Saadet Özen: Farklı bir okur-yazar ilişkisi mümkün

"Şu an durduğumuz yerden neyin geleceğe kalıp neyin kalmayacağına karar veremeyiz. Sadece tahminlerimiz olabilir, bazı ilk kitapları basabiliriz, alanlar açabiliriz. Kitabı ve yazarı muhayyel kitlesiyle buluşturabilmek için olanak sağlayabiliriz. Kalanına da okur karar versin."

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Ülkece hayli geniş sorun dağarcığımızın önemli bir kısmı da bireysel ilişkilerden kurumsal yapılara her yerde gözlenen iletişim sorunları ve şeffaflık yoksunluğundan kaynaklanıyor. Görece iyi işleme imkânlarına sahip yapılar da bu sorunlardan pek azade olamıyor. Bu öyle kurumsal eğitimlerle, kişisel gelişim kurslarıyla falan çözülebilecek bir şey değil. Daha önce pek çok yazımda değindiğim gibi siyaset ve kültürle çok iç içe geçmiş bir mesele. Bir çiçekle bahar gelmiyor ama yüzleşebilme, söylediğini yapma, yaptığına inanma, başkalarına alan açabilme gibi beceriler farklılıklar yaratabiliyor.

Everest Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Saadet Özen’le yaptığımız kapsamlı yeni yıl sohbeti bu açıdan umut verici oldu. Farklı uzmanlık alanları ve uğraşlardan gelen birikimiyle günümüzü ve geleceği değerlendirirken yayınevi işleyişine dair detayları da içtenlikle paylaşmasından mutlu oldum. Söyleşinin dün yayınlanan ilk bölümünde toplumsal cinsiyet eşitsizliğine edebiyat ve yayıncılık pratikleri çerçevesinden bakarken yayıncılıkta bir yılı da ana hatlarıyla değerlendirmiştik. Bu ikinci bölümde okurların kitaplar, yazarlar ve yayınevleriyle değişen ilişkisi, alımlama pratikleri, yayıncılığın geleceği ve yeni yıla dair öngörülerden bahsedeceğiz.

'VARSAYDIĞIMIZ, MUHAYYEL OKUR DIŞINDAKİ BİR KİTLEYE ULAŞMAK İSTEDİK'

Sohbetimizin ilk kısmında “doğal çevremizde insanlar nasıl kitap okuyorsa okurun da öyle olduğunu varsaymak gibi bir alışkanlığımız var. Bunun dışına çıkmayı çok istiyoruz,” dedin. Bu çerçeveyi kırmak için neler yaptığınızı anlatabilir misin? “Everest Açıkhava Kitapları”ndan başlayarak… Güncel edebiyat içinde yer almayan, okurların adını bildiği ancak gerçekte pek az kişinin okuduğu kitaplarla bir dizi yapıldı ve pek çok kitap Amazon’un çok okunanlar listesinde ilk otuza girdi değil mi?

Şu an ilk yirmideyiz! Bu diziyi planlarken amacımız işte o varsaydığımız, muhayyel okur dışındaki kitleye ulaşmaktı. Kitap okumayı seven ya da sevebilecek gerçek okurlara ulaşmak, onlarla yazarlar arasında bir bağ kurabilmek… Örneğin Melih Cevdet Anday. Ne kadar değerli olduğu hakkında hepimizin bir fikri vardır. Her şeyini okumamışızdır ama bu arada. Romanlarını okumuş olan çok azdır mesela. Adını bildiğimiz için okuduğumuzu da varsayarız.

Italo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu'daki listesi vardır ya hani. Orada “Hep Okumuş Numarası Yaptığın Ama Artık Gerçekten Oturup Okumanın Zamanının Geldiği Kitaplar” türünden bir durum sanıyorum buradaki de.

