Günlerdir “Sadun Boro’lar dünya seyahatinden dönüyorlar” diye konuşuluyordu evde. Birazdan Dolmabahçe’ye yanaşacaklar. Annemin bizi omuzlarına alacak hali yok haliyle. Göre göre Kısmet’in yelken direğini görüyorum ben de o herkesin baktığı yerde. Bu da yetiyor. Belki de dünya küçülüvermişti, ‘dolaşılabiliyor’ olduğunu görünce, öğrenince. “Dünya dolaşılabilecek kadar küçükmüş” diye düşününce, benim dünyam büyüyüvermişti.
15 Haziran 1968 sabahı annem ile iki elinde ben ve abim koştura koştura Kabataş üzerinden Dolmabahçe’ye indik. Ve kıyıda bekleşen heyecanlı kalabalığa karıştık. Şimdi bu yazıyı yazarken gazete kupürlerine bakıyorum da, adeta bir miting kalabalığı varmış o gün Dolmabahçe’de. Annemdeki de iyi cesaret.
Günlerdir “Sadun Boro’lar dünya seyahatinden dönüyorlar” diye konuşuluyordu evde. Birkaç yıldır gazetelerden, radyodan haberlerini takip ediyor herkes. Karısı Oda da adamın yanında dünyayı dolaşıyor. Sadun Boro’nun. “Oda” adı ilginç geliyor herkese, biz çocuklar ikisinin adını birlikte söylüyoruz her defasında. Hoşumuza gidiyor bu tını.
Birazdan Dolmabahçe’ye yanaşacaklar. Annemin bizi omuzlarına alacak hali yok haliyle. Göre göre Kısmet’in yelken direğini görüyorum ben de o herkesin baktığı yerde. Bu da yetiyor. Yetişkinler kadar heyecanlanıyoruz biz de. Dünya büyüyüverdi o direği görür görmez ya da benim dünyamdı büyüyen. Belki de dünya küçülüvermişti, ‘dolaşılabiliyor’ olduğunu görünce, öğrenince. “Dünya dolaşılabilecek kadar küçükmüş” diye düşününce, benim dünyam büyüyüvermişti. Çocuk dünyam tabii, yoksa o kadar da kolay değildir uzaklara gitmek, kolay değilmiş ben de öğrendim sonra sonra.
Hemen hemen bir yıl önce, Dolmabahçe’ye 6. Filo da yanaşmıştı. Savaş gemilerinde tuvalet olmadığına inandırdı beni gemiden inen o askerler. Karaya indiklerinde, herkesin içinde çişlerini yapıyorlardı. Yolun ortasında. Ayıplıyorduk.
FKF yöneticisi (Fikir Kulüpleri Federasyonu) öğrenciler bir çadır kurmuş Amerikan savaş filosunu protesto için, açlık grevine başlamışlar o sırada Dolmabahçe kıyısında. 6 saat sonra da gözaltına alınmışlar. Ertesi gün serbest bırakıldıklarında öğrenciler bu defa yanlarına iki de işçiyi alıp Taksim, Gezi Parkı’nda, İnönü heykelinin kaidesinin önünde çadır kurup açlık grevine devam etmişler. Dolmabahçe’dekini değil ama Taksim’deki çadırı görmeye gitmiştik annemin elinde yine. Gündelik hayatın uzağındaki her şey belli ki ilgisini çekiyormuş, çekiyordu annemin. Bu millerce ve yıllarca süren bir deniz yolculuğu da olabilirmiş, çağları, toplumları aşan bir ideoloji de, bir mücadele de.
Onu, karısı Oda’yı ve beraberlerindeki kedileri Miço’yu beklediğimiz Dolmabahçe kıyısının karşılarına ama iyice sağa, burnun diğer tarafına düşen Erenköy’de 1928 yılında doğmuş ve oralarda büyümüş Sadun Boro. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra da İngiltere’ye tekstil mühendisliği okumaya gitmiş.
İşte orada 1952 yılında Ling adlı 11 metrelik bir yelkenliyle İngiltere'den Karayip Adaları'na kadar uzanan ilk okyanus aşırı seyahatini yapmış Boro. Bir İngiliz adamla beraber.
13 yıl sonra bu defa kendi yaptırdığı ve Kısmet adını verdiği tekne ile Sadun Boro ve karısı Oda dünyanın çevresini katedecekleri seyahatlerine çıkıyorlar. Onlara Kanarya Adaları'nda sahiplendikleri kedi Miço da eşlik edecektir.
Boro çiftinin dünya seyahati Hürriyet gazetesinde tefrika ediliyordu. Okurduk. Okuyordum. Sonra hayaller kuruyordum. Tasavvur ediyordum.
