Rober Koptaş: Romanda anlattığım, adına travma dediğimiz darbelerden azade değilim

Rober Koptaş’ın ilk romanı ‘Unufak’ İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Koptaş’la roman bağlamında ‘aile’, ‘felaket’ve edebiyatın travmayı ele alış biçimini konuştuk.

Anıl Mert Özsoy aozsoy@gazeteduvar.com.tr

Uzun yıllar gazetecilik ve yayıncılık yapan Rober Koptaş’ın ilk romanı ‘Unufak’ geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Ermeni edebiyatına ve tarihine dair hazırladığı kitaplarla tanıdığımız Koptaş, bu kez 20. yüzyılın büyük olaylarının gölgesinde bir ailenin Anadolu’daki meçhul bir şehirde başlayıp İstanbul’a varan hikâyesini ele alıyor.

Travma, aile ve toplumsal bellek üzerine konuştuğumuz Rober Koptaş, “Büyük romanlara öykünen bir tarafı Unufak’ın. Uzun bir zaman dilimi, üç kuşak, iki şehir, çokça karakter. Edebi olarak iddialı bir deneme ve bunun altında kalma ihtimali büyük bir riskti tabii ve hep de öyle olacak. Yazmanın kendisinin cüretkâr bir iş olduğunu düşünüyorum her zaman, alçakgönüllülüğü elden bırakmadan o cüretin karşılığını vermeye çalıştım” dedi.

Rober Koptaş (Fotoğraf: Erkin Ön)

Unufak, aile kavramı üzerinden açılan bir roman. Karanlık ve aydınlık hatlarıyla, aile kavramını nasıl ele aldınız?

İyi kötü bir genellemeye varabileceğim bütünlüklü bir kavram setine sahip değilim aileye dair, ama romanda anlattığım aile üzerine şimdi sizinle birlikte yüksek sesle düşünerek söyleyebileceğim ilk şey, bunun tam orta yerinde atom bombası benzeri bir şey patlamış, dağılmış, parçalanmış bir aile olduğu. Buradaki atom bombasının ne olduğuna dair türlü fikirler öne sürebilirim ama ben ondan çok, patlayan şeyin ve onun artçılarının aileyi ve onu oluşturan bireyleri nasıl etkilediğine odaklandım. Çünkü her ailede az ya da çok travmatik diyebileceğimiz deneyimler mebzul miktarda var. Kimileri bundan çok beter, kimileri daha hafif etkilense de her ailenin birtakım kurucu hikâyeleri var, bu anlamda uluslara benzetebiliriz belki. Ben de ağırlıklı olarak baş karakter Kevork’u takip ederek, birtakım travmaların hem nasıl nesilden nesile aktarıldığını hem de eğer çözülmezlerse bir ömrün içinde nasıl katmerlenebildiklerini gözlemeye çalıştım. Aileye toplumun bir mikrokozmosu gibi bakmaya gayret ettim ve oradaki güç ilişkilerini, itiş kakışı, kopukluk ve bağları kurcaladım. Bu bağlamda dışarıda, toplumsal ve siyasal alanda işleyen iktidar pratiklerinin içeride nasıl yaşandığı, ama bunun da ötesinde, o pratiklerin benzerlerinin nasıl içeride yeniden üretildiği üzerine kafa yordum. Böyle bir zeminde karakterlerin psikolojik tahlilini, onların ruhsal rahatsızlıkla delilik arasında salınan parçalanmış benliklerinin eski tabirle “teşrih”ini yapabilmek için aile verimli bir alandı. Ne olduğumuzu, nasıl olduğumuzu, derdimizi tasamızı, sizin dediğiniz gibi aydınlık ve karanlık taraflarımızı belirlemede en çok rol oynayan o oluyor sonuçta daima. Bir de, ailevi yaralar bir yersiz yurtsuzluk, zaman ve mekândan kopukluk, köksüzlük yaratıyor; bir aile hikâyesi yazarak oradaki karakterleri dünyaya yeniden bağlamaya, onlara ayaklarını basacakları bir zemin, tutunacakları bir çapa vermeye de çabalamış olabilirim.  

Unufak, Rober Koptaş, 227 syf., İletişim Yayınları, Kasım 2024 

UNUFAK: DERDİNİN NE OLDUĞUNU ANLAMAYA ÇALIŞAN BİR ROMAN

Uzun yıllar yazıyla hemhal olsanız da bu kez bir ilk romanla okur karşısındasınız. Kendi sesi olan, derdinden emin bir metin Unufak… Bu edebi yolculuktan ve karşınıza çıkan engebelerden bahseder misiniz?

Kendi sesi olan demenize çok sevindim, derdinden emin kısmından ise tam emin değilim.

