Uyku alışkanlıklarına değinilmeden yaşam öyküsü yazılmış tek bir padişah bile bulamazsınız. Bunun nedeni sultanların uyku düzeni ile saltanat başarısı arasında bir ilişki olduğuna inanılması. Görebildiğim kadarıyla, tarihçiler uykucu hükümdarlardan pek haz etmiyorlar. Malum, saltanat öyle yan gelip yatma yeri değildir. Gece demeyecek gündüz demeyecek çalışacaksın. Söylendiğine göre, II. Mehmet yok denecek kadar az uyurmuş. Karanlık saatler boyunca İstanbul’u ele geçirmek için yaptığı çalışmaları kâğıda dökermiş. Yine I. Selim’in çok az uyuduğu rivayetler arasındadır. O da günde üç, bilemedin dört saatten fazla uyumazmış. Gecelerini hep okuyup çalışmakla geçirirmiş. Sanırım demek istediğimi açıklamak için bu örnekler kâfi. “Uykusuz hükümdar” figürüne güçlü ve iyi bir yönetim anlayışının sembolü olsun diye ihtiyaç duyuluyor.
Devletlû tarihçilere bakacak olursak bu hükümdar tipi görev aşkıyla yanıp tutuşan biridir. Güya halk rahat uyusun diye, o nöbet tutmayı seçmiştir. Kamunun selametinden, reayanın refahından başka gayesi de yoktur. Oysa ezilenlerin tarihine bakınca, uykusuz saltanat gecelerinin başka bir yanı gözükmektedir. Bugün artık unutulmuş olan “huruc alessultan” sözcüklerinin ne anlama geldiğini Osmanlı sarayındaki herkes bilirdi. Bu sözler sultana isyan etmeyi, başkaldırmayı anlatıyordu. Sarayda şehzadelere hünkâra kaldırılan tüm başların kesildiğini ve fitne saraya ulaşmadan muzaffer olunduğunu öğretirlerdi. Onlar da hükümdar olduklarında, tuğralarda isimlerinin yazılı olduğu yerin yanına, “El muzaffer daima.” diye yazdırırlardı. Ama ölümcül bir soruyu zihinlerinden atamazlardı. Zaten tarih boyunca muzaffer olmuş hiçbir hükümdar bu soruyu sormadan edememişti: O kalabalıklar bir gün tüm engelleri aşıp saray kapılarına dayanmayı başarırsa, ne olacak?
Devleti tanıyorsanız bu sorunun sorulmasının anlamını da mutlaka kavrarsınız. Asırlar boyunca ortaya çıkmış her devleti belirleyen, söz konusu ihtimali ortadan kaldırma amacı olmuştur. İhtimal ne kadar küçük olursa olsun, durum değişmez. Devletin tüm çarkları, biri diğerini gerektiren zincirleme tedbirlerin mecburiyetince döndürülür. Hünkârın sinirlerini bozan, dahası uykularını kaçıran endişe bu sürekli teyakkuzda olma haliyle ilgilidir. Bu yüzden padişahın vaz geçilmez, uygulamalarının da zorunlu olduğunu göstermek yönünde biteviye bir çaba gereklidir. Çünkü saltanatın insanların gözünde meşru olmakla ilgili bir sorunu vardır. Meşruiyet arayışı, yönetime itaati sağlamak amacıyla saltanat uykusunun başka bir boyutunu devreye sokar. Hükümdar, bu sefer uykuya olan direnciyle değil, uykudayken gördüğü rüyalarla arzı endam eyler. Gördüğü rüyalar, saltanata özgü bir meşrulaştırım aracı olma işleviyle karşımıza çıkar.
Bu açıdan saltanatın kökenlerini açıklamakta kullanılan Osman Bey’in rüyası ilgiye değer. Devlet tarihçileri bu rüyayı XV. yy’dan itibaren tekrar tekrar ele almışlardır. Buna göre Osman Bey’in rüyasında Şeyh Edebalı’nın koynundan bir ay doğar ve Osman’ın koynuna girer. Aynı anda Osman’ın göbeğinden bir çınar ağacı çıkar. Ağaç, gölgesi bütün dünyayı kaplayıncaya kadar büyür. İnsanlar gruplar halinde bu ağacın gölgesi altında toplanırlar. Ağacın gölgesinde dağlar, dağların eteklerinde akan ırmaklar bulunur. İnsanlar bu ırmaklardan su içmekte, bahçelerini sulamaktadır. Osman rüyadan uyandığında mevzuyu Edebalı’ya anlatır. Şeyh, ayın bir koyundan diğerine girmesinin kızı ile Osman’ın arasındaki evliliğinin habercisi olduğu sonucuna varır. Çıkan ağaç saltanatı, ağacın büyümesi ise Türklerin cihan hakimiyetini muştulamaktadır. Edebalı, insanların onun gölgesinde toplanıp bir yaşam kurmasının ise devletin ebediyen yaşayacağının işareti olduğunu söyler.
