Ruhsuz, zorba bir dünyada ruhu olan çocuklar

Enno ya da Asfalttaki Karahindiba, Astrid Frank’ın herhangi bir çocuğun ağzından yazdığı bir kitap değil, zamanın ruhuna uymayan bir çocuğa sahip, benim gibi o kumsalda saatlerce, günlerce ağlayan başka bir annenin denize fırlattığı şişeydi....

Abone ol

Birgül Özcan

Merhaba sevgili okur, şimdi okuyacakların ne bir kitabın tanıtım yazısı, ne de bir eleştiri metni. İsterim ki bu satırları tıpkı Enno’nunki gibi içtenlikle yazılmış bir mektup diye oku. Bir çocuğun, belki biri okur, duyar diyerek yazıp bir şişe içinde denize fırlattığı mektubu, onun gibi ağlamaktan yorulmuş, biraz hava almak için çıktığı yürüyüşün sonunda vardığı kumsalda (ki bu kumsal çoğunlukla kitaplardan müteşekkil) tesadüfen bulmuş bir annenin mektubu.

Enno ya da Asfalttaki Karahindiba romanını sosyal medyada paylaşanlar, aşağı yukarı ‘farklı’ olarak tanımlanan ‘özel’ çocuklara ‘farklı’ bir gözle bakan, ‘farklı’ bir kitap olduğunu söylüyordu ve bu bana pek de iyi gelmemişti. En az beş yıldır o kadar çok okuyup, duymuştum ki bu iki sıfatı, bir kez daha cümle içinde görmeye mecalim, hulkum yoktu. ‘Garip’ ya da ‘engelli’ olmadıkları gönülsüzce kabul edilmiş ama normal oldukları da söylenmeyen bazı çocuklar için ‘özel’ ve ‘farklı’ sıfatlarının normalin karşıtı olarak kullanımının bir çeşit teselli ikramiyesi olarak sunulmasını, tağyir edilmesini izlemek canımı sıkmaya başlamıştı.

Sonra kitabın yazarı Astrid Frank ile sevgili Sibel Yükler’in yaptığı röportajı okudum ve kitabın sahte bir duyar gösterisi yahut yapay bir kurgu olmadığını anladım çünkü cümlelerin arasında hakikatin sızdığı, çok da iyi bildiğim, ezberlediğim o çatlakları fark ettim. Yıldığım sıfatlardan azade bambaşka bir tanımlama yapmıştı Astrid Frank; zamanın ruhuna uymayan çocuklar. Enno ya da Asfalttaki Karahindiba, Astrid Frank’ın herhangi bir çocuğun ağzından yazdığı bir kitap değil, zamanın ruhuna uymayan bir çocuğa sahip, benim gibi o kumsalda saatlerce, günlerce ağlayan başka bir annenin denize fırlattığı şişeydi. Yardım dilenmiyordu, birileri belki de sadece ‘okusun’ istiyordu. Kitaba haksızlık etmek istemeyerek alıp okumaya başladım.

Kumsala vardığımda, yani kitabı elime alıp okumaya başladığımda az çok ne olacağını bildiğimi sanıyor, biraz rüzgâr yerim, iyi gelir, diyordum. Okumaya başlar başlamaz gözlerim dolmaya başladı, kelimeleri bulanık görüp okumakta zorlandım. Kitap bir dilden söz ediyordu, çoğumuzun bilmediği, anlamadığı, konuşamadığı bir dil, kalp dili. Kitap bir çocuktan söz ediyordu ama benim çok iyi tanıdığımı sandığım başka bir çocuktan. Bu benzerliğin ötesindeki aynılık, boğazımı düğümlüyor, yutkunamıyorum. Enno on bir yaşında, oğlum on... Bu kitaptaki çocuk Enno değil, bu benim oğlum, diyordum içimden. Ölen dedesine mektuplar yazan, omlet yapıp beni mutlu etmeye çalışırken heyecanlanıp yumurtayı halıya kıran, sonra özür dileyip, ağlama krizine giren, o an ayağını istemeden süpürgeliğe vurup daha yüksek sesle çığlık atan, kazakları hep ters giyen, okula çorap üstü terlikle gidip, çantasını, montunu serviste unutan, saçlarını tırnaklarını asla kestirmek istemeyen, bağcık bağlayamayan, düğme ilikleyemeyen, AVM’lerden, alışverişten, kalabalıktan, gürültüden ve soyunma kabinlerinden nefret eden, asla şiddet ve ölüm içeren filmler izleyemeyen, öğretmenlerinin, “Kendi dünyasında yaşıyor, çok dalıyor,” dedikleri bu çocuk, oğlum!

