Riya ikliminde kadın ve 'kendi gibi' olmak

Birkaç yetişkin kadının sokakta kendi başlarına eğlenmeleri, bir first lady adayının dışa vurmaktan çekinmediği yaşamsal neşe, ana hedef. Çünkü bu karanlığı yırtabilecek bir şey var burada, bir güç. Kaale almayan, sindirilememiş, zaptedilemeyen bir şey. Evrensel ölçülerde son derece olağan, muktedirin sokağa ve kadına bakışı açısındansa tehditkar ne ararsanız var, özetle.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Kadın olmak dünya genelinde zorlu, ülkedeyse çok zorlu bir sınav. Ailen ve çevren açısından mümkün iyi ortamlardan birine doğmuş olsan da öyle. Geleneksel milli ve yerli aile denen korku türüne doğan kadınlar için, daha da öyle. Buna rağmen ataerkinin, biçilmiş rollerin kanvasını yırta yırta bugüne geldi ve geleceğe dair umudu ekmeyi başardı kadınlar.

Gelecek nedir derseniz, kuşkusuz şu an uzlaşılmış anlamıyla “erk’ek” olmayandır derim. Bugünümüzü zehirleyen denizden kendini koparmış farklı nehirlerin birbirini duyarak aktığı bir öte diyar. “Sevginin gücünün güce olan sevgiyi yendiği” o yer. Farklılıkların tahakküm doğurmadığı yer. İnsan olmak, farklılığı, üstünlük iddiası taşımadan ne hoş ne hor görerek, sadece görerek kabullenmektir.

Böyle bir dünya belki bir gün mümkün olur. Yanlış ezberler, motivasyonlar, hırslar, dip akıntıları sevgi ve insanlığın salt güce duyulan karanlık tutkuyu yenmesinin önünde duramayacak bir gün, umarım. Farklılıklar tahakküme değil dünyanın türlü rengine, mevsimine, ahengine kapı açacak ve artık kimse salt kendisi olduğu için incinmeyecek.

“Kadın olmak zordur” dediğiniz anda bile türlü yersiz cümleye maruz kalıyorsunuz. Hepsine cevap: Sana biçilen rolü mümkün mertebe kabullenir, hizada kalır, dünyanın akışından rahatsızlık duymazsan elbette o kadar zor olmayabilir. Yeşilçamvari bir Hülya Koçyiğit gülüşüyle bütün hayatı idare edebilirsin. Çizgiler içinde, hat içinde, kol kırılsa yen içinde kalarak. Dünyanın şu halinde böyle kalabilmek herhangi bir isyandan daha saçma ve demode gerçi, o da ayrı konu.

Kadın olmak zordur çünkü tüm duygularının ve arzularının sınırlarını tayin etmiş, bugününün ve geleceğinin resmini çoktan çizmiş bir dünyada kendin olmak durumundasındır. Kendin olurken güzel olman ve kalman, kurbağaları ürkütmemen, şefkat ve nezaketi yitirmeden dünyayı rayında tutman beklenir. En çok da “ikincilliği” kabullenmen. Kendisi olarak büyük başarılara imza atmış kadının çoğunlukla yalnız olması beklenir. Kadın, hizadan saptıkça bir tür “ duygusal halter” halini alır çünkü, “her erkek taşıyamaz”. Nedense en zor, tuhaf, arıza ve güçlü erkeklerin bir kadın değil dünya kadınları tarafından hevesle taşınacağına ise kesin gözüyle bakılır. Sorun olarak gösterilmek istenen, ne denli yapıcı olursa olsun, rolüne itiraz eden, “fazla güçlenmiş” kadındır.

Çok sevdiğim senaryo hocam Erol Mutlu, kısacık değerli hayatının içimiz yana yana eşlik ettiğimiz son günlerinde bir gün bana, “kadınsan ya kahve ya da süt olman beklenir; bu dünyada sütlü kahve olmak zordur” demişti. Dalgın bir anında söylemişse de bir tür yaşam öğüdü olduğu belliydi. Kahveyi sütlü hiç sevmem ama dünyada var olmak, kendini gerçekleştirmek ve aynı zamanda sevme sevilme alanına talip olmak, bir kadın için sütlü kahve olmaktır; biliyordum. Bunun belki vazgeçilemeyecek tek var oluş olduğunu da.

Ne dünyanın gidişatındaki “söz”ümüzden ne de duygu alanından vazgeçeceğiz. Bu erkek dünya, arzusunun nesnesi ve nefretinin hedefiyle baş etmeyi öğrenecek. Erkeklik en temelde kendini sevmemektir çünkü kendini üstün saymakla kendini sevmek tamamen farklı şeylerdir. Kendini sevemeyen, kadını bir imgeler silsilesi ya da karşıtlıklar manzumesi olarak görmediğinde sevemeyen, ulaşılmazı arzulayan, ulaştığının değerini bilmeyen, eşitini sevemeyen egemen erkek bakışın kurduğu berbat bir sevgi fakiri dünyadayız. Biz önce kendimizi sevmeyi öğreneceğiz ki bu bakış kırılsın.