Osmanlı devletinin kuruluşuna dair bilgilerimiz uzun müddet bu rüya tarafından belirlenmiştir. Fetret devri olarak bilinen dönemde devlet derin meşruiyet kriziyle karşılaşılmıştı. Siyasal çözülme ve kanlı bir iç savaş olan bu dönemde bir meşruiyet arayışının olması son derece doğal. Farklı ailelerin hanedanlık iddiaları ve devletin devamlılığı ile ilgili tartışmalara bu rüya ile son verilmek istendiği anlaşılıyor. Rüya iktidar mücadelesini sonlandıracak, devleti ilahi takdirin onayıyla kutsayacak bazı inanç unsurlarını bir araya getiriyor. Yani belli bir çağın değerleri ve ihtiyaçlarıyla uyumlu bir kurguyla karşı karşıyayız. Kurgu diyorum, çünkü göbekten çıkan ağacın kutsal bir adam tarafından yorumlanması, Türk tarihinde sık rastlanan mistik bir saltanat rüyası türünü oluşturuyor. Kurgunun benzer unsurlar içeren türden varyantlarına Gaznelilerde, Oğuz boylarında ve Selçuklularda da rastlanıyor.
Şeyh Edebalı’nın gerçek bir şahıs olup olmadığı tartışmaya açıktır. Böyle bir şahıs varsa bile, Osman’ın onun kızıyla evlendiğine dair rüya dışında başka kanıt da yoktur. Tüm bu gerçeklere rağmen milliyetçi tarih yazımı rüyaya “tarihi vesika” muamelesi yapmakta sonuna kadar ısrarcı olmuştur. Burada sadece popüler kültüre özgü tarih anlatılarından söz etmiyorum. Örneğin hiçbir bilimsel şüphe Halil İnalcık’ı şu cümleyi kurmaktan alıkoyamamıştır: “Osmân, sınır boylarında yaşayan (!) en nüfuzlu adamın, Edebalı’nın kızıyla evlenecek (!) kadar öngörüye sahipti.” İktidarın kaynaklarını mistik ve ululaştırıcı bir üslupla ele alan yaklaşım ile ağırbaşlı “müessese tarihçiliği” çabaları Türkiye’de uzun yıllar kol kola yürümüştür. Burada masal ile gerçeği ayırt etme konusunda halen fazla yol kat edilemediği görülmektedir.
Lakin ben işin tarihçilik boyutuyla değil, tam da rüyayı politik bir araç olarak işlevselleştiren yaklaşımla ilgiliyim. Rüya âleminde yapılan bu incelikli siyasetin esaslarını az da olsa kavramayı önemsiyorum. Rüya, Freud’un dediği gibi, bizi insan ruhunun derinlerine götürecek olan “kral yoludur”. Ama biz fazladan “krallığa götüren yolu” da rüya sayesinde anlamak gayesindeyiz. Siyasal tutum ve davranışlar rüya âlemi üzerinden zihniyet yapılarıyla buluşurlar. Rüya, zihnimizin gerçeklik karşısında aldığı bir tutumu temsil eder. Bugün rüyayı bir tür gerçeklik kaybıyla sonuçlanan, sübjektif bir deneyim olarak kabul etme eğilimindeyiz. Oysa eskiler kelimenin gerçek anlamında rüyayı “gördüğümüzü” düşünürlerdi. İnsan uyanıkken zihni tensel uyaranların etkisi altındaydı. Uykudaysa bedensel faaliyetler yavaşlıyor, algı kapıları kapanıyordu. Zihnin madde âleminden kurtulmasıyla insan mana âlemine gözlerini açıyordu. Sonuçta, onlara göre, rüyada olan şey gerçekten kopma değil, gerçekliğin farklı bir düzeyine tanık olmaktı.
Elbette rüyada görülenlerin gerçeklikle bağını kurmak için tabir edilmesine her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Eskilerin tabircilikte aradığı hüner, gerçeği hayalden, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edecek yorum olanaklarını yaratmasıydı. Bu çerçevede ilk iş, “sadık rüyalar” ile olmayanları ayırt etmekti. Bulanık ve karışık rüyalardan ayrı olarak, sadık rüyalar hakiki kabul edilirdi. Sadık olmayan rüyalar, anlatılmazsa daha iyi olurdu. Çünkü anlatıldığında, belli bir gerçeklik kazanacağı endişesi vardı. Daha sonra rüya içeriğini oluşturan sembollerin anlamını belirleme işine sıra gelirdi. Bu aşama, rüyasını anlatan kişiye “Hayırdır inşallah!” temennisinde bulunulduğu aşamadır. Sembollerin doğru yorumundaki kritik ölçüt, aynı sembolün farklı insanlar için farklı anlamları olduğunu gözetmekti. Diyelim rüyada erguvan rengi bir pelerin giyiliyor. Duruma göre bu sembol, nüfuzlu biri için ikbal, bir cariye için hürriyet, bir hasta içinse ölüm habercisi olarak değerlendirilirdi.