Derdinin ne olduğunu anlamaya çalışan bir metin mi acaba daha çok? Evet, yazmakla, yazı düzeltmek ve düzenlemekle, kitap yayımlamakla, bir dönem gazetecilikle ilgili deneyimim var, bir yayınevinin kapısından girdiğimde on sekiz yaşında, şimdiyse kırk yedimde olduğumu düşünürsek artık az da denilemeyecek bir tecrübe bu ama kurgusal bir metin yazmak konusunda acemi olmam en büyük zorluktu, demem gerek. Bunu alçakgönüllülükten söylemiyorum, çünkü ne anlatmak istediğimi iyi kötü bilsem de nasıl anlatacağım konusunda neredeyse hiçbir fikrim yoktu. Pasajlar yazarak başladım, o günkü derdim neyse ona yakın temaları işlediğim bölümler, fragmanlar üzerine çalıştım. Bir karakter diye yola çıkmıştım, sonra diğerleri dahil oldular işe ve epey gelgitli, sancılı birtakım arayışlar sonucunda kendimce bir yol buldum ve bulduktan sonra da geriye pek dönüp bakmadım, metin o yolda açıldı. Henüz çok kaba bir haldeyken pasajlar okuttuğum arkadaşlarımın yorumlarının epey katkısı oldu bir şeylerin, zihnimin berraklaşmasında, sağ olsunlar. Bir başka zorluk da Aras Yayıncılık’ta epey yorucu bir tempoda çalıştığım için metnin yazımının uzun bir süreye yayılması oldu. Birkaç hafta metni kurcaladıktan sonra aylarca yüzüne bakamadığım oluyordu. Bir iki kere sadece yazabilmek için bir hafta-on günlük tatiller aldım. Nihayet geçen yıl yayınevinden ayrılırken öncelikle yazmaya odaklanmaya da karar vermiştim ve ondan sonra her şey daha hızlı aktı. Metinle baş başa kalarak çalışabilince ilerleyebildiğimi gördüm, bu da beni yazmak için daha da cesaretlendirdi.

‘ZORLUKLARIN ÜZERİNE GİTMEK İÇİN YAZDIM’

Romanınız, 3 kuşağın 100 yıllık hikayesini anlatıyor. Bu denli geniş bir zaman aralığını yazmanın zorlukları nelerdi?

Büyük romanlara öykünen bir tarafı Unufak’ın. Uzun bir zaman dilimi, üç kuşak, iki şehir, çokça karakter. Edebi olarak iddialı bir deneme ve bunun altında kalma ihtimali büyük bir riskti tabii ve hep de öyle olacak. Yazmanın kendisinin cüretkâr bir iş olduğunu düşünüyorum her zaman, alçakgönüllülüğü elden bırakmadan o cüretin karşılığını vermeye çalıştım. Şunu kabul ettim, ben romanda anlattığım, adına travma dediğimiz darbelerden azade değilim. Bir noktada, metnin de bu darbenin izlerini taşımasının gerektiğini hissettim. Geçmişi anlatırken yaratmaya çalıştığım zemin travmanın doğasındaki kırıklığı, parçalılığı, belki geri döndürülmezliği hem taşımalı hem yansıtabilmeliydi. Bunu yaparken anlattığım meseleleri hem içeriden dışarıya nakledebilmeli hem de onlarla mesafemi koruyabilmeliydim. Daha uzak geçmişi anlatırken bugüne kadar yazılıp çizilenlerden farklı bir söz edebilmenin yolu yordamını bulmak da kolay değildi ve Türkiyeli bir Ermeni olarak hem zaten geçmişten taşıdığınız yükler, hem de adınızın etrafındaki etiketlerle baş etmek, üstüne meseleyi salt bir Ermeni ailenin hikâyesinden çıkaracak bir insanlık derdini yazıyla icra edebilmek az zorluklar değildi. Ayrıca, bir öncül ve muhatap meselem de var şüphesiz. Ben Türkçe yazıyorum, Türkiye edebiyat kanonunda, Ermenice yazan ve kanon dışı kalmış olanları da kapsasak bile, Unufak’taki meseleler etrafında yazan kaç kişi oldu ki onlarla çarpışa çarpışa kendi metnimi kurayım. Bir elin parmaklarını geçmeyecek, bir kısmıyla zaten bir yayıncı olarak hukukum olan yazarların yazdıklarının üzerine titredim ama onların boş bıraktığı alanlara da girmek istedim. Geçmişe dair tartışmaların donduğu, tarihin araçsallaştırılarak altta olana karşı silaha çevrildiği bir Türkiye bağlamında metnin muhatapları, potansiyel okurları ve eleştirmenleri de kendi etnik, sınıfsal, kültürel, siyasal pozisyonlarından bağımsız, objektif bir gözlükle okuyabilecekler mi anlatılanı? Bunları şikâyet etmek için söylemiyorum, karşımdaki zorluklar bunlardı, ben de zaten onların üzerine gitmek için yazdım. Fikren kavgalı olduğum bu ortama karşı önemsediğim meseleleri yazarak bir hat kurdum. Korktum zorluklardan elbette ama onları yazarak yenmeye gayret ettim. 

