Bugün Rus medyasının Batı’ya yönelik eleştirisi küfürlere kadar
gider, Batı’ya ve şahsen liderlerine saldırmamak milli çıkarlarına
karşı çıkmak gibi algılanır. Karşı taraftaki tablo da aşağı yukarı
aynıdır. Her iki taraf, ekonomik, siyasi, hatta metafizik alanlarda
birbiriyle karşı karşıya gelmiş durumdadır. Kendi yaşam tarzı ve
değerlerini yok etmeye uğraşmakla Rusya’yı suçlayan Batı dünyası,
Rusya tarafından aynı günahla suçlanır.
Peki, “Batı uygarlığı” dediğimiz fenomen aşağı yukarı herkesçe
anlaşılan bir şey. Ya Rusya? Milliyetçi eğilimli görüş uyarınca o
kendi kendine bir uygarlıktır. Arnold Toynbee’e göre Rusya diğer
Ortodoks ülkelerle beraber Bizans uygarlığının devamıdır. Klasik
Avrasyacılar, “ormanlı” Rusya ile büyük bozkırlara “Rusya-Avrasya
uygarlığı” demişlerdir. Batı’da ise bugün Rusya’ya daha çok
“Avrupa’nın çürük klonu” gözü ile bakılır.
"İLLA DA BATILI DEĞİLİZ"
Sovyet sonrası Rusya’da ise, dönem liderlerinin görüşü ve
uluslararası şartlar uyarınca dile getirilen saptamalar,
“Atlantik’ten Urallar’a kadar Ortak Avrupa Evi” ile “Ne olduğumuzu
bilmeyiz ama illa da Batılı değiliz” arasında değişir.
Açık konuşursak Rusya, Batı usulü demokrasiyi ve ona dayalı
ekonomik modeli kendisine uygun görmüyor. En azından teorik olarak
Batı’da, müstakil fertlerden ibaret toplumun devletten üstünlüğü
varken Rusya’da devletin fertler üzerine egemenliği tartışılmaz
(Elbette Moğolların iki buçuk asırlık boyunduruğunun izleri
yadsınamaz).
Bugün dünyada hakim olan teoriye göre insanın milliyeti ne dil,
ne din, ne vatandaşlık ne de genetik kökeni ile belirlenemez. Onun
tek nesnel göstergesi, öz tanımlama gibi öznel bir unsurdur. Bunu
baz alırsak Rusların çoğu, ne olursa olsunlar, kesinlikle Batılı
sayılmazlar.
Rusya’nın Batı’ya karşı antipatisi son zamanlarda yaşanan
gelişmelerle ve yoğunlaşan devlet propagandası ile güçlenmiş olsa
da sadece ondan kaynaklanmıyor. Mevcut durumu anlamak için konu
dışına çıkmamamız mümkün değil. Tarihe bir göz atalım yani.
LATİN SERPUŞUNDANSA TÜRK SARIĞI
Batı’nın Doğu ile ilk varoluşsal yüzleşmesi Roma ile “Rusya’nın
vaftiz annesi ve babası” Bizans arasındaki teolojik kavgadan başka
bir şey değil. Gerçek sebebi teolojik ayrılıklar mıydı yoksa
arkasında duran siyasi iktidar kavgası mı, bilemiyoruz. Ama kavga
teolojik şekli almış ve 1054 yılında karşılıklı aforoz ile
sonuçlanmış. Aforoz edilen kimseden nefret duymak “doğaldır”.
Bilindiği gibi heretik "gavur"dan beter, çünkü “yalancı” mezhep
“doğru” olanı karikatürize eder. Son Bizanslı mesazon (sadrazam)
Lukas Notaras’ın “Konstantinopolis'te Latin serpuşu görmektense
Türk sarığı görmeyi yeğlerim” sözü bunun ispatı.
Rusya tarihine gelince devlet anlayışı Batı’dan gelmiş sayılır.
Bir varmış, bir yokmuş, Rusların ilk hükümdarları Hrörik, Helgi
(Oleg), Ingvar (Igor), Helga (Olga) gibi İskandinav isimli
kişilermiş... Aslında, akıncılık ile hayatını kazanan Vikinglerin
“devlet” kurma kabiliyeti şüphe verici bir şeyken “Devletimizi
Batılılar kurmuş” tezi, bugün de Rusları rahatsız ederek Batı’ya
karşı olumsuz yankı uyandırır.