Evet. Çünkü o yazarlardan alınabilecek bilginin bize aktarılmış olduğunu varsayarız. Melih Cevdet’ten, Orhan Kemal’den alabileceklerimizin kolektif zihniyete aktarılabildiğini, ona zaten sahip olduğumuzu zanneder ve yanılırız. Şimdi işte, edebiyat zümresi dışında o bilgiye sahip olmadığını varsayanlar var ve farklı bir okur-yazar ilişkisi mümkün. Metnin kendisinden keyif almak, onunla bağ kurmak. Çünkü bunlar aslında çok derin entelektüel bir arka planı olmadan da keyif alınabilecek metinler, en azından bir kısmı. Buradan yola çıkarak dedik ki, bu yazarları gerçekten tanıtalım. Onları kanonlaştırmak, gündeme getirmek ve klasikler arasında olmaları gerektiğini hissettirmekten bahsediyorum… Mesela “Dostoyevski okumak gereklidir,” gibi bir bilgimiz vardır. Neden gereklidir? Bilmeyiz belki ama vardır akılda öyle bir şey. Sabahattin Ali’nin de bizim için böyle bir etkisi vardır. İşte başka yazarları da bu duruma getirebiliriz diye düşündük. Çünkü biz o kitapları okunsunlar diye basıyoruz sonuç olarak. Yoksa durum şuna döner: Benim sevdiğim, değerli bulduğum kitaplar. Editörlerimizle birlikte seçeriz. Sonra da deriz ki “Türkiye’de kitap okunmuyor.”

Her kitap her kitle için değil, doğru. Herkes her kitabı sevmek zorunda da değil. Ama kendi varsayımlarımızla hareket edemeyiz bence. Çeşitlilik olmalı dedik. Okur burada normalde belki almayacağı bir yazarın bir kitabıyla tanışma fırsatının olduğunu düşünmeli ve bunu cazip bulmalı. İçinde deneme de olmalı, öykü de, şiir de, oyun da. Ve ne ilginç ki Amazon'da en üstte bir oyun var şu anda. Bir numarada!

Melih Cevdet Anday’dan Mikado’nun Çöpleri… Söyleşinin ilk kısmına bu bilgiyle girmiştim, gerçekten inanılmaz. Peki bu ne ifade ediyor tam, ne kadar satmış oluyor mesela?

Daha tam satış rakamları elimizde yok ama bir karşılaştırma olarak şunu söyleyeyim. Amazon'un listesinde 300.000 çeşit kitap var. Saatlik olarak güncelleniyor bu Amazon çok satanlar listesi. Ve bir iki haftadır Melih Cevdet en üstte. Şimdi böyle bir işbirliğine gittik ama bu seriyi tabii ki herkes okusun istiyoruz. Onun için yılbaşından itibaren, yedi yeni kitapla, kitapçılara da vereceğiz. Bu seriyi en az yüz kitaba tamamlamak gibi bir niyetimiz var, güncel edebiyatı da katacağız içine. Bir de eninde sonunda şu önemli: Kitapçılar. Sadece kitapçılara vermeyi düşündüğümüz kitaplarımız da var. Mesela iki haftalığına diyeceğiz ki 'internette değil sadece kitapçılarda satılsın, hatta zincir olmayan kitabevlerinde, butik kitapçılarda satılsın.'

Listeyi belirlerken de kitapları tasarlarken de oldukça genç bir ekiple birlikte hareket ettiğinizi söyledin. Biraz o yaratım sürecinin detaylarından bahseder misin?

Yola çıkarken dedik ki, tamam kitleyi belirledik. Peki şimdi ne yapacağız? Öncelikle korkutmayacağız. Çünkü kitap bir nesne ve bu kısım önemli gerçekten. Türkiye’de yayıncılıkta şu kısım bence biraz eksik kalıyor: Editoryal kadro, kitabın şeklini bilmez. Belki biraz kapak hakkında bir fikri vardır, ama… Hangi cins kâğıda basalım, boyutu ne olsun vb. kısımlarla ilgilenmez genellikle. Halbuki bunların tümü etkilidir. Mesela bu nesne değeri nedeniyle de e-kitap hâlâ matbaa kitabının yerini alamadı.

