Herkesin hemfikir olduğu bir şey var: Tuhaf zamanlarda
yaşıyoruz. Zaman zaman tek başımıza tuhaf zamanlar yaşadığımız
olmuştur. Bu kez neredeyse bütün bir insanlık olarak tuhaf
zamanlarda yaşıyoruz. Ya da yaşamaya çalışıyoruz… Yaşadığımız
zamanın, kelimenin “garib, acayib, görülmemiş,
gülünç, eğlenceli, münasebetsiz, garabet” gibi tüm anlamlarını
içeren tuhaflıkları saymakla bitmez. En tuhaf olanlardan birisi
“ilerleme” denilen ve kaç yüz yıldır insanlığın yaşamını
yönlendiren mefhumun aslında ne olduğu ile yüzleşmemiz. Bütün bir
insanlık tarihi içerisinde daha ileri, daha ileri diye
koşturmacalara, çağ atlamacalara, o çağlara verilen büyük büyük
isimlere, bilime, teknolojiye, endüstriye rağmen gelinen noktada
yaşamlarımızı sürdürebilmeyi basit bir şeye, sadece ellerimizi 20
saniye boyunca sabunla yıkamaya bağlamış durumdayız.
Yaşamlarımız tehdit altındayken bizi koruyacak tek şeyin sabun
olması, diğer bütün insan yapımı ürünlerin, o ürünlerin oluşturduğu
milyarlarca dolarlık piyasaların varlığını da tuhaf kılıyor ve
sorgulatıyor. Bir de o piyasaların varlığını sürdürmeye devam
etmesi için yaşamları hiçe sayılan, hâlâ çalışmak, işyerlerine,
fabrikalara, şantiyelere gitmek, internetten alınan -ve yiyecek ve
temizlik malzemesi dışındakilerin açıkça gerçek bir ihtiyaca denk
düşmediği- ürünleri paketlemek, taşımak, insanlara ulaştırmak
zorunda olan işçilerin, emekçilerin olması bu sorgulamayı daha da
çetin hale getiriyor.
Dünyanın dört bir yanından sesler yükseliyor. Virüsün
yayılmasını önlemek için yapılan ‘evde kal’ çağrılarının
koşullarının şirketler ve hükümetler tarafından yaratılması,
zorunlu ihtiyaç maddeleri ve sağlık ve temizlik hizmetleri
dışındaki alanlarda mal ve hizmet üretiminin durdurulması, mümkün
olan yerlerde üretim bantlarının şu anda sağlık alanında ihtiyaç
olan malzemelerin üretimine yönelmesi, zorunlu olarak üretimin
sürdürüleceği yerlerde virüse karşı gerekli önlemlerin alınması,
işçiler ve onların örgütleri tarafından talep ediliyor. Ama virüse
karşı bir savaş içinde olduğunu ilan eden ve bu savaşı en
katısından, en gevşeğine dek bir biçimde sosyal izolasyon ile
sürdürmeye çalışan tüm devletlerin bu çağrıları duymazdan gelmesi,
ekonomik büyümeyi insan hayatından değerli görmenin tuhaflığını
açığa çıkartıyor. Neredeyse tüm toplumlar dört parçaya bölünmüş
durumda: Biri bu sürecin bütün yükünü sırtlayan sağlık emekçileri
ve zorunlu ihtiyaç olan ürün ve hizmetleri üretenler; ikincisi evde
kalması, tüm doğrudan sosyal ilişkilerini ve iletişimini askıya
alması, böylelikle hem kendi yaşamını, hem de başkalarının yaşamını
koruması beklenenler; üçüncüsü ekonominin sürmesi uğruna yaşamları
hiçe sayılan, çalışmaya, dışarı çıkmaya zorlananlar ve dördüncüsü
zaten kendini toplumsal hayattan izole edeceği bir evi olmayan,
zorunlu olarak sokakta, cezaevlerinde ve göçmen kamplarında toplu
olarak yaşayanlar… Kahramanlar, kapatılanlar, gözden çıkartılanlar
ve yok sayılanlar…
Evde kalması beklenenler grubunu yaşlılar, hastalar, çocuklar ve
yaptıkları işler gereği evden çalışanlar oluşturuyor. Evde kalanlar
için de gündelik hayat inanılmaz bir hızla radikal bir şekilde
tuhaflaşıyor. Daha önce gündelik hayatın farklı bölümlerini
oluşturan farklı zaman ve mekanlar iptal olmuş durumda. Kamusal
yaşamın sürdüğü mekanlar, kafeler, restoranlar, parklar, sinema
salonları, konser alanları, toplu taşıma araçları, sokaklar,
caddeler hızla boşaldı, kapandı. Boş zaman kavramıyla özdeşleşen ya
da sadece bir 'zaman-mekan'dan diğerine geçerken kullandığımız bu
kamusal mekanların boşalması, kapanması, zamana dair bir değişim
yaratıyor. Günün saatleri, haftanın günleri, ayın haftaları, yani
gündelik yaşamımızı düzenleyen bütün zaman birimleri birbirinin
içinde eriyor, karışıyor. Zaman ve mekana dair bütün fiziksel ve
toplumsal bölünmeler ortadan kalkarken, hem mekanlar hem de zaman
kendi içerisine çökmeye başlıyor.