Rüya âleminin, toplumsal statü farklılıklarının etkisine açık olduğunu görüyoruz. Eşitsiz ilişkiler çerçevesinde hiyerarşik olarak bütünleşmiş olan toplumlarda, rüyaların işlevinin de bu hiyerarşilere uygun olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Eskiler için bir köylünün gördüğü rüya ile bir hükümdarın gördüğü rüya aynı değerde olamazdı. Saltanat rüyalarının yukarıdan aşağıya meşruiyet sağlayıcı etkisi, rüyaların değeri konusunda varılmış bu uzlaşma tarafından belirleniyordu. Yani görülen sembollerin yorumu, hükümdarlık seviyesine ulaştığında geniş toplumsal gruplar için sonuçlar doğuracak bir etkiye sahip oluyordu. Rüyalar bazı durumlarda iktidarı meşrulaştırıyor, bazı durumlarda siyasal aktörleri motive ediyor, bazen de karmaşık durumları anlaşılır kılmak için yorum imkânları sunuyordu.
Osman Bey’in ağaç rüyasından anlamamız gerekenleri burada bulduğumuz düşüncesindeyim. Rüyada devletin bir ağaç biçiminde düşünüldüğünü görüyoruz. Devlet tarih boyunca birçok farklı simgelerle düşünülmüştür. Örneğin bir insan bedeni, bir gemi veya sağlam bir bina gibi düşünüldüğü olmuştur. Ağaç, tüm bu simgelerden beklenen işlevi yerine getirmektedir. Topraktaki kökleri üzerinde bir gövdesi, gövdesine bağlı dalları ve dallarında yaprakları olan bir bütün olarak devlet kurgusu son derece işlevseldir. Siyasal hayatı uyum ve düzen içinde çalışan toplumsal gruplar arasındaki eşitsiz ilişkiler biçiminde içselleştirmeyi sağlar. Ancak bu rüyadaki ağaçta fazladan bir özellik mevcuttur. Ağaç şekliyle devlet, büyüyen ve yayılan bir canlı organizmaya benzemektedir. Açıktır ki bu bir fetih ve cihat düşüdür.
Devleti bir ağaç olarak hayal eden simgeciliğin önemi Osmanlı-Türk siyasal hayatını günümüze kadar kat etmesinden ileri gelmektedir. Dönemine ve yerine göre eklemeler veya çıkarmalar yapılarak, bu cihat rüyası günümüze kadar yaşatılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla ağaca ne olduğu sorusuysa günümüzdeki siyasi tartışmanın önemli çatışma alanlarından birini oluşturmaktadır. Kendini büyük bir imparatorluğun mirasçısı olarak gören kesimler, imparatorluğun yıkılmasıyla ağacın sadece budandığını, artık dallarının daha gür çıkma zamanının geldiğini düşünüyorlar. Gün oluyor Kuzey Afrika’yı fethediyorlar, gün oluyor Musul ve Kerkük’e sefer planları yapıyorlar, gün oluyor Kırım’a haddini bildiriyorlar… Batı modernitesini yenilgiye uğratan İslam kahramanı imgesiyle Erdoğan bu devlet rüyasının tam merkezinde duruyor.
Ama bir de tarihte huruç eylediği için başı vurulmuş olanların mirasçısı olmakla övünen toplumsal kesimler var. Ağaç olmak onların düşü değil. Bu insanların “bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamayı istedikleri vakıadır. Ama bunun yolu insanları bir savaş makinesi içinde bütünleştiren, tek meyvesi verdiği şehitlerden ibaret bir ağaç olmaya özenmekten geçmez. Halk, ancak merkezden yoksun, gövdesi ve başı olmayan, her tarafından uç vermiş kök bitkileri gibi toprağa serpildiğinde bir kardeşlik ormanına dönüşme düşüne sadık kalabilir. Tek bir ağacın tüm dünyayı kapladığı bir tarihin gölgesine sığındığınızda bırakın ırmakları veya bahçeleri, tek bir ot bile bitmez. Böylesi bir tarih, uykumuzun üzerine çöken ve kurtulmak istediğimiz bir karabasandır.