İnsan neyle yaşar? Tolstoy’un en sevdiğim romanı bu soruyla
zihinlerimizin girdaplarına açılıyor ve bize sorunun yanıtını
sorgulatıyor. Sahi, insan neyle yaşar? Tolstoy’un öykülerinden
vardığımız sonuç, insanın insan kalarak, sevgi ve iyilikle
yaşadığı...
Bir parça toprak uğruna elindeki her şeyi yitirmeye sürükleyen
açgözlülük, doyumsuzluk ve hırsa karşılık insanı asıl mutlu eden
elindekilerin farkına vararak duyumsadığı mutluluk...
“Unutma, tek önemli zaman vardır, o da şu an! En önemli an şu an
çünkü üzerinde gücümüzü kullanabileceğimiz tek andır” diyor
Tolstoy.
Son günlerde Putin’in kendisine “insan neyle yaşar?” sorusunu
sorarken, Batı’nın Rus kültürüne yönelik boykot çağrılarıyla övünen
sanat çevrelerinin de aynı soruyu irdelemelerinin ve içine
düştükleri bu sığ yaklaşımın anlamsızlığını sorgulamalarının zamanı
geldi.
Batı’da Rusya-karşıtı histeri dalga dalga yayılıyor ve sanat
dünyası giderek Rusya’yla bağlarını koparıyor. Kültürel tepki
dalgası ve hatta bir nevi “kültürel cadı avı”, artık akılla,
mantıkla açıklanamayacak bir düzeye gelmiş durumda. Sanatın
mülkiyeti ve varoluş amacı bile sorgulanıyor; sanat ve toplum
arasına politize duvarlar örülüyor.
Sanat, fikrî üretimleri “bizim” ve “onların” diye, ideolojik
çıkarları doğrultusunda karpuz gibi ortadan ikiye bölen kültür
endüstrisinin elinde dev bir kutuplaşma arenasına dönüşüyor. Oysa
sanatın en büyük toplumsal hedeflerinden biri, ideolojik anlatılar
üzerinden araçsallaştırılmamış bir idea’yı ortaya koymak, estetik
algısını geliştirmek, başka bir dünyanın mümkün olduğunu
göstermektir.
Londra’daki sanat galerisi Tate’nin Rusya vatandaşı milyarder
Viktor Vekselberg’ün fahri üye statüsünü iptal etmesi veya Kraliyet
Sanat Akademisi’nin Rusya merkezli Alfa Bank’ın yöneticisi Petr
Aven’in mütevelli heyetinden ayrıldığını açıklaması farklı bir
kategoride değerlendirilebilir. Zira Rus oligarklarının bir süredir
Batı’nın sanat dünyasında farklı kademelerde yer alarak
varlıklarını normalleştirmeye çalıştıkları, sanatın farklı dalları
üzerinden kara para akladıkları ayrı bir eleştiri konusuydu.
Asıl eleştirilmesi gereken, Rusya’nın tüm fikirsel üretimlerine
karşı hız kesmeden büyüyen, Rus edebiyatını, müziğini, sanatını
toplumsal alanın dışına itip horlamaya yönelen iptal kültürü.
Oysa bugün gelinen aşamada, 1700’lü yıllardan beri süregelen ve
dünyanın en büyük uluslararası müzayede evlerinden olan Sotheby’s
ve Christie’s, haziran ayında gerçekleşmesi öngörülen Rusya Sanat
Haftası’nı iptal ederken, müzayede evlerinde Rus sanatçılara ait
eserler satılmıyor.
İtalya'nın Milano kentindeki Bicocca Üniversitesi, Rus
edebiyatının devlerinden ve 1881 yılında ölen Fyodor Dostoyevski ve
eserlerinin incelendiği bir dersi erteledi, ancak daha sonra bu
karardan geri adım attı.
Münih Filarmoni Orkestrası ise, dünyanın en gözde şeflerinden
olan Valery Gergiev ile savaşı net bir dille kınamadığı ve
özellikle de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile uzun süren
dostluğu gerekçesiyle yollarını ayırdı.
Ünlü Rus soprano Anna Netrebko da benzer şekilde Metropolitan
Opera’nın programından çıkarıldı. Netrebko ise, sanatçıların
kamuoyu önünde böyle bir tercihte bulunmaya zorlanmalarını doğru
bulmadığını belirterek savaş ortamında müzik yapmaktan vazgeçtiğini
açıkladı.
