Bu yazıyı bana bin türlü palavrayla Osman’ın (Kavala) ömrünü gasp etmeyi sürdüren muktedirlerin dizginsiz zulmü yazdırmadı. Bile isteye yükseltilen yabancı para değerleriyle yüreklere korku salıp insanları elindekini avucundakini dolara yatırmaya sevk eden, ardından savunmasız ahalinin elindekini çalıp yine birilerini zengin eden yöneticilerin arsızlığı, hayasızlığı da değil. İki öğretmen yazdırdı.
Biri, öğrencisini sınıftan çıkarmış, boğazını sıkıyor, yumrukluyordu, engel olunmasa kimbilir daha neler yapacaktı; öbürü gürültüye takılmış, sınıf kapısını açıp ne oluyor diye bakmış, gördüğü olağan hadise karşısında “sıkıntı yok” deyip tekrar içeri girmişti. Neyse ki yine gürültüyle uyarılıp gelen bir başka öğretmen çocuğu öğretmen sûretindeki aşağılık herifin elinden kurtardı.
Hâlihazırda öğretmenlik yapan birkaç insan tanıyorum. Ve bunlar hep iyi insanlar. Bu arkadaşlarımı çok seviyorum. Onların sınıflarındaki çocukların şanslı olduğunu düşünüyorum. Okul zamanlarından hatırladığım birkaç iyi öğretmen de var elbette. Onları da hep sevgiyle anarım.
Lâkin!!!
Lâkin…
(Bunca yıllık gazete yazarlığı hayatımda art arda iki adet tek kelimelik paragraf yazmak ve ünlemler noktalar koymak nasip oldu ya, şükürler olsun yarabbi!)
Şu bahsettiğim kötü ruhlu acımasız herifin icraatı videoyla teşhir edildiğinden beri pek çok insan nasıl yutkunuyor, dayanamayanlar bazı hatıralarından, her şeye rağmen insaflı dille söz ediyor ve ortaya nasıl bir manzara çıkıyor… İnsan ismi taktığı sopasıyla türkü söyleyerek öğrenci döven şerefsiz mi ararsınız, ne ararsanız artık…
Bir defasında birkaç arkadaş oturmuş okul zamanlarından konuşuyorduk. Yahu Mayk n’apardı, hatırlıyor musun? Ulan, Zeki nasıl vururdu… Böyle gidiyordu. Hepimiz ya kendi başımıza ya sınıfta başkasının başına gelen, şahit olduğumuz, dayak, eziyet, işkence anılarımızı ortaya dökmeye koyulmuştuk. Bu sohbet neredeyse uzatılmış bir akşam yemeği sofrasından kalkılana kadar sürdü. İşte, dört-beş kişi falandık. Suskunluk hiç olmadı.
Mayk -aynı zamanda muavindi- eline anahtarlığını alır, elinde anahtarla kulağınızı ikiye katlar, sıkıştırırdı. İkiye katlanmış kulağın çekilmesinin vereceği acıyı yeterli görmüyor, kıkırdağa batacak anahtar dişlerinden yararlanarak bunu artırıyordu. Meşhur olmuştu bu yöntemi. Oturmuş düşünmüş de mi bulmuştu? Yoksa o da hocalarından mı görmüştü?
Zeki Bey de muavindi. Tokat-yumruk karışımı kroşesi vardı. Vuracağı öğrenciyi duvara iyice yaklaştırır, böylece darbeyi yiyen aynı zamanda kafasını duvara vururdu. Peki, bilin bakalım ne hocasıydı? Bilene 32’lik tuvalet kağıdı. Psikoloji. İster inanın ister inanmayın.
Biz yıllar boyu bunları gülerek ederek hatırlamış, başkalarına anlatmıştık. İstanbul’un en düzgün okullarından birinde (İstanbul Erkek Lisesi- bugünkü kadar ciks değildi, ama “makbûl” okulların önde gelenlerindendi) okuyan bizlerin aslında nasıl basbayağı işkence görerek, aşağılanarak büyütüldüğümüzü, bütün bunların kişiliklerimizi pekâlâ -kimbilir nasıl- şekillendirmiş olabileceğini tâ ne zaman sorun edebildik.