İlk yayın yönetmenliğimde (Boom Müzik Dergisi) köşe fotoğraflarımı çeken ünlü fotoğrafçı ve denizcilik aşığı dostum Beysun Gökçin, Açık Radyo’daki Açık Deniz programında 2005 yılında Sadun Boro ile bir söyleşi yapıyor. Türkiye Açıkdeniz Yat Kulübü başkanlarından Alican Turalı’nın da Beysun’a eşlik ettiği söyleşinin bir yerinde bir soru üzerine Boro, denizdeki ilk büyük korkusunu 1952’deki okyanus aşırı seyahatte, Biskay körfezinde yaşadığını söylüyor ve devam ediyor:
“Evet oradan çıkarken 3 gün olduğumuz yerde yol alıyoruz, gece orsa alabanda edip biraz eğlendiriyoruz, o ara epey korkmuştum, bayağı ümitsizliğe düşmüştüm. O an beni bir helikopter veya birisi elimden tutup çıkartsalardı o hengâmenin içinden, herhalde bir daha adımımı atmazdım denize. Ama değil mi ki o fırtınayı selametle atlatıp limana vardık, o korku yerini apayrı deniz sevgisine, ona hürmete bırakıyor. Bunu her denizci ilk fırtınasında yaşar.”
Sadun Boro, ardından, bu korku ve korkuyu yenme sürecini denizcinin bekâretinin gitmesi olarak tarif ediyor.
O günden sonra da denizlerin dalgalarının ve kendisinin korkularının üzerine üzerine yelken açıyor.
Korku da aşka dairdir, dahildir çünkü. Bunun gibi bir şey olmalıdır bu da işte.
Sadun Boro ve Oda Boro’yu ancak ölüm ayırıyor. Yaşarken hiç ayrılmıyorlar. Aşık kalıyorlar belli ki.
Sadun Boro’nun 5 Haziran 2015’teki ölümünden 5 yıl kadar sonra 21 Mayıs 2020’de de (2 yıl önce bugün) Oda Boro ölüyor ve Marmaris’te Karacasöğüt Mezarlığı’nda toprağa katılıyor.
Oda Boro’nun tam adı Odea Olga Berta. Aile soyadı ise Pietsch. Alman. Şimdi Polonya sınırları içinde olan Stettin’de 1935 yılında doğmuş. Hâkim olan babası İkinci Dünya Savaşı’nda Rusya’da esir düşüp bir daha da dönmeyince, annesi çocuklarıyla birlikte Batı Almanya’ya kaçmış.
Odea da güzel isim.
Wagner’in operalarında sık rastlanan bir mitolojik figürün adı.
O yıllarda bizim evin karşısındaki Kıpçak Apartmanı’nın üçüncü katında Yaşar Kemal ve karısı Tilda yaşardı. 12 Mart 1971’e kadar.
Nedense ben o zamanlar Oda ile Tilda’yı hep karıştırırdım. Ya da bu ikisinin arasında bir bağlantı varmış gibi gelirdi bana.
Acaba bana, Yaşar Kemal’in ve karısı Tilda’nın (kocası için) yazarlık uğraşları ile Sadun Boro ve karısı Oda’nın (onunki kendisi için, ikisi için) denizcilik uğraşları, bizim yetişkinlerin uğraşlarının fersah fersah uzağındaymış gibi geldiğinden mi böyleydi bu?
Gündelik hayatları bizim yetişkinlerin gündelik hayatının fersah fersah uzağına düşermiş gibi olduğundan mı? Benim bakışımda derya denizdi çünkü kitaplar, edebiyat ve çok heyecan vericiydi çocuk kitaplarından okuduğum o derya deniz yolculuklar.
Teknolojinin gelişmesiyle tekne almanın kolaylaşması, orta sınıfların da teknelere erişebilmeye başlamasının sonucunda bir trend, bir moda oluştuğunu, özellikle Batı ülkelerinde ailelerin işlerine ve yerleşik hayatlarına ara verip bir iki yıllığına uzun deniz yolculukları yapmaya başladığını, sonra da memleketlerine dönüp tekneyi de satıp yine yerleşik hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiklerini kinayeli biçimde anlatıyor, bunun kendi açık deniz yolculuğu tutkusuyla âlâkası olmadığını vurguluyor Sadun Boro aynı söyleşide.