Ekip olarak pek çok yayıncının, editörün belki hayat boyu yapmadığı bir şey yaptık. Matbaaya gittik biz hep beraber, kitaplar çıkmadan. Şeref Usta onlara anlattı. Kitap nasıl basılıyor? Şu kâğıdı seçerseniz böyle olur, böyle olur. Büyük mutlulukla çıktılar oradan. Ve şimdi aynı heyecanla da tanıtıyoruz.

Bu dizinin kapaklarını hazırlayan arkadaşımız aylardır bizimle ve ilk işi bu, sosyoloji mezunu. Çok güzel ortak bir algı oluştu, o da bunu güzelce anlayıp uyguladı. Neşeli, korkutmayan, “hafif” kitaplar tasarladık. Kâğıdı da beraber seçtik mesela. Hatta bütün kitapları da editörlerimiz seçti, beraber oluşturduk bu listeyi. Bu seri bir koleksiyon hissi versin istedim. Bu nedenle sırtlarına numara da koyduk.

Everest Yayınevi ekibi

'BU KİTAPLARIN DEĞERİNİ ŞİMDİ EDEBİYAT ZÜMRESİ DEĞİL GENÇ OKURLAR VERİYOR'

(Söyleşinin bu kısmını hazırlarken Sakarya’da bir lisede düzenlenen “roman kahramanları günü”nün “Milli Eğitim’in amacı ortalama TV vatandaşı yetiştirmektir,” gibi bir gerekçeyle MEB’e şikâyet edildiği haberiyle karşılaştım. Hemen hemen her tür heyecan, umut verici etkinliğin böyle korkunç duvarlara toslayabildiği bir ülkede bu kitapların liseliler dahil genç kuşakla buluşma başarısı ayrıca etkileyici geldi.)

Bir protokol listemiz var, kitapları her zaman gönderdiğimiz. Bu seride onun dışında kendiliğinden isteyenler de oldu, bir kısmı haberdar olmadığımız okurlardı. Gönderdik onlara da. İlginç bir durum yaşandı. Merve adlı bir okurumuz “Ortamlarda Satılacak Bilgi” diye podcast yapıyor. Esprili, eğlenceli bir şey. Bir topluluk oluşturmuşlar, bir uygulama var, konsantre olma uygulamasıymış, ben denemedim ama… Sabah beşte kalkıyorlar, amaç daha fazla kitap okuyabilmek. Uygulamadan herkes kimin girip kimin girmediğini görebiliyor ve kitap okuyorlar! Çok kıymetli bir şey bu bence. Bir de hiçbir işbirliğimiz, reklam vs. amaçlı bir durum gerçekten yoktu, tamamen kendi keşfetmiş, podcasti yapmış ve 18 kitabı da anlatmış. Şu tür bağlantılarla anlatmış bir de: “İşte bakın, bu Cthulhu'nun Çağrısı, Metallica’nın bir şarkısı, tamamen onunla ilgili, bütün gün onu dinleyeceksiniz…” diye. Muazzam bir şey oldu ve o gün listeye girdi Amazon’da. Çok heyecan verici. Şimdi bu gruplar Melih Cevdet’i okuyor. Erhan Bener mesela, çok değerli bir yazar, onu okuyorlar. Ve güzel olan, bir ön bilgiyle yapılmıyor bu okuma. Değerini şu an, şimdi okurlar veriyor, edebiyat zümresi değil. Bunları kanonlaştıran okurun kendisi oluyor, ki çok kıymetli bir şey.

Hatta ufak çaplı da olsa devrimsel bir şey belki… Bugünün ruhu, iletişim araçlarıyla bir tür keşif süreci bu anlattığın ve bu eserlerin daha genel bir okur kitlesi için de bugüne kalan bir değerlerinin olduğunun teyidi.