Unufak’ta, ana mekan T. adlı bir Anadolu kasabası. Mekanın adının kodlanması toplumsal hafızaya işaret ediyor.

Az önce bahsettiğim travmatik hafızanın işareti o benim için. Bununla şunu kastediyorum: İnsanlar yerlerinden yurtlarından oldular, oraya bir daha dönemediler. Dönebilenler ezildiler ve ikinci bir göç daha yaşamak zorunda kaldılar. Onların çocukları ya da torunları, misal ben de, normal şartlarda doğup büyümüş olmamız gereken topraklarda değil, bambaşka bir yerde, bambaşka şartlarda var olduk. Burada inanılmaz bir şiddet var biz farkında olalım olmayalım. Ben babamın doğduğu ve yeniyetmeyken ayrılmak zorunda kaldığı şehri bu yaşıma kadar görmedim. Bu geri dönüşsüzlüğü anlatabilmem gerekiyordu. Bir de, memlekette hemşericilik bağları hâlâ çok güçlü. Bir Sivas, Malatya ya da Maraş romanı olarak okunmasını istemedim, çünkü olay Türkiye’de geçiyor. Farklı bir şehirde de olsa anlatılandan farklı olmayacaktı muhtemelen hikâye, belli bir yerle yaftalanmasını istemedim. Karadeniz’de insanları sandallarla denize açıldıktan sonra öldürmüşler, Dicle kıyılarında keleklerle nehirde, Erzincan’da sarp yarlardan atmışlar, Mardin’de kuyularda, mağaralarda… Hemen her yerde kan kırmızısı akan dereler, nehirler var. Arkadaşım Sevengül Sönmez metni dosya halindeyken iki farklı versiyonuyla okudu ve bir sohbette bana T’yi hep Türkiye olarak okuduğunu söyledi. Böyle bir alegori yapmak geçmemişti hiç aklımdan, rastgele diyebileceğim bir tercihti, aklıma gelmiş olsaydı T’yi kesin başka bir harfle değiştirirdim bu kadar da kör gözüm parmağına gönderme mi olur diye. Niyetim o değildi. Ayrıca aslında bazı referansları imliyor T’nin o deforme olmuş, yamuk, birkaç farklı merceğin içinden geçerek kırılmış tasviri –benim o şehre dair tahayyülümün durumu bu olduğundan. Bu meseleleri bilenler anlayacaklardır, o kadar da saklamadım, bir bulmaca gibi kalsın metnin içinde istedim sadece.

‘TEK DERDİM ‘FELAKET’İ ANLATMAK DEĞİLDİ’

Ermeni bir ailenin göçlerle, kayıplarla geçen yüz yılını okuyoruz. Ermeni edebiyatına dair yaptığı çalışmalarla bilinen Marc Nichanian, “Edebiyat ve Felaket” kitabında, “Felaket’ten söz edebilecek biricik alan edebiyattır” diyor. Yine Nichanian’a göre, edebiyatı tanıklıktan, tarih yazımından ayıran önemli bir nokta var: Anlam arayışı… Bu noktada siz ne düşünürsünüz?

Nichanian Türkiye’de verdiği dersler ve seminerlerle bizleri, diasporada da okuyan bir kesimi derinden etkiledi. Benim de üzerimde şüphesiz bir iz bıraktı. Ermeni yazarların hayatlarının bir noktasında Felaket’i anlatma çağrısına kulak tıkayamadıklarını düşünüyorum. Ben de tıkamadım ama tek derdim o da değildi. Bizi var eden hamurda o deneyimin ve sonrasının etkileri önemli bir yer tutuyor çünkü ve belki de inkârın sürekliliği bizleri sürekli anlatmaya, yine ve yeniden anlatmaya itiyor. Keder verici, bazen beni dehşetli sinirlendiren bir kısır döngü bu. Ben yazarken olaya dair bir tanıklık peşinde değildim, daha ziyade olay ve sonraki olayların insan ruhunda bıraktığı etkiyi anlamaya çalıştım. Tanıklık takvimlerin donduğu bir ana mıhlanıyor, edebiyat ise nihayetinde bir akışı ve buna bağlı olarak bir değişimi, bir yolculuğu anlatıyor, benim de derdim buydu. Bir yerde Zaven Biberyan’dan bahsederken “Büyük harfli Felaket” ve “küçük harfli felaketler”den söz etmiştim, bunların insan üzerindeki etkisini takip etmeye çaba gösterdim ama bunu yaparken sadece tarihsel büyük olayları değil, en samimi, en yakın ortamlarda yaşanan ve adına felaket de denmeyen felaketleri de süzmeye çalıştım.