Her ne kadar Beysun’a söyleşi sırasında “artık karaya vurdum” diyorsa da, Sadun Boro 1977 ile 1979 arasında karısı ve kızları Deniz ile Karayip’i ve Amerika’nın doğu sahillerini gezdikleri yolculuktan sonra kendisi ve ailesi için üs seçtiği Bodrum’dan da sık sık denize açılıyor, bir yandan da Türkiye’nin denizleri ve kıyıları için ekolojik mücadele veriyordu. Ölene kadar böyle sürdü bu. Kısmet’i de hiç terk etmedi, 46 yıl bindi emektar teknesine. Kısmet, şimdi İstanbul’da Rahmi Koç Müzesi’nde sergileniyor.
Son konuşmalarına kadar, anlıyoruz ki, Türkiye’nin ve Türkiye toplumunun denizle ilişkisi konusunda umutlu bir beklenti içinde değildi Sadun Boro. Deniz dibinin de deniz kıyılarının da her iktidar döneminde yağmalanıyor olmasına çok üzülüyordu. Sonuç alamayacağını bile bile yine de çabalıyor, kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu.
Şöyle diyordu Beysun Gökçin ve Alican Turalı’ya Boro: “Oğlum evvela kafanın değişmesi icap eder, mühim olan bir denizci toplumu kafası lazım. Yoksa sen denizcilik bakanlığı değil denizcilik cumhurbaşkanlığı da koysan üzerine de bilmem ne profesörünü getirsen hiçbir şey değişmez. Mühim olan bakanlıktı, vesaire değil toplum ve dolayısıyla kamuda, görevlilerinde deniz kafası olması, gelişmesi icap eder. Fazla ağzımı açtırmayın! Bu mevzuyu artık yarım asırdır konuşuruz, dertleşiriz, bağırır, çağırırız, 3 adımın 1-2 tanesi geriye gider, yuvarlanıp gidiyoruz.”
Bu ülkenin mücadeleci insanları gözü açık gidiyor. Öldüklerinde. Sadun Boro, öldüğünde Gökova’da, İngiliz Limanı’nda teknesinin bağlı olduğu çam ağacının dibine gömülmek istiyordu. Vasiyeti böyleydi. Ama bunun için bakanlar kurulu kararının çıkması gerekti. Karar çıkmadı. Olmadı. Başka yere gömüldü.
Sadun Boro, Kısmet’in Dünya Seyahati alt başlıklı Pupa Yelken adlı ilk kitabını 1969’da yayımladı. Bunun ardından başka kitaplar da yazdı. Bir kere başlayınca denizcilik yazınını da hiç bırakmadı.
‘Üç tarafı denizlerle çevrili’ lafının bir klişe gibi birçok farklı durum için kullanılıp geçildiği Türkiye’nin toplumunun bu denizlerle ilişkisinin ne denli sakat olduğuna Boro hayatının her anında tanık oluyordu. Ama umutsuzluğu, hüznü son yıllara doğru yerini suskunluğunu arada bir bölen bir sinizme bırakmıştı.
Beysun, bir sorusunda Türkiye nüfusunun yüzde ellisinin yüzme bilmediği, kadınlarda ise bu oranın yüzde yetmiş olduğu yönünde bir tahminden söz ettiğinde, bu oranın çok daha büyük olabileceğini, yüzme bilenlerin oranının belki de yüzde on, belki de yüzde beş olduğunu söylüyor hüzünlü bir alayla.
Düşündüm ben de 10 senedir filan deniz tatili yapmıyorum, yapmamışım. İmkân olmadı, zaman olmadı. Öyle deyip, geçeyim.
Evime bu kadar çekilmişken bundan sonra da zor zaten.
Denize bakarım öyleyse ben de arada bir… Gözlerimi kısarak, kara parçasını görmemek için…
2002 yılında dönemin Hürriyet Gazetesi yöneticisi Vuslat Doğan Sabancı, Serdar Turgut editörlüğünde gazetenin logosuyla ‘Fotoğrafların Anlattıkları’ adlı bir kitap yayımlama kararı aldı. Türkiye’nin farklı kesimlerinden 60 yazara, Hürriyet arşivinden birer fotoğraf sadece nerede ve hangi yılda çekilmiş olduğuna dair kısa bir açıklama ile gönderilmiş ve bu fotoğraf için bir yazı yazması istenmişti. Bana da bu gördüğünüz fotoğraf gönderildi.
‘Denize Bakmıyorlar’ başlığı ile şöyle bir yazı yazdım o kitaba:
Kuruçeşme sırtından denize bakan bir hastanede doğmuşum. Bugün hastanem bir holdingin genel müdürlüğü olarak kullanılıyor.
Büyüdüğüm evden deniz, ancak bakışlarımızı, gittiğim ilkokulun üzerinden aşırtmamız durumunda görünürdü. Ben giderken okulum ile denizin (denizimin) arasına bir banka inşa edildi. Yükseldi.
