, açsak, işkence görmüşsek veya tecavüze uğramışsak bize bayılıyorlar. O nedenle bizlerin dertlerinin batıda ifade edilme biçimleri veya şartları ile ilgili çok ciddi sorunlar var.
Dünyada da benzer örnekleri var muhakkak…
2001 yılında New York’taki Dünya Ticaret Merkezi Kuleleri’ne yapılan saldırıdan sonra daha da artan şiddet nesnesinin sanat alanındaki dolaşımı eski bir tartışmayı tekrar gündeme getirdi: şiddetin pornografisi!Savaş veya ölümden veya her türlü şiddetten artakalan belgeleri sanat olarak kodlayarak veya başka tanımlar koyarak sergilemek, şiddetin pornografisi veya faşizmin sanat alanına girmesi tartışmalarını hızlandırdı. Fakat elbette bunun bütün halleri şiddet pornografisi kapsamına girmeyebilir. Sanat sayılsın veya sayılmasın, savaş veya şiddetin alanından “neyi” alıp onu sanat eseri olarak sergilediğiniz bu bağlamda önemlidir. Bu eylem sanatçıyı her durumda kritik bir alana sokar ama dediğim gibi detayların niteliğine göre durum değişebilir. Kesik insan kolu sergilemekle, bir insan yarasından akan kanın bulaştığı bir elbiseyi veya kurşun deliği olan bir tencereyi sahiplenip onu sanat galerisinde sergilemek farklı durumlardır ve eğer sanatçı gerçek insan kolu yerine kurşun deliği veya kanlı elbiseyi sergilerse bu seçim onu şiddetin pornografisinden biraz uzakta tutabilir ama sanatçı da yapmaz.
Bunlardan dolayı, “dertten ekmek yeme” eleştirileri, derdin pornografileştirilmiş hallerini sanat zeminine taşıyan birileri hakkında yapılırsa bu haksız bir eleştiri olmaz.
‘PORNOGRAFİ BİR TEMSİL KRİZİDİR’
Tüm görsel sanatlarda kan imgesi pornografi olarak tanımlanır. Teknik bir tanımdır bu aynı zamanda. Hayatın ta kendisi bu denli ölüm, savaşla iç içe iken kan ve beden imgesinde pornografik temalar kullanılması bir eleştiri midir?
Walter Benjamin, estetiğin politize edilmesi ile politik olanın estetize edilmesi arasındaki farka değiniyor. Ona göre politik olanın estetize edilmesi faşizme götürür. Bunun Nazizm’e kadar gittiğini belirtiyor ve zaten bu bağlamda kuruyor düşüncesini. 11 Eylül saldırılarının ardından, besteci ve teorisyen Stockhausen ve ölü hayvanlarla veya öldürdüğü hayvanlarla yaptığı işlere “sanat” diyen İngiliz sanatçı Damien Hirst, saldırının kozmozun en büyük sanat eseri olduğunu beyan ettiler. Bana göre ise bu beyânat politik olanın estetize edilmesiyle “kozmozun en büyük sanat ve faşizm buluşması”dır. Üç bin kişi öldürüldü bu saldırıda! Benjamin’in bu genellemesine uymayan sanatçı ve yazarlar da olabiliyor. Örneğin Nazım Hikmet’in İngilizce çevirmenlerinden ve aynı zamanda akademisyen Mutlu Konuk Blasing, Hikmet’in kendi ideolojisini estetiğe dönüştürdüğünü, bu eyleminse Benjamin’in genellemesine uymayıp politik olanın estetize edilmesindeki gibi faşizme dönüşmediğini belirtiyor. Bunu Nazım Hikmet’in politik fikrinin faşizmin tersi bir politik fikir olduğuna inanması nedeniyle söylüyor, haklı olarak.
Peki sizin bu konudaki fikriniz nedir?