Unufak, travma gibi zor bir meseleyi ele alıyor. Travmayı, estetik bir formda anlatırken nelere dikkat ettiniz?

Kendi deneyimime odaklandım öncelikle. Hepimiz çocukluktan başlayarak ruhumuzun hırpalanıp parelenmiş yanlarını örtmeye, gizlemeye çabalıyoruz bilmeden. Kara kutulara hapsettiğimiz şeylerin üzerine bin bir ağırlık koyuyoruz ve onları da kalın perdelerle sıkı sıkıya örtüyoruz. Travmanın kendimde duyumsadığım etkilerini duyguları manipüle etmeden nasıl ifade edebilirim diye baktım. Bu bazen buz gibi, bazen ateş gibi sıcak olmam gerektiğini düşündürdü, bazen karakterin çektiği acının hemen dibinde olmayı, bazen de bir adli tıp raporu gibi soğukkanlı kalmayı. Neredeyse arkeolojik diyebileceğim bir kazı yapmam gerekiyordu ve orada bulduklarımı da ambalajlamadan, topraktan çıktığı hali çok bozmadan sundum. Metindeki bazı pürüzler, defolar, kabalıklar bunların ifadesi benim için. Tabii teknik olarak altından kalkamadığım taraflar olmuştur, onları bu bahsin dışında tutuyorum. 

Göç; toplumsal hafızanın, kültürün, ortak yaşamın yavaş yavaş eksilmesine sebep oluyor. Unufak’ta da bunu görüyoruz. Peki, edebiyat -zorunlu-, -mecbur bırakılan- göçlerde yaşanan tahribatı onarabilir mi?

Yüksek lisans tezimde Krikor Zohrab üzerine çalışmıştım. Onun meclis konuşmalarını tararken, yurtdışı seyahatlerde pasaport kullanımının mecburi hale getirilmesine karşı çıktığını okudum hayretle. Bunun hürriyeti kısıtlayıcı bir adım olacağını söylüyordu. Dünyanın bundan yüz yıl önce bugünkünden daha sınırsız bir yer olarak algılandığını düşündürmüştü bu bana. O gün seyahat etmek çok daha zor ama sınırlar geçişliyken, bugün istediğimiz an istediğimiz yere gidebileceğimiz bir çağda sınırlar hiç olmadığı kadar yüksek ve kâvi. Türkiye içinde ise az önce bahsettiğimiz türden bir şiddetin sonucu olan göçler, yitip gitmiş bazı yaşam ihtimallerini işaret ediyor. Bir medeniyet kaybı yaşadık biz, daha da yaşıyoruz ve bunun geri döndürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Giden sadece canlar değildi, bir ortak kültür ve onun gelişip serpilebilme ihtimaliydi. Bugün yaşadığımız bütün sorunların öyle veya böyle o gün olanlarla bağlantılı olduğunu düşünüyorum ister istemez. Toplumsal bir tahribatın toplumsal onarımı için kat edilmesi gereken yol çok uzun ve bu anlamda iyimser değilim. Yine de kötümserlik bazı kapıları sürekli çalmayı, bir direniş olarak anlatmayı, yazmayı, mücadele ve inat etmeyi dışlamıyor benim için. Çünkü inat da bir murattır ve kendimi bu şekilde var etmeye çalışmak beni ülkedeki türlü mücadelelere ve insanlara bağlıyor ve ümidin ışığının yanmasını sağlıyor. 

Önümüzdeki günlerde okurlarınızı bekleyen yeni çalışmalarınız nelerdir?

Bir çocuk hikâyesi yazdım geçenlerde, üzerinde daha çalışacağım, önümüzdeki yıl kitaplaşacağını hayal ediyorum. İkinci romana dair notlar almaya da başladım yavaş yavaş, onun başına oturmak için de hevesim artıyor gittikçe. Aras’taki görevimden ayrılsam da oradaki arkadaşlar istedikçe bazı dosyaların editörlüğünü yapıyorum ve bir de Ermeniceden bir roman çeviriyorum, yine Aras için. Pandemi döneminde Ermeniceden küçük küçük şiir çevirileri yapıyordum, sonra da devam ettim, onlar belli bir toplama erişti, belki o dosyayı bir kitaba evirme fikri de var ama şimdilik beklemede gibi, bakalım…

Tüm yazılarını göster