Rio’dan Bakü’ye küresel yönetişim krizi ve ekolojik emperyalizm

Adil bir sosyo-ekolojik ‘geçiş’ mücadelesinin, yalnızca ekolojik sorunları değil, aynı zamanda küresel ekonomik adaletsizliği ve onu sistematik bir şekilde üreten üretim yapısını da hedef alması gerektiği konusunda bir tereddüt yok. Tartışmalar halen sürüyor ancak bu tartışmaların toplumsallaştırılması, aciliyet taşıyan temel gündemlerden biri.

Ümit Akçay uakcay@gazeteduvar.com.tr

Geçtiğimiz hafta çoklu kriz gündemi açısından iki önemli gelişme yaşandı. İlki Brezilya’nın ev sahipliğinde yapılan G20 zirvesi ile Küresel Kuzey ve Güney ülkeleri arasındaki ‘mini zirve’ idi. İkincisi de Azerbaycan’ın ev sahipliğinde yapılan COP29 toplantısıyla iklim krizine karşı yapılması gerekenlerin ve özellikle de iklim finansmanı konusundaki gelişmelerin ele alınmasıydı.

Bu yazıda bu iki zirveyi bir arada değerlendirmemiz gerektiğini vurgulayarak, aradaki bağlantıları geçtiğimiz haftalarda ele aldığım ekolojik emperyalizm kavramı aracılığıyla kurabileceğimizi savunacağım.

RİO’DA GELEN İTİRAF: KÜRESEL YÖNETİŞİM KRİZİ

Günümüzde insanlık, sadece iklim değişikliğinin ortaya çıkardığı olumsuzluklarla değil, aynı zamanda ekonomik eşitsizlikler, sosyal adaletsizlikler ve küresel ekonomik sistemin içsel çelişkileriyle de mücadele ediyor. Bu çoklu kriz, küresel yönetişimin derinleşen kırılganlığını, egemen güçlerin çıkarlarının küresel ölçekteki adaletsizlikleri nasıl pekiştirdiğini gözler önüne seriyor.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in Rio’daki G20 zirvesinde küresel yönetişim krizine dikkat çekmesi, bu kırılganlığın yalnızca çevresel sorunlarla değil, aynı zamanda ekonomik ve politik hegemonya mücadeleleriyle de doğrudan bağlantılı olduğunu ortaya koydu. Küresel yönetişimin krizi, dünya kapitalizminin temel dinamiklerinden, emperyalist güçlerin çıkarlarını sürdürme çabalarından kaynaklanıyor.

Guterres, Rio’da yaptığı konuşmasında, küresel yönetişimdeki büyük açığı vurgulayarak, dünya çapındaki krizlerin birbirini nasıl tetiklediğini belirtti. Buradaki “küresel yönetişim açığı” (Guterres, ‘global governance deficit’ tabirini kullanıyor), küresel kapitalist sistemin adaletsiz yapılarından beslenen bir eksikliktir. Küresel yönetişimdeki kriz, büyük güçler arasındaki ekonomik ve jeopolitik gerilimlerin arttığı ve bunun uluslararası işbirliğini ve çok taraflı politikaları zayıflattığı bir durumu ifade etmektedir.

Esasında, Guterres’in bahsettiği “açık” emperyalist kapitalizmin küresel ölçekteki hakim yapısının bir sonucudur. 1945 sonrası Batı kapitalizminin liderliğini sürdüren ABD’nin hegemonyası, son yıllarda Çin’in ekonomik yükselişi karşısında sarsılmıştır. Trump’ın "Amerika önce" yaklaşımıyla ikinci kez iktidara gelmesi ve uluslararası yükümlülüklerden kaçınan politikaları, dünya kapitalizminin çok kutuplu bir yapıya doğru kaymaya başladığının bir göstergesidir. Bu kayma, küresel yönetişimi daha da kırılgan hale getirmiştir ve Guterres’in uyarılarının tam da bu noktada anlam kazandığını söylemek mümkündür.

Kısacası, küresel yönetişimdeki bu kriz, kapitalizmin dünya ölçeğindeki içsel çelişkilerinin güncel konjonktürde açığa çıkma biçimlerinden biri olarak görülebilir. Küresel ekonomi emperyalist güçlerin hegemonyasında şekillenirken, bu güçler arasındaki çıkar çatışmaları uluslararası işbirliğini giderek daha imkansız hale getirmektedir. İklim krizi gibi küresel çapta çözüme kavuşturulması gereken meseleler, bu emperyalist güç mücadeleleri nedeniyle etkili bir şekilde ele alınamamaktadır.