Evet, mesela bu seri sayesinde Erhan Bener’in diğer kitaplarına da ilgi arttı. Bu arada bir ekleme daha yapayım, Nahid Sırrı Örik de artık bizde. Ocakta başlıyoruz.

Dünya edebiyatından da, mesela Daniil Harms, Türkiye’de çok bilinen bir yazar değil ama kitapları var bizde, bu seri içinde de öyküleri var. Fernando Pessoa… Bilinenlerle yeterince bilinmeyenleri yan yana koyup yeni yazarların, farklı edebi türlerin keşfedileceği bir dizi ortaya koymaya çalıştık. Bu bizim vitrinimiz, bir tür minyatür Everest kitaplığı. Edebiyata giriş kitaplığı. Ve farklı yaş grupları ilgi gösterdi, liseliler çok ilgi gösterdi mesela. Liselerde “ilk paragraf okuma” yarışması düzenleyenler, set olarak aralarında paylaşıp alıyorlarmış falan. Mutluyuz.

'EDEBİYATIN TEK BİR CEMAATİ YOK'

Ben de devamını heyecanla bekliyorum bu sürecin. Her şey herkes için çok açık ve ulaşılabilir görünürken gerçek anlamda keşfin hemen hemen hiç olmadığı bir dönemdeyiz. Bahsettiğin edebiyat zümresi var, farklı yönleri olsa da sinemada da benzer bir durum var. Bazı eser ve isimlerin öne çıkarıldığı, bazılarının bahsinin bile geçmediği, eleştiri diye bir şeyin zaten pek olmadığı bir tuhaf kapanıklık hâli… Bunun içinde de 'evet her şey tanıtıma dönüştü' diye şikâyet ediyoruz ama bu türden etkileşimlerin en azından böyle bir keşfe kapı aralamak gibi önemli bir işlevi olabiliyor demek ki.

Tabular var bir de. “İyi”liği tartışılamayan, etrafında bir tür kutsallık çemberi örülen yazarlar var. Ancak başka bir vesileyle -mesela bu taciz ifşası gibi bir şey de olabiliyor- konuşulup edebi açıdan da “acaba o kadar iyi miydi?” denebiliyor. Özeti belki bu alan açan karşılaşmalarla belki bu süreçler de biraz değişir.

Bir şeyler değişebilir en azından. Bir yandan da şu var: Her az satan kitap da değeri anlaşılamadığı için az satmıyor. Bazen de gerçekten okunacak gibi olmuyorlar. Ya da çok kısıtlı bir kitleye hitap ediyorlar, ki olabilir. Edebiyatın tek bir cemaati yok. Muhayyel cemaatler var. İlgi alanlarına, kültürel altyapıya, birikime göre insanların elbette farklı yazarları olacak, kitapları olacak. Ama işte çok bilinen "kötü yazarları" ya da az bilinen iyi yazarları, aradaki birçok tonu keşfetmek için de alanlar açmak gerek. Biz şu an durduğumuz yerden neyin geleceğe kalıp neyin kalmayacağına çok da kolay karar veremeyiz. Sadece tahminlerimiz olabilir, bazı ilk kitapları basabiliriz, şans tanıyabiliriz. Kitabı ve yazarı muhayyel kitlesiyle buluşturabilmek için olanak sağlayabiliriz. Kalanına da okur karar versin. İşte bunu sağlamanın adımlarından biriydi bu dizi ve sonuçlar bizi çok umutlandırdı.

Peki kaçınılmaz soruya gelelim. Ağır bir pandemi sürecine eşlik eden siyasi, ekonomik sürecin etkileri hayatın her alanında duyuluyor. Yayıncılıkta da. Bu bakımdan önümüzdeki yılı, geleceği nasıl görüyorsun?