Değil öğretmenlik yaptırmak, çocukların yanına yaklaştırılmaması gereken, düpedüz işkence yapmaya eğilimli, tedaviye muhtaç, sadist, korkunç tipler, bizimki gibi bir Millî Eğitim sisteminin içinde çok rahat varlıklarını sürdürebiliyorlar. (Hele bölge icabı daha çok Kürt çocuklarının gittiği okullardan ne “efsane” öğretmen karakterleri gelip geçmiştir!..) Sadist öğretmenlerin verdikleri en büyük zarar elbette çocuklara. Ama en az bunun kadar vahimi, kıt kanaat geçinmeye çabalarken ne pahasına olursa olsun çocuklara iyi davranmakla, onlara bir şeyler öğretebilmek için yırtınmakla kalmayan, devletin ve toplum çoğunluğunun hiç umursamadığı ihtiyaçları gidermek, okullarına kitap, yoksul çocuklara kışlık kılık kıyafet bulabilmek için çırpınan fedakâr meslektaşlarını da lekeliyorlar.
Öğrencilere vurmak, onları aşağılamak, hele bu son olaydaki gibi, özel olarak sınıftan çıkarıp hunharca işkence yapmak, çocuklara tecavüzden daha hafif suç değil. Fakat hafifseniyor. Çünkü herkesin ya kendisi ya arkadaşı ama okulda ama askerde ama poliste dayak yemiş, işkence görmüş; herkes bir şekilde buna şahit olmuş. İşkencenin yaygınlığı ve kitleselliği onu olağanlaştırıyor. Devletler işkencenin her türlüsünü “normal prosedür” saydırmak için özel gayret gösterir, akla gelmedik şeytanlıklar bulurlar. Gaz fişeğiyle göz çıkarmanın birden sistematik uygulama olarak karşımıza çıkışı, on yıllardır, polisin itip kakmasının, vurmasının şikâyet konusu bile yapılamayacak sıradan hadise sayılışı gibi. Çocuktum, babam beni “gazeteye” götürüyordu. Birilerinin arabasındaydık. Onlar da gazeteciydi. Gazeteleri birkaç gündür meşgûl eden olay sonuca ulaşmıştı. Suçlu yakalanmış, itiraf etmişti. Olayın hiçbir ayrıntısını hatırlamıyorum. Sadece yakalanan adamın beyaz ceketiyle, polisler arasında, elleri kelepçeli fotoğrafı hayal meyal gözümün önüne geliyor. Galiba işin içinde cinayet de vardı ve bu suçlu, dokunmaması gereken birilerine dokunmuştu. Arabada, nasıl yakalandığı, nasıl itiraf ettiği vs. konuşulurken ya babam ya başka biri, “İşte, cop sokmuşlar tabiî…” filan gibi bir laf etmişti. O gün bugün bu laf kulaklarımda çınlıyor. Olayı unutmuşum ama fotoğrafın iyice yıpranmış hali ile bu laf hep hatırımda. Acaba niye? Acaba çocukken babası ile iş arkadaşlarının konuşmasında, muhtemelen “bugün de hava güzel” ile “yarın Fener yener mi yenemez mi” arasında geçen şu lafı duymuş ve hayatı boyunca unutmayan insanın bünyesinde bundan ötürü ne gibi ezik büzüklükler meydana gelmiştir? Karda dışarı dikilip, derisi iyice “kıvama” geldikten sonra içeri çağrılıp dövülen köy çocuklarına o öğretmenin, yerel motiflerle bezeli bu buluşuyla ne ettiğini o kadar önemsemeyişimiz ruhlarımızın bu ezik büzüklükleri yüzünden olmasın? Düşünelim ki, benim arabada o lafı ilk kez duyup ne mânâya geldiğini de tam anlayamayışımın üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçti. Geçen gün gözüme ilişen haberde, o işlemin hâlâ yapılabildiğini okudum. Alt tarafı bir çocuk koridora çıkarılmış, boğazı sıkılıp biraz da dövülmüş, ne olacak, sıkıntı yok! O çocuk azıcık güçlenip dellendiğinde kimlere ne edecek, bu bir soru, insan haysiyetinin toplumumuzda önemsenir konu başlığı bile olamayışında hepimizin biraz o çocuk oluşunun rolü ne kadardır, bu da öbür soru.
Öğretmenlik yapan arkadaşlarımı hem takdir ediyorum hem seviyorum. Onlara ve bütün iyi kalpli, açık zihinli, vicdanlı öğretmenlere buradan sevgilerimi gönderiyorum. Ancak şu sahte “canım öğretmenim” muhabbetine asla katılamam. Çünkü bu en başta, mesleğini düzgün yapmaya çalışan, iyi niyetle bunun ötesine bile geçen insanları birtakım sadist sapıklarla bir araya getiriyor. Çocuklara dokunan, korkunç tepkiler görmeli. En başta öğretmenlerden ve okul idarelerinden.
Daha yukarısını zikretmeyeceğim. Çünkü onların bizim dövülmemizi, daha yetişirken aşağılanıp şahsiyetsiz hale getirilmemizi zaten istediğini düşünüyorum. Millî Eğitim kurulduğundan bu yana.