Pornografinin tanımı muğlak olmakla beraber içeriği geliştirilmiş bir kavramdır. Özellikle şiddet içeren sanat üretme biçimleri bağlamında. Sanatın pornografi içermesi, sanatın temsillerinde ortaya çıkan bir durumdur (“temsil krizi”). Yani bir şeyin pornografik olabilmesi için, kendisi değil, temsili olması gerekir çoğunlukla. Savaş alanlarından alınan ve sergilenen nesneler, sergilendikleri anda artık kendileri olmaktan çıkıp, değişime uğrayarak birer temsile dönüşürler. Olayların kendileri, her türlü aşkınlığa rağmen pornografi olamazlar; trajiktirler veya başka bir şey. Ancak trajik olaylardan alınmış ve müdahale edilmemiş parçalarının sergilenmesi veya aynılarına çok benzeyen temsillerinin üretilmesi ve sergilenmesi pornografi olabilir. Yani burada gözden kaçan çok önemli bir durum var. Bir şeyin temsili artık o şey değildir; artık tamamen farklı bir işleve sâhiptir. Bu da sizin de dediğiniz görsel olan veya çoğunlukla dijital olanın ortaya çıkması ile gelişmiş bir kavramdır.
Pornografik sanat neden eleştirilir peki?
Çok genel iki örnek vermek gerekirse, ki bunların ilki IŞİD’in infaz olaylarından biri olsun, bu olayın fotoğrafını veya videosunu çekip kamusal alana koyarsanız, hemen bir dönüşüm yaşayarak kendi kendisinin hakikatinden, bağlamından koparılır ve kendisinden çok başka bir şey olan temsiline dönüşür. Bu kesinlikle şiddetin pornografisi olur. Feminist yazar-akademisyen Roxane Gay yazılarında ABD medyasında özellikle cinsel şiddetin estetize edilmiş dilini eleştirir. Yalnız, elbette bu türden bir şiddeti içermeyen olayların fotoğraf veya videolarının temsil edilme biçimleri pornografi olmayabilir.
İkincisi, Fatih Akın’ın Kesik(2014) filmindeki Ermeni soykırımı sırasında kadınlara tecavüz edilip öldürüldüklerinin canlandırıldığı sahneler, neredeyse olayın kendisi kadar vahimdir. Hiç kuşkusuz bu sahneler trajik olmaktan çok pornografiktir ve bu hata sinemada hep yapılır. Soykırım gibi bir olayın birebir aynısı veya aynısına yakın olanını çekmeye kalkışmak tümüyle temsil hatasıdır. Bu aynı zamanda bütün Ermeni halkının da hâfızası karşısında sorumsuzluktur. Elbette bu sahneler temsil ettikleri gerçekleriyle alâkası olmayan bir pornografiye sahiptirler. Bu şuna da benzer: biri, diğerine, kendi dedesinin onun dedesini nasıl öldürdüğünü anlatmak için silahını çıkarıp onu kafasından vurup öldürüyor çünkü dedesi böyle yapmıştı.
‘İŞKENCE VE ÖLÜMLERİN GÖLGESİNDE SİYASET YAPIYORLAR’
Kürt sanatçılar neden hep “yalnız bırakıldıklarını” söylüyorlar? Siz de böyle düşünüyor musunuz? Hâlihazırda yalnızlaştırılmış bir halk olduğu için, sanatçılarına özel değildir belki bu...
Haklısınız. Sorunlarımız sadece sanatçılara özel değil. Bu kadar sorun arasında sanatçıların yalnız kalması bence de normal. Öyle olması gerekmiyor elbette ama bunu olağan karşılıyorum çoğunlukla. Öte taraftan sanatla alâkası olmayanların zorla sanatçı yapıldığını, sanat yapanların da yalnız bırakıldığı biliniyor. Bu da sadece bize özgü değil.
Güncel politikayı takip edebiliyor musunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz Ortadoğu'nun trafiğini?
Evet takip ediyorum. Uzağa gittik ama akıl hep aynı yerde. Yorucu bir durum bu. Bana göre artık dünya tarafından da anlaşılmaya başlanmış durumda. Ortadoğu artık Kürdistansız kendi tarihine devam edemiyor. Kürdistan ve Kürtler Ortadoğu’nun istikrarı için artık tek umutturlar. Mevcut devletlerin kendi içinde asimile ettikleri bütün halklarla ve Kürtlerle yola devam etmeleri imkânsız. Israr eden her devlet dağılıyor, dağılacak. Türkiye geleceğin dünyasına evrilemiyor; aksine dev adımlarla geri gidiyor. Samimiyetsizce ve istenmeden, sadece kandırmaca için azar azar verilen demokratik haklar sadece sus payıdır ve artık Kürtler tarafından inandırıcı bulunmuyor.