Şundan başlayayım. Bir kere e-kitap gerçekten hiçbir yerde henüz rüştünü ispat edemedi. Akademik yayınlarda belki biraz. Dünyada hâlâ matbaa kitabı, basılı eser önde. Bir de sesli kitap, o da çok ilgi görüyor. E-kitaptan çok daha hızlı gelişti o alan. E-kitapsa aksine daha fazla tanıtıyor, insanlar ilgileniyorlarsa kitabına sahip olmayı istiyorlar. Handikap da burada zaten. Neredeyse tamamen dövize endeksli bir alan bu. Kağıdından kullanılan boyaya, mürekkebine şuna buna dek her şey yurt dışına bağlı. Döviz kurundaki inme çıkmalar bizi çok fazla etkilemedi. Aynı hızla basmaya devam ediyoruz. Bu tabii harika ama asla yeterli değil. Bir alanda uzmanlaşmış, kendi seçkisini yapan, yılda on kitap basan ama bunu özenle seçerek basan yayınevlerinin ayakta kalması hepimiz için çok önemli. Onlar da tıpkı kitapçılar gibi okur yetiştiriyorlar, bir zevk geliştiriyorlar, neye nasıl bakılabileceğine dair alan açıyorlar. Kitapçıların da ayakta kalması bu nedenle önemli. Büyük yayınevlerinin, o devasa katalogların içinde yol bulmak çok kolay değil okur için. Ben de her şeyden önce bir okurum. Zevkle takip ettiğim yayınevleri var, onların başına bir şey gelmesi hepimiz için kısırlaşma demek. Bu yayınevlerinin, kitapçıların korunabilmesini çok önemsiyorum ama bu çok zor görünüyor.

'PEK ÇOK YAZAR YAYINEVİ DEĞİŞTİREBİLİR'

Bunun dışında bir de, yurt dışından kitap alanlarda bir azalma olduğunu söylemiştin, değil mi?

Evet. İçinde bulunduğumuz dönemden pek çok kurum zarar görecek, yazarlar da zarar görecek. Tüm bunlar aynı zamanda birçok yazarın yayınevi değiştirebileceği anlamına da geliyor. Hem yabancı hem de yerli yazarlar için geçerli bu. Yayınevi değiştirilebilir elbette ama bunun bu şartlar etkisiyle olmasını istemem, iyi yayıncılık yapabildiğimizi gördükleri için gelsin gelen yazar.

Bu son süreçte bazı öngörülemeyen şeyler var. Başta söylediğim gibi, beklenmeyecekse tek bir şey var: E-kitabın patlaması. Sorular geliyor. “Neden kâğıt pahalıysa e-kitaba geçmiyorsunuz o zaman?” gibi. Birincisi, güvenliği sağlamak çok zor. Yani doğrudan her tarafa PDF'leri yayılacak ve bir kitap daha sonra matbaadan basılsa bile tüm kaderi etkilenecek. Kâğıt için ödeyeceğimiz parayı bu kez de güvenlik için ödüyoruz, aracı, bunları sunabilecek platformlara ödüyoruz. Telif, vergiler derken hiç de ucuza gelmiyor. Çalışanlar için de zor. Örneğin çevirmen telifi Türkiye’de hep baskı adedi üzerinden ödeniyor. Bunu da e-kitapta ölçmek çok zor. Her açıdan karışık bir sistem.

'ÜLKEDE YERİNDEN OYNAMAYACAK TEK ŞEY EDEBİYAT'

Senin 2022 için öngörülerin neler? Ülkemizin bu kasvetli belirsizliği içinde edebiyatın nereye doğru gideceğini düşünüyorsun? Sana umut veren, tutunmamız gerektiğini düşündüğün, mutlaka yerinden oynaması ya da korunması gerektiğini düşündüğün şeyler?