20 yaşındaki Rus piyanist Alexander Malofeev'in Kanada'da
vereceği konserler ise, ailesi Rusya’da yaşayan genç sanatçının
savaşı kınadığını açıklamasına rağmen, iptal edildi. Benzer şekilde
genç Rus piyanistler de Avrupa’daki bazı piyano yarışmalarından
çıkartılıyorlar.
Bu tecrit ortamında, müzisyenleri politikacı yerine koyup,
ailesinin büyük kısmı Rusya’da yaşarken sert kınama mesajları
beklemek, onları adil olmayan bir seçim ortamına sürüklüyor,
milliyet temelinde bir ayrımcılığa dek varıyor.
Ukrayna halkıyla dayanışma göstermek, Polonya Ulusal Operası’nın
ünlü Rus bestecisi Mussorgsky’nin “Boris Godunov” adlı opera
eserini iptal etmesiyle, savaşı kültür alanına taşımakla sağlanmaz.
Barış için elini taşın altına koymakla, en sert yöntem ve
söylemlerle savaşı kınamakla, Putin’i yalnızlaştırmakla, müzakere
masasında bu acımasız işgali sonlandıracak diplomatik manevralar
yapmakla olur.
Savaş bir gün sona erdiğinde, sanat ve kültür alanında yaşanan
bu devasa tahribat, kalbi kırılan ve sanatına küsen Rus sanatçılar,
değersizleştirilen ve bir politik metaya indirgenen sanat, çok daha
derin bir kültürel kamplaşmaya yol açar ki bu da savaşın kültür
alanında sürekli devam etmesi ve sonraki nesillere aktarılması
anlamına gelir.
Sanat inkâr edilirse geriye sadece kötülük ve düşmanlık
kalır.
Ne acıdır ki devasa bir Kafka romanından çıkmışçasına gelinen
aşamada,” Debussy mi Şostakoviç mi, Stravinsky mi Fauré mi”
şeklinde yapay seçimlere sürükleniyoruz. Konser programlarından Rus
bestecilerin eserleri çıkarılıp Ukrayna milli marşı konuyor.
Şostakoviç’in savaşı lanetleyen barışçıl, hüzünlü ve duygusal
yanlarını aynı anda barındıran ve “şahikası” olarak nitelendirilen
Leningrad başlıklı 7.Senfonisi’nin arka planında, büyük bestecinin
komünist yönetim tarafından zaman zaman “halkın düşmanı” olarak
görüldüğü, senfoniyi Sovyet vatanseverlerine adamasına rağmen,
Hitler’i olduğu kadar üstü örtük biçimde Stalin’i de eleştirildiği
ise pek bilinmez.
Benzer şekilde, Netflix, Tolstoy’un dünya klasiklerinden Anna
Karenina’nın TV uyarlamasını askıya aldığını açıkladığında, büyük
Rus yazarın 1853 yılında günlüğüne “Savaş o kadar adaletsiz ve
çirkindir ki onu başlatan herkes kendi içinde bilincinin sesini
bastırmaya çalışmalıdır” satırlarını not düştüğünden bihaberdir
çoğu kişi... Ne de olsa Tolstoy’un suçu büyük: Rus olmak, Rus
doğmak...
Oysa, bu işgale kadar, Glasgow Film Festivali’nde iki Rus
filminin Rus Kültür Bakanlığı finansmanıyla gösterilmesine kimse
gıkını çıkarmamış, işgalin ardından bu filmler yasaklanmıştı.
Ukrayna asıllı Rus roman ve oyun yazarı Gogol’un “ruhumun
Ukraynalı mı yoksa Rus mu olduğunu bilmiyorum” demesinin üzerine
onu hangi iptal kültürüne dahil edeceklerini ise şaşırmış
durumdalar.
Konuştuğum, görüştüğüm birçok müzisyen, konserlerde veya albüm
repertuvarlarında Rus bestecilerin yer alması durumunda
dinleyicilerden gelecek tepkilerden çekindiklerini ifade
ediyorlar.
Oysa, 1964 yılında söylediği şarkıda, Amerika’da yaşadığı süre
zarfında Ruslardan nefret etmeyi öğrendiğini söyleyen ABD’li
şarkıcı Bob Dylan’ın serzenişi halen kulaklarımızda...
Soğuk Savaş döneminin Mc Carthycilik akımını anımsatan tüm bu
Rus karşıtlığına ve kültürel soğuk savaşa meydan okuyan girişimler
de yok değil. Çünkü onlar Putin’in eylemlerinden duydukları
tiksintiyi, sanata duydukları tutkuyla karıştırmıyorlar.