Denizi içeren tek ürkünç anım sevgili annemi de içeriyor. Arnavutköy'de bir çay bahçesindeyiz. Bir motor dolusu ıslak donlu adam dümeni kırıp kıyıya çıkmış, garsonlarla birbirlerine girmişlerdi. Kaçıyorduk. Oltalar annemin bacaklarına dolandı. Kancalar bacağını kanattı. Bir çocuk annesi kanarsa ne hisseder, bilirsiniz.
Atatürk'le dans ettiğini, ailenin diğer kadınlarının saklı bir hazla tekrar tekrar anlattığı monden büyük halamı hep denize arkasını dönmüş bir koltukta misafirlerini eğlerken hatırlıyorum. Paşabahçe'deki evinin önünden uskumru tutulur, tel ızgarada pişirilirdi. Büyük halam kanser olup bir çocuk kâbusu gibi karardığında yatağını salona indirtti, denize doğrultturdu. Denize baka baka öldü. Geçti.
Birinci Boğaz Köprüsü'nü geçerken bir anket yapardım bir ara. "Hangi tarafını seversiniz Boğaz'ın?" derdim. Cevaplar ağırlıklı olarak Karadeniz yönündeydi. Bir akşam Murat Belge'yle karşıya geçerken de sordum. Marmara yönünü gösterdi. "Diğer taraf bir kapanma, içe kapanma duygusu veriyor" dedi. Marmara yönünde tarih, liman ve bir açılma vardı. Doğru. Ama Boğaz her iki durumda da içdenizlere açılır. Kapanır.
70'li yılların ikinci yarısıydı. Nedense korsan gösteriler hep şehrin denize uzak semtlerinde yapılırdı. Mermi sağanağı dinince yattığım yerden başımı hafifçe kaldırdığımda denizi gördüğüm vaki değildi. Deniz kıyısında eylem hafiflik mi olurdu acaba? Deniz örgütten mi kaçırırdı çocukları? Yoksa deniz dünya dışı bir yer miydi militanlar için? Dünyayı değil kara parçamızı mı değiştirmekti amaç?
Sorarım.
O zaman, 1977 yılında bu insanların dikkatini ne çekmiş böyle?
Fotoğrafın hilal biçimindeki kadrajının içine doluşmuş bu insanlar nereye; niye oraya bakıyorlar?
Sağ kenarın ortasındaki o atağa kalkmış çocuğu; kadrajın dışında kalmış birinin karşılamadığı umuduyla cesaretlenerek bu klostrofobik fotoğrafa daha yakından bakalım: Hadi kıyıya çıkmışları, kıyıdan çıkmaya hazırlananları ve kıyıdan hiç çıkmamışları anladık da... Ya denizdekiler? Onlar neden kıyıyla, karayla bu kadar ilgili hâlâ? Madem denize girmişler bir kere, neden yakın çevreleriyle, yakın çevrelerindekilerle bu kadar meşguller (hâlâ)?
Pieter Bruegel'in kalabalık ve merkezsiz tablolarını anıştıran bu fotoğraftaki figürlerden sağ kalanlar üç yıl sonra evlerine gidecekler. Yatacaklar ve gece askeri darbe olacak. Ama onlar şimdiden hapis. Denizden bir şey beklemeyenler onlar.
Diego Velazquez, "Resim tuvalin dışına taşmalıdır" demiş. Sağ ayak parmakları iskeleden taşmış gereksizce büyük figürün bakışını kapattığı bir çocuk kuvvetle muhtemeldir ki, o demin denizde açılmak üzere olduğunu umduğumuz sağ kenardaki çocuğa bakıyor dikkatle. Bakan çocuğun, orada yüzen çocuğun dışında ne gördüğünü, yüzen çocuğu karşılayan birini görüp görmediğini bilmek istemiyorum. Bu fotoğraf kadrajın dışına taşmamalı. Taşmıyor da. Herkes o kadar hapis ki...
Ne zaman denize bakacağız? Ne zaman denize bakacaksın korsan konuklarını, hınzır militanlarını ve uzak tehlikelerini yitirmiş ülkem? Yakın tehlikelerin korkağı! Kara parçam!
Peki, o çadırdaki gençler ne oldu, nasıl yaşadılar sonraki yıllarda? 1969’daki Kanlı Pazar’da ne oldu onlara?
Yaşar Kemal, 12 Mart 1971’de evi basıldıktan sonra niye Kıpçak apartmanından taşındı?
Sadun Boro ve Oda Boro niye limandaki o ağacın altında değil, niye arzuları gerçekleşmedi, gerçekleştirilmedi?
Niye bu ülke ömürleri, hayatın açık denizlerinde değil de, yakın tehlikelerin korkağı bir gündelik hayatın sığlıklarında tükenir?