Kürt siyasal hareketinin gidişatı nasıl sizce? Kimlerin dilini, üslûbunu, yöntemini beğeniyorsunuz?
Kürt siyasetçileri baskı altında, büyük bedeller ödeyerek ve hayatlarını ortaya koyarak siyaset yapıyorlar. Öncelikle bunu belirtmek lazım. İşkenceler ve ölümlerin gölgesinde bir siyaset, asla özgür bir ülkedeki siyasetle kıyaslanamaz. Bütün bunlara rağmen dünyanın birçok özgür ülkesindeki siyasilerden daha cesaretliler ve örnek bir mücadele veriyorlar. Hayâlim, bütün devletlerdeki Kürtlere hitap eden, onları Bağımsız Kürdistan mücadelesi etrafında birleştiren bir siyasi oluşum ama şimdilik bu olamıyor, kolay değil. Eleştirim Kürt siyasetinin bunun yerine sistem içinde kalma koşullarında diretmesi, anlamsız ortaklıklarda ısrar etmesi. Tabii söylemek kolay; koşullar çok ağır bildiğiniz gibi ama başka türlüsü de düşünülebilir. Bu kadar zulmün ve hapsin yaşandığı zamanda herkesin özgürlüğüne kavuşmasını umut ediyorum.
‘İYİ KÜRT OLMAK ZORUNDA DEĞİLİZ’
Barış için “Türkiyelileşme” gibi politikalara gerek yok mu sizce?
Bence gerekmiyor. Gerekmediği gibi aslında bunu yaparak Kürtler zarar görüyor. Çünkü bu Türkiyelileşme üzerinden şekillendirilen Kürt siyaseti, hem Kürtlerin parçalı ve zayıf kalmasına neden oluyor, hem de Bağımsız Büyük Kürdistan fikrinin dünya hâfızasındaki gelişimini yavaşlatıyor ve hatta tahrip ediyor. Devletle kol kola bu korunmuş olan statüko aynı zamanda ne yazık ki biz Kürtlerin katliamının da devamına neden oluyor. Bir Kürt partisi devletin “terör” ve “terörist” dediği fikir ve kişilerin yanından çekilip parlamentoda sisteme katılırsa, elbette devletin dışarda kalanı katletme sebebini sağlamlaştırmış olur. Devlet iyi Kürt, kötü Kürt paradigmasını kuruyor baştan beri ve Kürt partilerinin var olmasına bu paradigma üzerinden izin veriyorlar. Bu paradigmanın iyi Kürt olma dayatması aynı zamanda son dönem partilerimizi de kısmen şekillendirdi. Devletin bu amacında başarısız olduğunu söylemek zor çünkü bugün sözde biz Kürtleri temsil eden partilerimiz, devletin ‘İyi Kürt’ü olmak durumunda kalıyorlar. İyi Kürt olma adına durmadan Türkiyelileşme veya Türkiye’yi demokratikleştirme, Türkiye partisi olma, Türklerin de partisi olma ve “bölücü unsur” olmama durumundalar. O zaman işte kötü Kürt diye kodlanan Kürt’e ölüm düşüyor ve yanında durmak imkânsız hale geliyor.
Ne ile kurtulur sizce Kürtler? Siyaset mi? Sanat mı? Para mı? Hiçbiri mi? Hepsi mi?
Hepsi ama doğru olanı tabii. Siyasi anlamda bence yapılması gereken ilk şey bütün Kürtlerin ayrılıkları bir kenara bırakıp diyalog içine girmemiz gerekir. Kürtlerin en büyük sorunu bu birlik eksikliğidir.
Kimleri dinliyorsunuz? Neler izliyorsunuz? Neler okuyorsunuz son zamanlarda?
Bizim evimizde çok çeşitli halkların müzikleri dinlenir ama bu aralar en çok dinlediğim klam Seîd el Kurdî’den “Qasimê Meyro.”
En çok etkilendiğim film 2018 yapımı Transit. Bu muhteşem filmi, Alman yönetmen Christian Petzolt, yazar Anna Seghers’in 1944 yılında yayınlanmış aynı adlı romanından uyarlayarak çekmiş. Son okuduğum kitap Barış Ünlü’nün 2018 yılında Dipnot Yayınları’ndan çıkan Türklük Sözleşmesi.