Ne de olsa Ingvar ve Helga’nın torunu prens Vladimir, 988
yılında Batı’dan değil, Doğu'dan (Bizans) Hristiyanlık kabul eder,
Bizanslı prenses ile evlenir ve ardından ülkesini “Grek usulü”
vaftiz ettirir.
Batu Han’ın istilasına uğrayıp Moğol devletine bağlanan Rus
prensliklerinin Batı ile iki buçuk asırlık ilişkileri, topraklarını
silahlı Katolik “misyonerler”e karşı savunmakla geçmişti. Bu arada,
haraç ile yetinen ve Rusların kime, nasıl taptıklarını umursamayan
Moğollar (sonra da Altın Ordu’lular), Ortodoksların gözünde Katolik
misyonerlerin yanında daha “çekici” duruyordu.
"DOĞRU" HRİSTİYANLIĞIN SON KALESİ
MOSKOVA
Sıra ile Rusya İmparatorluğu, SSCB ve Rusya Federasyonu'na
dönüşen Moskova Çarlığı XV'inci yy’de ortaya çıkmıştı. Altın Ordu
egemenliğinden sıyrılan ve son Bizans İmparatorunun yeğeni Sofya
Paleolog ile evlenen Büyük Prens III'üncü İvan, Sezar isminden
gelen “Çar” ünvanını benimsemiş ve devlet armasına Bizanslı çift
başlı kartal koydurmuştu.
Torunu IV'üncü (Korkunç) İvan döneminde Moskova, hem Müslüman
hem Katolik diyarına kafa tutan “III'üncü Roma” ilan edilip
“doğru” Hristiyanlığın son ve tek kalesi olacaktı.
“Evrensel” imparatorluk kavramı ile beraber Rusya Bizans’tan,
kilise ile toplumun, laik ile “kutsal” yönetimlerin uyum ve
işbirliği içinde olması gerektiğini ifade eden “iktidarlar
senfonisi” prensibini benimsemişti. Ortodoksluk’ta İsa’nın ilahi ve
insani tabiatları nasıl «ayrılamaz ve birleştirilmemiş» duruyorsa,
kilise ve devlet de aynen öyle olmalıydı. Buna göre kilise en güçlü
devlet kurumu konumuna geliyor, imparator kutsallaşarak yüce adalet
sözcüsü oluyordu.
“Tek doğru” inanca dayanan evrensel ve adil iktidar kavramı halk
tarafından da benimsenince, bundan sonra çar haksız ve yalancı
“olamazdı”, devlet yönetiminde kötülük varsa çarın çevresinde
aranacaktı. Çar (SSCB Komünist Partisi Genel Sekreteri, Devlet
Başkanı) ne derse doğrusunu derdi.
Gene de “tek doğru” inanca dayanan devletin ana amacı Avrupalı
“döneklere” ve Müslüman “gavurlara” kafa tutmaktı. Kısa süre sonra,
Kazan, Ejderhan (Astrahan) ve Sibirya Hanlıkları işgal edilince
Müslümanlar düşmandan tebaaya dönüştü. Batı cephesinde ise Ruslar
daha çok mağlubiyet gördüğü için, Batılılara kin ve nefret
artıyordu.
O arada bütün bu gelişmelerden habersiz olan Batılılar
haritalarda “Rusya”nın yerine daha çok “Tartaria” yazardı.
BÜYÜK PETRO RUSYA'YA NASIL UYGARLIK KRİZİ
YAŞATTI?
Kiliseyi sıradan bir bakanlığa çeviren Büyük Petro, Rusya’yı
“düşman” Batı’ya yönlendirerek onu bir “Avrupa İmparatorluğu”
olmaya zorlamakla ülkeye “uygarlık krizi” yaşatmıştı. İşin
enteresan tarafı şuydu ki elitler Avrupalılaşırken nüfusunun
yüzde 90’ını oluşturan köylüler, Avrupa’dan haberdar olmuyor,
aynı hayat tarzını sürdürüyordu.
O dönemde yaşanan “doğum travmasının” izleri bugün de ortadadır.
Şöyle ki Batı karşıtı retorikte adeta yarışan şimdiki elitler,
Batı’da mülkiyet ve banka hesapları sahibi oluyor, çocuklarını
Batılı üniversitelerde okutuyor. Aydın kesimin büyük kısmı da
kendisini Avrupalı hissediyor. Halka gelince, 2017 Haziran ayında
PEW Research tarafından yapılan ankete göre Rus vatandaşlarının
yüzde 73’ü “Batılı değerleri” kabul etmiyor, yüzde 85’i
Rusya’yı “Batı’ya kafa tutan önemli bir unsur” olarak görüyor
ve yüzde 69’u Batı’yı “sembolize eden” ABD’ye “en büyük
düşmanımız” gözüyle bakıyor.