BAKÜ'DEKİ COP29 VE YEŞİL DÖNÜŞÜMÜN FİNANSMANI

BM Genel Sekreteri Brezilya’da dünya liderlerine küresel yönetişim krizini hatırlatırken Azerbaycan’daki COP29 zirvesinde ele alınan gündemlerden biri de, Küresel Güney ülkelerine iklim finansmanı sağlamaya yönelik adımların neler olacağıydı. Ancak COP29’a rengini veren hakim yaklaşımın temel sorunu, bu finansmanın büyük ölçüde borçlanma şeklinde formüle edilmesidir. Yani Küresel Kuzey ülkeleri, küresel iklim hedeflerine ulaşmak için belirli miktarda finansman sağlamayı taahhüt etseler de, bu fonların büyük bir kısmı borç temelli ve geri ödeme koşullarıyla birlikte gelmektedir. Bu durum, Küresel Güney ülkelerinin dekarbonizasyon hedeflerine ulaşmalarını sınırlamaktadır.

İklim finansmanının borç temelli bir sistemde şekillenmesi, Küresel Güney için yeni bir finansal bağımlılığa yol açmakta ve bu ülkelerin mevcut borç yüklerini daha da ağırlaştırmaktadır. Bu durum ekolojik emperyalizmin bir başka boyutunu oluşturuyor: Küresel Kuzey ülkeleri, kaynakları ve sermayeyi kontrol ederek, Küresel Güney’i ekonomik olarak bağımlı hale getiriyor ve bununla birlikte, iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik adımlar, kapitalist sistemin mantığına uygun bir şekilde, borç mekanizmaları üzerinden şekilleniyor.

Temel sonuç, iklim adaletsizliğinin pekiştirilmesidir. Ekolojik emperyalizm, bu yapının sürdürülebilirliğini sağlar, çünkü Küresel Kuzey ülkeleri ve çok uluslu şirketler, bu finansal ilişkiler aracılığıyla sadece iklim finansmanını yönlendirmekle kalmaz, aynı zamanda küresel iklim hedeflerini de kendi çıkarlarına göre şekillendirirler.

‘GEÇİŞ’ TARTIŞMASININ ULUSAL VE ULUSLARARASI BOYUTU

COP29’un ele aldığı iklim finansmanı konusundaki sorunlar, sadece çevresel değil, ekonomik ve politik adaletsizliğin de bir yansımasıdır. Küresel finansal mimarinin mevcut yapısı Küresel Kuzey ülkelerinin çıkarlarını korurken, Küresel Güney ülkelerinin büyük çoğunluğunu finansal bağımlılığa zorlamakta ve bu ülkelerin doğal kaynaklarının sömürülmesi sürmektedir. Bu bağlamda ortaya çıkan küresel yönetişim krizi, kapitalist sistemin içsel çelişkilerinin ve büyük güçler arasındaki hegemonya mücadelelerinin bir sonucu olarak şekillenmektedir.

Adil bir sosyo-ekolojik ‘geçiş’ mücadelesinin, yalnızca ekolojik sorunları değil, aynı zamanda küresel ekonomik adaletsizliği ve onu sistematik bir şekilde üreten üretim yapısını da hedef alması gerektiği konusunda bir tereddüt yok. Bu tür bir mücadelenin nasıl bir ‘geçiş’ programına sahip olması konusunda ve bunun iktisadi, siyasi, toplumsal cinsiyet ve ekolojik boyutlarını da içeren tartışmalar halen sürüyor ancak bu tartışmaların toplumsallaştırılması, aciliyet taşıyan temel gündemlerden biri.

Ancak tekil olarak her bir ülkede gerçekleştirilen bu adil ‘geçiş’ mücadelesinin tek bir ülkede başarıya ulaşması tanım gereği mümkün değil. Küresel düzeyde işleyen ve dolayısıyla ülkeler arası koordinasyonu içeren bir model olmadan iklim krizinin etkilerinin giderek daha da derinleşmesi kaçınılmaz. Bu nedenle herhangi bir ‘geçiş’ tartışmasının olmazsa olmaz koşulu, bunun küresel boyutunun nasıl kurgulanacağı; yani mevcut küresel yönetişim krizinin nasıl çözülmesi gerektiğine dair bir perspektif sunmasıdır.

Tüm yazılarını göster