Yerinden oynamayacak tek şey herhalde edebiyat. O hep var olacak. Öte yandan bir şeylerin değişmesi, yerinden oynaması her zaman kötü de olmayabilir. O tutarsızlığı kabullenmek gerekiyor. Aksi halde o kayıp hissi hepimizi bunalıma sürüklüyor. Bir bunalımın içinde yaşama dair bazı hareketleri yapıyormuş gibi hissediyoruz. Oysa gerçeğin kendisi bugün bu bunalım. Geçmişle daima ilgilenen biri olarak, bir tarihçi gözüyle söyleyeyim bu kısmı ki, bu bakış açısının tek bir faydası var: Her şey geçiyor! Örneğin 2. Dünya Savaşı çok uzak bir tarihte yaşanmadı. Çok korkunç bir dönemdi, muazzam bir bunalımla bitti ve bir süre sonra da bu 68’e evrildi. Çok yaşlı bir Alman kadınla tanışmıştım. 'Almanlar eşittir Naziler' gibi düşünüldüğünden, oradaki sivil halkın yaşantılarından yeterince bahsedilemeyebiliyor. Şöyle demişti: “İlk travma şuydu. Çocukların babaları eve dönmedi. Sınıfta babası olan bir tek çocuk kaldı. Çocuklar “baba”yı unuttular. Okul bir gezi düzenledi, baba nedir, görmemiz için. İkinci travmayı ise, babamın öldürenler arasında olduğunu öğrenince yaşadım…”

Bunlar karşılaştırılabilir şeyler değil ama bunalımlı dönemler hep oluyor, olacak. Sadece her yerde aynı anda olmuyor. Bizim için işler çok iyi giderken dünyanın başka bir yerinde başkaları için işler çok kötüydü zaten. Eninde sonunda bunlar geçiyor ve bir yere oturuyor.

Tabii bu bunalımlı dönemin bize denk gelmiş olması bize kendimizi şanssız hissettiriyor. Uzaktan bakınca “e işte o yirmi yıl da kötü geçmiş, muazzam haksızlıklarla geçmiş,” diyecekler ama bu bizim hayatımız.

Öte yandan Türkiye açısından, bazı soruların sorulması ve yeniden üzerine düşünülmesi gerekiyordu. Cumhuriyet’le ilgili, bizim buradaki yaşama düzenimizle ilgili, kimliklerle ilgili… Ben bu yönünden sağlıklı bir şey çıkacağını düşünüyorum.

En güvendiğim ve umutlu olduğum konu gençler. Apayrı bir dünya geliyor, ona geçiyoruz tabii ki çok büyük haksızlıklar var içinde, korkunç kontrol mekanizmaları var. Ama yeni kuşak başka bir dünya istiyor ve bunu hakkı olarak talep ediyor. Buna çok güveniyorum. Tabii bu onlara korkunç bir dünya miras bıraktığımız gerçeğini değiştirmiyor, müthiş bir gelecek kaygısı var. Keşke daha fazlasını yapabilmiş olsak. Ama ben yine de onların bambaşka bir zihniyetle geleceğini düşünüyorum ve hiç de korkmuyorum değişimden. Eninde sonunda kitap da kalkabilir ortadan. Papirüs nasıl kalktıysa kitap da bir format olarak kalkabilir. Başka bir dünya kurulabilir. Bu bizim karşı koyabileceğimiz bir şey değil.

Bir yandan da şu var, hep verdiğim örnek. Hızar makinası var ama balta neolitik çağdan beri hep varlığını koruyor. Yeni, eskiyi tamamen ortadan kaldırmıyor.

Sana yakın biçimde düşünüyorum bu konuda. Hiçbir konuda saplanıp kalmaya yol açan nostaljiden ya da hiçbir formun vazgeçilmezliğinden yana değilim ama kitabın kalıcı olmasına ilişkin bir duygum, sevgim var. Kitabın “balta” olacağını umut edebiliriz, değil mi?

Bence de. Kitabın daha epey uzun ömrü var, o kesin. Çünkü hâlâ seviliyor, görüyoruz. Her şey gereklilikten ibaret değil. Zevk, alışkanlık, haz… Bunlar sürdüğü sürece kitap da olacak. Güzel bir sohbetti, çok teşekkür ederim.

Yeni yıl arifesinde çok güzel ve umutlu bir sohbet oldu benim için de, biz teşekkür ederiz.

Tüm yazılarını göster