Ülke karanlığa itildikçe neşe giderek kaybolmaya yüz tutmuş duygulardan biri halini aldı. Salt bir duygu da değil, bir oluş ve direnme, hayatta kalma biçimi. Tanıl Bora’nın bu yazısında türlü hallerini betimlediği neşenin, en çok “acı alay” ya da Schadenfreude, (başkasının eleminden derdinden alınan kirli sevinç) gibi türleri yürürlükte. Türlü felaketler ya da yaşamı tehdit eden yasal düzenlemelerden sonra topluca çektirilen fotoğraflardaki o arsız muktedir neşe var bir de. Gerçek neşe, kadınların neşesi (Buket Uzuner’in, artık birkaç yazıda bir andığımız nefis tanımıyla ucu bucağı olmayan direngen “kız neşesi”) ise düzeni en çok tehdit eden, ürküten şey. Bu nedenle görüldüğü anda söndürülmeye çalışılıyor.

Kadın ve sokak bugün adı resmen kon(a)mayan en tehlikeli düşmanlar olarak görülüyor.

Bir kadına hayat boyu sadece tevazu ve hizada durmak öğretiliyor; erkeklere en öğretilmeyen şey. Kadınsan, aynı esnada mutlu olmak için “çok güçlü” bir erkeğin birkaç adım gerisinde uslu bir eşlikçi olmak öğretiliyor. Bunun hakikatle hiçbir alakası yok halbuki. En şahane “first lady” adayları da  duruşlarıyla (first, yani, lider erkekten sonra birinci) bunu doğruluyor. İktidarın değil “orada ne işi varmış” denilen, katledilen kadınların özgür sesi olmaya daha yatkın, özgür ruhlu kadınlar çünkü bunlar: Kendileri olmak riskini alıyorlar.

Başak Demirtaş

 Başak Demirtaş, riya, ırkçılık, cezasızlık ekseninde onca korkunç cinsiyetçi saldırıya, hakarete, tacize karşı ne de güzel kendi gibi durdu. Sevdiği ve seçtiği yanlarıyla hayatın en çamur yanlarına karşı daima dimdik durabilmiş güzel bir insan: Karakter.

Dilek İmamoğlu da eşliğe, anneliğe, “first lady”liğe tam sığdırılamayan bir karakter, kendi gibi bir kadın.

Irkçılık  ve ayrımcılık daima bir paket halinde geliyor, ikisinin uğradığı tacizleri karşılaştırmak hem zor hem de manasız. Ortak noktaları, şu anki düzeni tehdit eden bir erkeğin eşi olarak, “namus” “yumuşak karın” sayılmaları. Kadın düşmanlığı, siyasi öfke ve berbat riyakar namus anlayışından oluşan çağ dışı bir “yengelik zulmü”ne, bu çamur bilinçaltıyla maruz kalmaları. Onlara yapılan saldırıların öncelikli hedefi elbette eşlerinin gücünü ve saygınlığını törpülemek yönünde, acınası bir çaba. Ama bunun yanında hizaya girmedikleri, kendileri gibi durdukları için de maruz kalıyorlar bu iğrenç saldırılara.

Dilek İmamoğlu, İtalya

Dilek İmamoğlu İtalya’da birkaç kız arkadaşıyla normal insan gibi eğlenip şarkı söylediği görüntüler nedeniyle, dünyada etik ve ahlaka dair tavsiyelerine en son başvurulabilecek bazı siyasiler, bir kısım muhafazakar ve artı kadın neşesini “kınında tutma”yı dünya düzeninin garantisi sayan troller ordusu tarafından günlerdir linçleniyor.

Olaylar İtalya’da geçiyor ama burada olan şey temelde sınıfsal ya da lükse dayalı değil. Öyle bir içme dağıtma hali de söz konusu değil, son derece tatlı, yaşamsal, “sıradan” bir an. Birkaç yetişkin kadının sokakta kendi başlarına eğlenmeleri, bir first lady adayının dışa vurmaktan çekinmediği yaşamsal neşe, ana hedef. Çünkü bu karanlığı yırtabilecek bir şey var burada, bir güç. Kaale almayan, sindirilememiş, zaptedilemeyen bir şey. Evrensel ölçülerde son derece olağan, muktedirin sokağa ve kadına bakışı açısındansa tehditkar ne ararsanız var, özetle.

Dilek İmamoğlu

Umberto Eco’nun benzersiz romanı “Gülün Adı” ve çok sevdiğim film uyarlaması, Ortaçağ karanlığını sürdürebilmek için neşeyi çalmak ve gülmek bilgisini yok etmekte düğümlenir. Neşe yaşamsaldır, güne başlamak için sebep veren, yarını kuran bir duygu ve oluştur. Kadın gülüşü ve sokağa taşan kadın neşesi karanlığın iktidarını tehdit eder çünkü en çok hayata davet eden, denetlenmesi en güç şeydir.   

Ne kadınlığa ne eğlenceye ne neşeye ne de sokağa gem vurabilecekler. Bütün rollerinin yanında kendi gibi, hayat gibi olan her kadının, bu tehditkar neşenin ve yapıcı gücün yanındayız. Gülmekten, mizah yoluyla dünyayla dalga geçebilen kadından, sokaktaki kadından duyulan Ortaçağvari korku, bu karanlığın sonunu getirecek. Hayat ve neşe kazanacak.

Tüm yazılarını göster