Annesinin Enno’yu götürdüğü uzman, “Gelişim bozukluğuna dair hiçbir sonuç bulamadım. Enno, tamamen normal bir çocuk ama onu sınıf arkadaşlarının çoğundan ayıran özel bir yeteneğe sahip,” diyor ve orkide ile karahindibalardan bahsediyor. “Çoğu insan karahindibadır,” diyor. “Karahindibalar kötü hayat koşullarıyla baş edebiliyorlar ama orkide insanlar ancak etraflarındaki her şey tamamen mükemmelse iyi hissediyorlar,” diyor. Dayanıklı karahindiba ve kırılgan orkide, farklı iki insan türü. Oysa Enno, kendini bir karahindibaya benzetiyordu, önemsiz sevilmeyen işe yaramaz, istenmeyen ot.

Peki ya annesi? Bu zorba kadın kim?

Enno ile tek ve en yakın arkadaşı Olsen’ın konuşmalarını okurken buluyorum cevabı;

“Yani, çoğu insanın karahindiba olduğunu söylüyorsun. Bu insanlar uyum sağlayabildikleri için kötü hayat koşullarıyla bile baş edebiliyorlar. Ve ayrıca, örneğin benim gibi, orkide olan insanlar da var. Bunlarsa ancak etraflarındaki her şey tamamen mükemmelse iyi hissediyor ve hatta bazen karahindiba insanlarından daha fazlasını bile yapabiliyorlar.”

Olsen başını sallayıp gülümsedi. “Aynen öyle,” dedi. “Ama eğer bir orkideye iyi bakılmazsa...”

“... o zaman solar,” diye sözünü tamamladım. Ama bu düşünce bir anda beni çok üzdü. Çünkü annemin bir zamanlar bana söylediği bir şeyi hatırladım. Bütün çiçekleri soluyordu, çünkü çiçek bakmayı beceremiyordu.

Bu kadın da bendim. Ben şimdiye kadar baktığım tüm çiçekleri kurutan, çürüten kadınım. Bir beceriksizim ve ben sardunyaları bile soldururken, oğlum bir orkideymiş, öyle mi? Ben baktığım hiçbir orkideyi yaşatamadım. İçimden dışıma doğru gürültüyle, çatırdaya çatırdaya, parçalanarak, kırılıp dökülerek bir anda yerde öylece biriken kum halime bakakalacağımı bilmiyordum ama. Hani taş gibiydim, sapasağlamdım. Sahi, camdan mıymışım?

Annem, “Çok tatlısın Enno,” dedi ama sesinin tonundan aslında başka bir şey demek istediğini anladım. Yine hiçbir şey becerememiş, utanmıştım.

Bir çırpında çocuğum dediğim, adını, yaşını söylediğim, sevdiği yemekleri, huyunu suyunu bildiğimi sandığım çocuğum böyle mi hissediyormuş? O da camdan mıymış?

Beceriksizlik ve utanç... Böyle mi hissetmesine sebep oluyordum ben de? Annesinin Enno’ya söylediği ayaküstü alelade sözler* gibi ben de çok mu canını yakmışım, kırıp durmuşum istemeden? Ben de bir zorba mıymışım meğer? Kendisini ağaçla, hayvanla hatta sokaktaki çöp bidonuyla bir tutan, eşit sayan çocuğa, benim demişim, evcilim gibi ad vermişim, öyle mi?

Enno ya da Asfalttaki Karahindiba, Astrid Frank, resimleyen: Regina Kehn, çeviri: Semra Pelek, Kırmızı Kedi Yayınları, 2020.

