Geçen sabah huzursuz rüyalarımdan uyandığımda bir böceğe dönüşmemiştim ancak sarsılmış halde yatağın ortasında öylece oturuyordum.
Aslında tuhaf ya da güdümlü rüyalarım yirmi altı yıl önce üniversite sınavına gireceğim zaman, tarih çalışıp uykuya daldığım gecelerde kalmıştı. Ne savaşlara giriyor ne antlaşmalara imza atıyordum, bilemezsiniz. Okul kitaplarındaki tarih ezberi kişisel tarihimle iç içe, bin bir şekilde rüyalarımdaydı. Düzene dair sıkıntılar… Çoğu kâbusa daha yakındı. Tüm bunlardan Çehov’a sığınarak kurtulmuştum.
Yaşamın zorlukları rüyalarda geri dönüp duruyor. Son yıllarda sıklıkla. Geçen gördüğüm rüya memleketin tortusu olmalı. Çehov’u bezdirmekten korkuyorum artık.
Söz konusu rüyayı gördüğüm gecenin sabahı, günü erken yakalamanın hafifliğiyle evimden çıktım. Yolumun üstündeki konteynere çöp atmak için hamle yapınca iki gözle karşılaştım. Kara bir çift göz. Beni görünce lokmasını alelacele yuttu. Konteynerin kenarından güç alıp tek hamlede dışarıya atlayıp uzaklaştı. Yirmili yaşlarında bir gençti.
Bu kez gün kaldığı yerden devam etmesin.
Elimde çöp poşeti yürümeye başladım. İşte ileride Lape Hastanesi. Şişli’nin kaosuna direnen Lape tek makul, haysiyetli çözüm gibi görünüyor çoğu zaman. Beynimin içinde bir cetvel tüm bunları ölçüp biçerken çoktan ardımda kalmıştı hastane. Çöpün kokusu ara ara burnuma geliyordu. Ani bir kararla bugün bu kokunun herkes farkında olsun, dedim kendi kendime. Günün iz bırakan salyangozu olacaktım, emindim bundan.
Kötü kokulardan rahatsız oluyor mu insanlar?
Burnunun dibinden geçtim kimilerinin, tepki yoktu. Koku açık havaya dağılıyor diye düşünüp metroya binmeye karar verdim. Kimseler kimselere bakmadığından, gözler gözlerle buluşmadığından elimdeki mavi çöp poşeti dikkat çekmedi. Poşetin hışırtısı akbil senfonisi içinde eriyip gitti. Metrodaki güvenlik, basılan akbillerin yolculara ait olup olmadığını kontrol ediyordu. Kenarda bir grup birikmişti. Engelli akrabasının akbilini kullanan bir kişi, kardeşinin öğrenci akbiliyle yakayı ele veren beş kişi… Bir süre o minik grubun yanında durdum. Kokuyu alacak durumda değillerdi. Gündemleri kendilerine özeldi.
İnsanlara yaklaştım. Enselerinde soluğumu hissedecekleri kadar hem de. Tık yok… Ne etrafına bakınan ne burnunu çekip havayı koklayan…
Perona indim çaresiz. Yok, yok, yok! Herkes türlü kötüye alışmış. Kötü kokuya, kötü davranışa, kötü lafa…
Alışan uyuşurdu zaten. Ne sandım!
Vagona binip ortada dikildim. Bir ara bir adam burnunu kaşır gibi olunca heveslendim, adamı göz hapsine alıp beklemeye başladım. Kötü kokuya itiraz edecek biri bulundu sonunda, diye düşünürken adam tüm gücüyle hapşırdı. Kokunun mokunun farkında değildi.
İnenler, binenler… Hokka burunlular, eğri burunlular… Osmanbeyliler, Taksimliler, Şişhaneliler… Kimse ne oluyor, ne bu koku demedi.
Trenden indim, canım sıkkın yürüyen merdivenlere bindim. İnsanlığı da şöyle hemen yükseltiverse şu yürüyen merdivenler. Gözümün önündeydi o kara gözler. Aklımda Fikret Ürgüp’ün “Yolculuk”* öyküsünün son cümlesi: “Ürküttük. Kovaladık. Gitti. Arkasına bakmadan. Asil bir şekilde.”
Yeraltından yeryüzüne çıkarken “Ööğğğ!” diye ince bir ses duydum. Umutla bakındım etrafıma. Öğüren dokuz-on yaşlarında bir kız çocuğuydu. “İğrenç kokuyor” diyerek annesini çekiştirmeye başladı. Derken yeryüzüne çıktık.
Gece olup da uyku bedene geldiğinde meğerse beni sağanak yağış altında bir rüya bekliyormuş. O küçük kız ve ben birer salyangozduk. Etrafımız hoyratça yürüyen insanların ayaklarıyla sarılı. Ama biz kimseye aldırış etmeden izlerimizi bıraka bıraka ilerliyorduk.
* “Yolculuk”, Fikret Ürgüp’ün Çivili Sandıklar adlı kitabında yer alıyor. Sevengül Sönmez’in ve Haldun Soygür’ün yayına hazırladığı, yazarın tüm öykü ve şiirlerini bir araya getiren kitap Everest Yayınları tarafından yayımlanıyor.