RUSYA TAM BATILI OLACAKKEN...
Tarihe dönelim. XVIII'inci yy’nin başında dönemin devi İsveç’i
mağlup eden Rusya, Avrupa siyasetinin bir aktörü olmuştu. Avrupalı
asker, mühendis ve sanatçılar Rusya’ya akın etmiş, Diderot ve
Voltaire Büyük Yekaterina Çariçe II'nci Katerina) ile yazışma
yarışına girmişti. Yüz sene sonra Napolyon’a karşı kazanılan zafer
Rusya’yı kayıtsız şartsız Avrupa’ya katmış, Sankt-Petersburg Kışlık
Sarayı'nda artık Rusça’dan daha çok Fransızca ve Almanca
konuşulmaya başlamıştı. Avrupalı burjuvazinin gizemli çekiciliği de
ülkenin en uzak köşelerinde fabrika ve yol kurduruyordu.
Bu altın çağ uzun sürmemiş, 1853 yılında başlayan Kırım
Savaşı'nda Hristiyan (!) İngiltere, Fransa ve Sardinya Krallığı,
Müslüman (!) Osmanlı’nın yanında yer alınca “hain” Avrupa’ya karşı
kin ve nefret köpürmüştü. Rusya, Batı’nın gözünde hâlâ “Tartaria”,
“yarı barbar” bir diyar olduğunu anlamıştı. Avrupa işlerinden
uzaklaşan Ruslar, Osmanlı İmparatorluğu ve İran’a odaklanmış, yani
onlarla savaşmıştı.
YENİ "ÇAR" LENİN!
Bir sonraki Batı’ya aşk krizi ise kısa süre sonra patlak verdi.
1917’de Rusya, Batı’nın icat ettiği Marksist kılıfa giren inovasyon
modelini benimseyip kendisine adapte etmeye çalıştı. Ortaya
Marksizm-Leninizm diye bir ütopya çıktığında rafa kaldırılan
Ortodoksluk yerine “ateist bir din” empoze edildi. O da “tek doğru”
bir inançtı. Hata yapmayan, yalan söylemeyen yeni “Çar” Lenin
“Marksist öğreti güçlüdür, çünkü doğrudur” demedi mi? Daha ne?
Rus-Avrupa sentezi yürümeyince komünist imparatorluk dağıldı.
Oysaki bugünlerde “SSCB sağlamdı, onu Batılılar dağıtmış” tezi,
resmi propaganda karşı çıkmayınca hızla yayılıyor. Kabahat her
zaman Batı’da olmalı!
Sonrasını Amerikan Girişimcilik Merkezi Rusya Programları Müdürü
Leon Aaron’un ağzından dinleyelim: “Bugün Rusya kendisini soyulmuş,
önemli şeylerden mahrum edilmiş, yeterince saygı görmeyen bir ülke
hissediyor. Ondan dolayı kendisini saygıdeğer bir güç olmayı
ispatlamak, dünyada yitirdiği yerini yeniden elde etmek için çaba
harcıyor... <SSCB dağıldıktan sonra Rusya’da> çok kimse
Avrupa’dan, Batı’dan dört gözle destek beklerken yardım az olmuş,
bunun yerine NATO Rusya’nın sınırına dayanmış”.
“Tek doğru din” ve sonra “tek doğru ideoloji” havasında yetişen
Rus halkı, 'hakikat ile adalet'in ne olduğunu bildiğine inanır ve
dünyayı bu bilgiyi paylaşmaya çağırır. Öte yandan başta Amerika
olmak üzere Batı, “doğru” bildiği demokrasi ve özgürlük gibi
değerleri yaymak için çaba harcıyor (globalizasyon dediğimiz şey
odur). Böylece her iki taraf birbirine varoluşsal iyilik yapmak
isterken karşı tarafa sağır kalıyor.
Nasıl olduysa “ayrılmaz ve birleştirilmemiş” olması gereken
adalet ile özgürlüğün kızgın bir şekilde karşı karşıya geldiğini
görüyoruz sonuçta. Bir Danimarka prensinin dediği gibi “Yerde gökte
daha öyle şeyler var ki, Horatio, //Senin felsefenin düşlerine bile
girmez”.