Mezzo TV, 2019 yılında Moskova’da yapılan Çaykovski Müzik
Yarışması’nı yeniden yayınlayarak müziğin saflığına yapılan tüm
saldırılara karşı duruşunu gösterdi.
Öte yandan, Pazar günü CRR Genç Oda Orkestrası, Sibil Arsenyan
şefliğinde ve Sevil Ulucan Weinstein’ın müthiş keman
virtüözitesiyle S. Prokofiev’in 1 numaralı keman sonatını ve D.
Şostakoviç’in Oda Senfonisi’ni, yani klasik müzik repertuarının
20.yüzyıl savaş sonrası döneminin karanlık günlerini notalara
yansıtan iki anıtsal eserini seslendirdi.
Putin’in hukuk tanımayan, acımasız eylemleri, savaşa karşı
yegâne barış çığlığı olan sanatın sesini, soluğunu kesiyor ve aydın
sandığımız birçok kesim, Putin’e karşı haklı öfkelerini Rusya’nın
yüzyıllardır dünya edebiyatına, müzik literatürüne, yani sanata
kazandırdığı değerlerden çıkarmaya çalışıyor.
İrrasyonel gelişen tepkiler yumağında artık Rus olmak bir suç
sayılıyor. Çatışmada müttefikler ve düşmanlar sadece ülkeler ve
siyasi mücadeleler üzerinden değil fikirler, entelektüel üretimler
ve sanat eserleri üzerinden derinleştiriliyor ve mücadelenin haklı
ruhu bu süreçte zarar görüyor.
Zira bu durum yine Putin’in elini güçlendirerek Kremlin’in Rus
kimliğini Batı-karşıtlığı eksenindeki propagandalarıyla konsolide
etmesine yarıyor; “Rusya’yı iptal ederek, Batı, maskenin ardındaki
gerçek yüzünü gösterdi” demesi için zemin hazırlıyor ve Rus halkını
–canlarını ne kadar acıtsa ve kendisini ne kadar eleştirseler de-
Batı’nın ördüğü duvar karşısında birbirlerine daha fazla kenetlenip
yaşanan savaş vahşetini ve lider kadroyu sorgulamamaya itiyor.
Oysa Rus kültürü, tüm edebiyat, resim, müzik, tiyatro, opera
külliyatıyla dünyaya devasa bir armağandır. Aklını yitirmiş bir
dünyada iç huzuru sürdürmenin, insan kalmanın belki de tek yolu
sanattan geçer.
Ukraynalı bir piyanistin Rusya’nın hava saldırısının ardından
yerle bir olan evine veda ederken son kez piyanosunun başına
geçerek çaldığı Chopin, birçoğumuza Roman Polanski’nin 2002 yapımı
filmi Piyanist’te Nazi işgali altındaki Polonya’da
döküntülerin arasında piyano çalan baş kahramanı anımsatsa da, bir
yandan da müziğin savaşın yıkımı karşısında uluslar-üstü gücünü
göstermesi açısından anlamlıydı.
Sanatı iptal kültürüne kurban etmek, hele ki bunu değerleri ve
kurumlarıyla bir bütün olan Avrupa kültürü üzerinden yapmak,
hayatında bir kez olsun Dostoyevski romanlarındaki hayalperest,
avare, ezilmiş karakterleri okumamış, Şostakoviç’in İkinci
Valsi’yle doyasıya dans etmemiş mutsuz insanları popüler kültür
içinde parlatabilir, ama Ukrayna halkına bunun zerre kadar yararı
yoktur.
Bütün mümkünlerin kıyısında ilerleyen bu yıkıcı ve körlemesine
süreç ise, hepimizi, evinin camına isabet eden roket sonucu ölen
Ukraynalı oyuncu Oksana Shvets’in hüzünlü gözlerinde kaybettiğimiz
barışın ve masumiyetin ardından ağıtlar yakmaya itiyor.
Gün gelir hüzünlerimizin melodisi, gözyaşlarımızın rengi,
dinlediğimiz müzik, altını çizdiğimiz kitap, izlediğimiz opera bile
kamplara ayrılır; işte o zaman, tatsız, renksiz, sanatsız bir
evrende, ruhlarımızın boşluğunu dolduramamışken tepemizde roketler,
bombalar uçuşurken, sanatın birleştiriciliğinin olmadığı bir
cahiliye devrinde ilelebet yolumuzu kaybederiz.