Bu çöküş, işyerinin, okulun, kreşin, tüm boş zaman geçirme
mekanlarının evin içerisine toplanmasını beraberinde getiriyor.
Başka bir deyişle, geleneksel olarak evin dışını işaret eden tüm
kamusal alanlar, özel alan olarak kabul edilen evin içerisini işgal
ediyor. Çocuklar eğitimlerine “uzaktan” evin içinde devam ediyor,
durumu “acil” olmadığı için kendi kendisini izole etmesi beklenen
hastaların, yaşlıların ve çocukların bakımı evde yapılıyor,
öğretmenler, mühendisler, gazeteciler, büro işi yapanlar evden
çalışıyor. Ev tuhaf bir biçimde içinde yaşayanların, öğretmenleri
ve sınıf arkadaşları ile karşılaştığı okulunu; patronları,
müdürleri ve iş arkadaşları ile karşılaştığı işyerini; dostları ve
arkadaşları ile buluştuğu kafeleri, restoranları; toplantı yapılan
mekanları; boş zaman geçirilen parkları, alışveriş yapılan
dükkanları, alışveriş merkezlerini ve hatta hastaneleri kapsayarak
sıkışırken, bir yandan da yerleşik olduğu şehirden, ülkeden yani
toplumsal olandan tamamen kopuyor. Ev sadece pencereler ve
balkonlar aracılığı ile dışarı açılıyor ve pencere önleri ve
balkonlar doğayla, başka insanlarla karşılaşılan, aynı zamanda da
siyasal, kültürel ya da sanatsal denilebilecek eylemlerin (sağlık
çalışanları için alkış eylemi, İtalya'daki balkon konserleri gibi)
mekanına dönüşüyor. Bunu söylerken gözümün önüne Up (Yukarı bak)
filmindeki ev gibi, havada asılı evler, bu evlerin birbirine
dijital ağlarla bağlanmasından oluşan tuhaf bir sanal uzam
geliyor.
Evden çalışmak ise daha önceden sıkça romantize edilen ve bir
tercihmiş gibi yaşanan bir iş biçiminin gerçeğini gözler önüne
seriyor. Evden çalışanlar, artan iş yükü, sürekli ulaşılabilir olma
zorunluluğu, uzayan çalışma saatleri, bu arada ev içi işleri de
yerine getirme zorunlulukları ile eskisinden çok daha büyük bir
yükü sırtlıyorlar. Bir yandan da eskiden işyerinin üstlendiği bir
takım maliyetler, evden çalışma ile birlikte doğrudan çalışanlara
yüklenmiş oluyor. Ev bir sömürü mekanı haline geliyor. Önceden
yapılan çalışmaların da ortaya koyduğu üzere, aile üyelerinin evden
çalışması daha eşitlikçi bir aile yaşamının kurulması anlamına
gelmiyor. Kadınlar bu sürecin en ağır yükünü üstleniyor, geçmişin
bütün rutin işleri, evden çalışma ile birlikte tuhaf bir zorluk
halini alıyor.
Sosyal izolasyon gereği evlere kapanma ile birlikte ev içi
şiddet olaylarının artışını gösteren veriler de sorunun başka bir
yanını açığa çıkartıyor. Birhan Keskin ve Aslı Serin’in beş yıl
önce çok isabetli ve şiirsel bir biçimde sordukları şu soru: “Niye
sevsin pembe tülleri kırmızı pancurları/Ve niye aynı evde yaşasın
bir fille mesela/Aha kırılacak bir vazo birazdan” bu sosyal
izlasyon döneminde de geçerliliğini koruyor.
Üstesinden gelmekte çok zorlanılan, ama herkesin aynı zamanda
başka başka zorluklarla da başetmesi gereken tuhaf zamanlar… Alan
Badiou “Salgın durumu üzerine” yazısında
“gökkubbenin altında yeni bir şey yok” diyor. Kabul edilmeli ki şu
içinde yaşadığımız zamanı daha önceki zamanlardan farksız olarak
tanımlamanın incitici bir yanı var. Ama diğer yandan insanı değil
piyasaları önceleyen bir ekonomik sistemin, doğayla savaş halinde
bir üretim ve tüketim biçiminin, ilerlemenin, küreselleşmenin,
esnekleşmenin, dijitalleşmenin, bireyselleşmenin, yani bugüne dek
içinde yaşadığımız toplumsal sistemin tüm özelliklerinin en tepe
noktasına ulaştığımızı ve bizi bu tepe noktasında bekleyen felaket
ile zorunlu olarak karşılaştığımızı, yani gerçekten yeni bir şey
olmadığını, olup bitenin hep bir yerde bizi beklemiş olduğunu
söylemek mümkün… Sanırım bu koşullarda Noam Chomsky'nin de işaret
ettiği “nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmek” ve
bugüne dek denemediğimiz ölçüde “tuhaf” dayanışma ve direniş
biçimlerini ve yollarını geliştirmek, genişletmek dışında çaremiz
yok.