Sızlanmayı da kendine acımayı da kendini suçlamayı da kes, dedim kendime. Bak yalnız değilsin, acın, derdin biricik değil. O böyle. Sadece böyle işte! Tıpkı Enno gibi. Yıllarca dinlediğin çokbilmişler korosunu susturamadın. Evde, pazarda, parkta, markette, okulda, her yerdeydiler ve sen çocuğun dışında hepsini dinledin. Sana, “Çok şımartmışsın sen bunu; kardeş yap buna, düzelir; sen bunun her istediğini yapmışsın, ondan böyle olmuş,” dediler, sustun. Kendini suçladın. Çocuğuna, “Kız gibi ağlama her şeye; ama bebek misin sen; bak, kardeşin ağlıyor mu; bak, arkadaşın ne güzel tabağını bitirdi; bak, o hemen yazmış sen daha ilk paragraftasın,” dediler, sustun, onu suçladın. Okulundan aradılar defalarca. Tıpkı Enno’nun annesini aradıkları gibi, şusu eksik, busu farklı dediler. Hatta bir gün, “Oğlunuz teneffüste kendi dersine girmeyen, tanımadığı bir öğretmene sarıldı. Acaba evde sevgi eksiği mi var?” diye sordular. Oğluna sordun, sana dedi ki, “Anne öğretmen çok üzgün, mutsuz görünüyordu, çok üzüldüm belki sevinir diye gidip sarıldım, kıyamadım.” Ona sarılıp ağladın, “Aferin oğlum, iyi yapmışsın,” dedin. Girdiğiniz markette satılan kuzu ciğerini görünce bağırıp ağlamaya başladı, “Bunu da mı yiyor insanlar? İnanamıyorum, yazık ya!” diye bağırdı, zor sakinleştirdin.

Astrid Frank haklıydı. Bazı çocuklar zamanın ruhuna aykırı, hatta zamanın ruhu diye bir şey bile yok artık. Ruhsuz, zorba bir dünyada ruhu olan çocuklar var ve sen, aşırı hassalar diye oturup ağlayacak mısın?

Çöp tenekesine fırlattığın poşet için seni azarlayan bir oğlun var. “Anne çok kabasın, ondan izin aldın mı? Bu şekilde atman doğru değil,” demişti, hatırladın mı? Sen ne yaptın, kolundan tutup doktor doktor gezdirdin; çeşit çeşit, renk renk tanılar aldırdın; her biri bir şey söyledi. Kimiyle konuşmayı reddetti, kimine gitmek istemedi. Neden karalıyorsun kâğıtları diye kızmıştın, seni azarlamıştı, bu karalama değil, derin uzay anne, demişti. Ona simit yaptığını söylemiştin bir keresinde de sana, “Umarım poğaçan gibi kötü olmaz anne,” demişti. Üzülmüştün, oysa seni kırmak istememişti. Sosyal beceri dedikleri şey düpedüz yalan söyleme kabiliyeti değil miydi? Sonunda okulun isteğiyle girdiği testlerde üstün zekâlı çıktı. Yazısı okunmayan, konuşurken kekeleyen çocuğunun sözel zekâsı üstün çıktı. Utandın mı? İki gün övünüp, üçüncü gün ama’lara başlayıp eksikleriyle, yapamadıklarıyla şikayet etmeye devam ettin kaldığın yerden, onu anlamadın. Okula gittiğinde dolabı, sırasının altı korkunçtu. Dağınıklık, çöp, utanarak hadi birlikte toplayalım, dedin ona. Sırasının altındaki bir kitabı saklamaya çalıştı görme diye. Geldin eve, saatlerce ağladın. Kütüphaneden aldım, anne lütfen bakma, kötü bir şey değil teneffüslerde okuyorum, dedi. Baktın, üzerinde Sessizliğin Gücü - İçe Dönükler İçin Fark Yaratma Rehberi yazıyordu. Enno ne diyordu kitapta?

“Ben burada bir arada yaşamaya yarayan kuralları bilmiyordum ve ne kadar çabalarsam çabalayayım yine de her şeyi yanlış anlıyordum.”

Oğlunun da Enno’nun da kuralları öğrenmeye niyetleri yok, bundan eminim.

Astrid Frank, “Edebiyatın kendi düşünce ve duygularımızı daha iyi anlamamıza, yeni yollar bulmamıza ve bize yük olan ama adlandıramadığımız şeyleri anlamamıza yardımcı olduğunu düşünüyorum,” demişti röportajında. Haklıydı. Yiğit de Enno gibi yazıyı seçmiş meğer. Bunları yazmak için açtığım bilgisayarımda kendine “Haksızlıklar” isminde bir dosya açmış, kendi Hayalistan’ında bir yazar olarak yaşıyormuş. Kendi denizinin kıyısında mektuplar biriktirmiş.

Bu resimdeki çocuk, bu kitabın yazarı, hayal gücü ve emeklerin çoğunun sahibidir. Kendisi çoğu zamanda haksızlıklar karşısında yer aldığı için, bunun hakkında çektiklerini ve bildiklerini yazarak bulunmaktadır. Kendisi fazla kötü anlar geçirdiği için bunları unutmak istemektedir. Bu kitabı on yaşında yazmaya başlamıştır.

Bölüm I DÖNGÜ

Hayatta birçok döngü vardır ve bunların çoğu olumsuz döngülerdir. Mesela, İnsanlar geçmişin alışkanlığını kullanırlar, bu doğal bir olay olanak bilinir. Özellikle yanlış içindir. Şu an ebeveynler çocuklarına genelde hep kızarlar ve ebeveynlerin de bir zaman çocuk olduğunu herkes bilir. Bu yüzden çocuklar büyüye büyüye kendisini kaybeder. Bunun sebebi ise geçmişte aynısından yapılmasıydı. Bu döngünün her zaman bitmesini beklerdim. Bekleme sürem ne kadar artarsa artsın o süre yükseldikçe döngüde aynı hızla yükseliyordu. Fakat, ben tabi öyle kolay kolay pes edemezdim, çünkü bu olayı silmek için azimliydim. Kim bilir emin olduğundan daha azimliydim.

Aslında, bu insanın da nadir olduğunu göstermektedir. Fakat bu nadir olduğunun oranı tam değildir, en azından yüksek oranını gösterir. Başka yönleri ise dış görünüşünden pek belli olmaz. Bu yön, senin elinde olmayan bir yöndür. Fakat sen iç görünüşünü de pek belli etmemen lazım, edersen herkes seni tanır ve sana göre hiçbir şey kalmaz. Kalsa bile bu anca popülerlik içindir, fakat bizim hedefimiz o değil şimdilik. Bizim amacımız "haksızlık" adlı olay türünü kaldırmak. Fakat bu iş öyle kolay olmayacak gibi gözükse de ben pes etmeyeceğim es etmeyeceğim. Çünkü haksızlığı kaldıracağım. Bu herkes için, tek benim içim değil. Herkes bir gün haksızlığa hapis kaldı, en azından birileri kaçmayı başardıysa, başarmayanlara yardım edeceğim.

İçine dönük, kendi dünyasında yaşıyor dedikleri çocuk, o dünyada kekelemiyor, kaçmıyor, anlamını bildiğinden bile habersiz olduğum kelimelerle kendini içinde bulunduğu durumu, duygularını anlamaya anlatmaya çalışıyormuş.

O da Enno gibi kırıldığı yerden tomurcuklar vermiş, filizlenmiş.

Meğer, Enno ya da Asfalttaki Karahindiba, Astrid Frank’ın belki de kendi çocuğunun ağzından yazdığı bir kitap değil, zamanın ruhuna uymayan, haksızlığa zorbalığa uğrayan ama pes etmeyen bir başka çocuğun da denize fırlattığı şişeymiş. Şimdi senden rica ediyorum sevgili okur, biraz yürü, en yakın deniz kenarına git ve seni orada anlatmak için sessizce bekleyen o mektubu bul.

*Sema Kaygusuz, Sultan ve Şair