Rimbaud ile Verlaine sevişiyor ve bundan sana ne?
Tutku ve coşku dolu her aşk, en eski çağlardan beri iktidarlar için açık birer tehdittir; zirâ her insanın, yönetimi altında yaşadığı hükûmetten utanç duymaması için, evvelâ kendisinden ve kendi bedeninden utanç duyması elzemdir.
Hamza Celâleddin/hamzacelalettin@gmail.com
“Ben kocaldım gam-ı aşkınla yiğitlik bu mudur
Hele ey pîr olası yâr-i civânım Şeyhî” (Necâtî).
Tarih boyunca tüm despot yönetimler ve bu yönetimlerden kendi payına düşeni alanlar (diyelim ki; kültür yoksunluğundan beslenen “kültür tüccarları”, düş kırıklıkları ve umutsuzluklardan beslenen “hayâl mühendisleri” ya da toplumsal korkulardan ve varoluşsal kaygılardan beslenen tüm ekonomik sınıflardan envaiçeşit kan emiciler), −otoriteye yaslanmamış ve hatta ona karşı durabilecek kavrayış ve cesarete sahip− her türden felsefî ve entelektüel etkinlikten nasıl korkuyor ve onları lânetli ilan ediyor idiyse; tutkulu aşkları, hür bir aradalıkları ve derin dostlukları da aynı korku ve aynı iktidar endişesiyle lânetlemiş ve şeytanlaştırmışlardır. Tutku ve coşku dolu her aşk, en eski çağlardan beri iktidarlar için açık birer tehdittir; zirâ her insanın, yönetimi altında yaşadığı hükûmetten utanç duymaması için, evvelâ kendisinden ve kendi bedeninden utanç duyması elzemdir. Oysaki hakikatte utanç hissi yönetimi altında yaşanılan iktidara yöneldiğinde bir “erdem,” kendi bedenine yöneldiğinde ise düpedüz bir “zayıflık”tır. Gel gelelim, zayıf ruhların ikiyüzlü bir aradalığı (daha bilindik ismiyle “toplum”); güçlü ruhların, kendisinden, kendi bedenininden ya da bir öteki için duyduğu coşkulu histen utanmayışını ayıplayagelerek iktidarın varlıkta kalmasını sağlar. Zirâ iktidarın varlığının devamı aynı zamanda, kusurlu kalabalığın zayıflıklarını görünmez kılan ve onları bir aidiyet üzerinden kimliklendiren illüzyonun da devamıdır. Öyle ki onların, hınç dolu zayıf göğüslerini, tepeden inme yasalarla ve ahlakî zorbalıkla meşru kılma lüksünü yitirmemek adına yapamayacakları çok az şey vardır ve işte o çok az şeyden birisi ve belki de en mühimi ise “tarihsel denge”yle oynamak ya da tarihe hükmedebilmektir. Öyle ise müsaade buyurunuz, “utanmazlığın tarihi”nden birkaç dipnotla bugüne erişelim…
“Gel, Kıbrıslı Ece!
Aşkınla karıştırdığın nektarı
Doldur altın kupalarımıza.” (Sappho).
Bir şâir ve bir on dokuzuncu yüzyıl dehâsı olmasının yanında, bugün “tutku dolu bir âşık” olarak da anımsayacağımız Arthur Rimbaud 20 Ekim 1854’te başlamıştı yeryüzü konukluğuna (ve tarih öyle mâhir devinmişti ki, yine bir eşcinsel olan ve “Walt’ın öpücüğünü yaşamının son demine değin dudaklarında saklayan” Oscar Wilde, Rimbaud doğduğunda henüz dört günlüktü). Genç ve ateşli şâir Rimbaud henüz on altısında evden kaçıp Paris’e geldiğinde (bu kaçıp gelmeler birkaç kez tekrar etmişti) evli ve poetik çıkmazda olan Paul Verlaine (ki lütfen bakınız, o da Nietzsche ile yaşıttı) ile dostluğunu iyiden iyiye pekiştirmişti. Birkaç yıl süren bu tutkulu, coşkulu ve fırtınalı birliktelik, bugün için hâlen eşsiz bir tarihsel seyirliktir. Ne var ki sonrası pek hâzindir; Rimbaud soluğu Afrika’da, Verlaine ise hapishânede alır. Yaşamları bir daha asla kesişmeyecektir; aslına bakılırsa sadece bedenlerinin yaşamları bir daha asla kesişmeyecektir. Oysaki bugün için onların varlıkları, hâlen birlikte sürüp gitmektedir. Dahası; Oscar Wilde ve Lord Alfred Douglas, Virginia Woolf ve Vita Sackville-West, Sigmund Freud ve Wilhelm Fliess… Tüm bu düzen dışı aşklar otorite için devasa tehlikelerdir; kimisi hapishâneler eliyle terbiye edilmeye çalışılır, kimisi ise toplumsal yaşam içinde eritilmeye, sindirilmeye. Lâkin yüz yıllardan, bin yıllardan geriye yalnızca tutku ve yalnızca aşk kalır.
“gencelmiş tarih kabartmalarının haklılığı aşkına
beni kendime gebe bırak” (Arkadaş Zekâi Özger).
Gel gelelim, biz bugün neredeyiz? Kendimizden, bedenimizden ve “ben olan bir başkası”na yönelmiş genç, diri, ateşvâr tutkumuzdan hâlen hicap duyar, ar eder hâlde miyiz? Hür ve bir arada, tutku dolu ve aşkla, direniş ile ve dostça yaşamaktan bir an bile çekinir, bir an bile imtina eder miyiz? İktidara göz kırpmakta mâhir, menfaatte varsıl ve lâkin onurda yoksul birkaç tarih zavallısının şiddetine, zûlmüne, bayağılığına, çelimsiz aklına boyun eğer miyiz? Pek zannetmem…
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun…