Türkiye’de “karanlık 90’lar” olarak anılan dönem için bir
başlangıç noktasından söz edilebilir mi? Bu soruya yanıt
vermeden önce “90’lar” denilen dönemi karakterize eden pek çok
özellikten ikisini vurgulamak gerekli belki.
Bunlardan ilki, devletin yasal gücü ve bu gücü kullanan
kurum/kişilerinin, kendilerini ‘bağlaması’ gereken mevzuatın
tamamen dışında davranabilmesi, üstelik bunu gizleme gereği bile
duymamasıydı. Bir mutlak cezasızlık zırhının arkasında, kimi zaman
üniformalı polis ve askerlerin, kimi zaman bunlarla işbirliği
halindeki, kendiliğinden ya da yapılandırılmış düzensiz kuvvetlerin
işledikleri suçlardı…
İkincisi, bizzat görevlendirerek, manipüle ederek,
işbirliği yaparak kullandıkları ‘iç’ ve ‘dış’ mahreçli
bağımsız örgütler, hücreler, kişilerle girişilen
eylemlerdi. Yabancı istihbarat örgütlerinin ajan ve hücrelerinin
karıştığı, içerideki radikal dinci, faşist çetelerin boy gösterdiği
tedhiş eylemleri…
Bu iki özellik, Türk devlet geleneğinin kendi bekasını
tehdit altında hissettiği ya da bir beka tehdidi hissetmesinin
uygun görüldüğü koşullarda ortaya çıkan bir ‘alışkanlık’tır
bir bakıma. Milliyetçilik ve dinin seferber edildiği kitle
mobilizasyonlarıyla birlikte devreye girer. Devletin krizlerini
çözmek için göreve çağrılır.
Bu hatırlatmadan sonra baştaki soruya geri dönüp, Türkiye egemen
sınıfları ve devletinin tarihsel bir krizin çalkantısında olduğu
90’lı yıllar için temsili de olsa bir ‘başlangıç’ noktası ararsak,
yukarıda anılan iki özelliğe karşılık gelen iki ayrı örnek vermek
isabetli olacaktır. Biri, 15 Ocak 1989 gününün ilk saatlerinde
Cizre’ye bağlı Yeşilyurt Köyü’nü basan jandarma komando ve özel
timlerin, saatlerce işkence ettikleri köylülere zorla insan dışkısı
yedirmeleri olayıdır. Kürt köylülerin gördüğü ilk işkence değildir
bu elbette. Ama ‘dışkı yedirme’ düzeyindeki bu insanlık suçu,
dönemin Cumhuriyet muhabiri Celal Başlangıç sayesinde kamuoyuna
duyurulduğu halde, yasal olarak ‘önemli bir sonuç’ doğurmamış,
devlet bu olay karşısında gösterdiği ‘tutum’ ile cezasızlık zırhını
alenen sergileyerek gelen dönemin karakteristiğini ilan
etmiştir.
‘90’ları karakterize edecek ikinci işaret fişeği ise 31 Ocak
1990 günü hukuk profesörü Muammer Aksoy’un evinin önünde silahlı
saldırıyla katledilmesiydi. Aksoy, 61 Anayasasını hazırlayan ekipte
yer almıştı, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucularındandı ve Özal
döneminin fenomeni ‘hayali ihracatçı’ların en büyüklerinden, ilk
banka hortumcusu Kemal Horzum hakkında açılan davada gönüllü
müdahil avukat olarak yer almıştı. Kemal Horzum’un ilk olarak
ODTÜ’de öğrencilere yönelik provokasyon yaparken silahla yakalanıp,
solcu gençlerden temiz bir dayak yemesiyle görülen ‘esrarengiz’ bir
kişi olduğunu belirtelim. Ankara’da küçük bir çay ocağıyla başlayan
‘iş’ yaşamı, MİT’çiler, emekli generaller ve eski milletvekilleri
gibi devlet bürokratlarıyla yaptığı ortaklıklar sayesinde
‘parlamış’, sonunda kamuya ait Emlak Bankası’nı 90 milyon dolar
hortumlamaya varmıştı. Muammer Aksoy’un nasıl bir ‘nefret kesişimi’
içinde kaldığını görmek, 90’lar ve sonrasında bugünlere kadar gelen
inşanın aktörlerini tespit etmek açısından da önemli olanaklar
sağlıyor kuşkusuz.
Velhasıl, Türkiye’de hem siyasal sahneyi ve rejimi, hem de
ekonomik ve toplumsal yapıyı derinden sarsacak sonuçlara yol açan
“karanlık 90’lar” bu iki işaret fişeğiyle başlıyor kabul
edilebilir. Yeşilyurt Köyü vakasından sonra yaşananlar malum:
Yakılan köyler, faili meçhuller, gözaltında kayıplar, infazlar…
Muammer Aksoy cinayetini de 1990’da furya halinde yeni laik aydın
cinayetleri izlemiştir: 7 Mart’ta Çetin Emeç, 4 Eylül’de Turan
Dursun, 6 Ekim’de Bahriye Üçok... Bu organize saldırılar, 24 Ocak
1993’te Uğur Mumcu’nun katledilmesiyle sürdü.
1990, Türkiye egemen sınıflarının bir hegemonya kriziyle karşı
karşıya kaldığının ayan beyan ortaya çıktığı yıldır. 12 Eylül ve
devamı niteliğindeki ANAP politikalarına karşı 1989’da kamu
işçilerinin yaygın direnişiyle ortaya çıkan direnç, 3 Ocak
1990’daki sarsıcı genel grev ve aynı yılın sonunda başlayan büyük
madenci yürüyüşü ile Kürt halkının giderek kitleselleşen direnişi
bu krizi çerçeveler. Tam da böyle bir an’da, bir ucu Kürt halkının
eşitlik arayışına, diğeri laik ve toplumcu aydınlara yönelen bir
kama, ülkenin karnını boylu boyunca yararak krize cebri şekilde yön
vermeye, o yarıktan, Türkiye kapitalizmi için daha uygun bir
dönüşümü ‘doğurmaya’ çalışmaktadır. Siyasal İslamcılık da,
Türkiye’nin kesik karnından bu koşullarda çıkıp, daha önce olan
bitenlerle illiyet bağı yokmuş gibi bir post kuşanmayı başararak o
hegemonya krizinin aşılması ihalesini üstlenecektir.
Bu tarihsel momentte, burjuvazi ve bürokrasinin önemli bir
bölümü ile onları temsil eden ‘merkez siyaset’, yaşanan gerilimi,
tüm toplum için sınıfsal, Kürt halkı için tarihsel ve sosyal bir
sorun olarak değil; boydan boya bir ‘kimlik’ sorunu ve çatışması
olarak algıladı. Kavga düzenini de bu eksende kurdu. Gündelik
hayata, yaşam tarzına, giyim kuşama sıkıştırılmış, mecalsiz ve
nafile bir tutuculuk olmaktan öteye gidemedi bu ‘kavga’ da,
tabiatıyla. Toplumun dönüşümünden, sömürülen sınıfların
hoşnutsuzluğundan uzakta kurulmuş denklemde, kimi zaman, bilerek ya
da bilmeyerek, ‘karşıt’ inşanın değirmenlerine su taşıdı.
Bunun en tipik örneği 7 Mart 1990’da yayın yönetmeni Çetin Emeç,
gazeteleri arayarak “İslam düşmanı olduğu için öldürdük. Sıra
sizde” diyen kişilerce öldürülen Hürriyet gazetesinin, üç yıl
sonra Sivas’ta, bu hareketin tekil suikastlardan toplu kıyımlara
varacak bir zemin kazandığını gösteren 2 Temmuz Katliamı’na
bakışıdır. Gazete, 35 kişinin mezhepçi sloganlarla yakılmasına dair
haberi, yazar Aziz Nesin’i suçlayan bir manşetle duyurmuştu: “Aziz
Nesin isyanı!” Birkaç yıl sonra İslamcı partiyle bir savaşa
girişecek olan devlet bürokrasisinin tutumu da buydu. Dönemin
İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, “Aziz Nesin'in halkın inançlarına
karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki
göstermiştir” diyordu örneğin. Başsavcılığını sonradan siyasal
İslam'la mücadele içindeymiş gibi gösterilen Nusret Demiral’ın
yaptığı DGM’nin iddianamesinde “Aziz Nesin'in varlığı eylemin
sebepleri arasında” gösterilecekti. Sivas Katliamı, dinci
radikalizmin suikast ve bombalamalarla seyreden bir tedhişçilikten
ibaret olmadığını, çoktan toplumsal bir temel kazandığını
göstermişti esasında. Ama burjuva basının ‘amiral gemisi’nden tutun
da devletin ‘bekası’ için ihdas edilen DGM’ye kadar, dönemin tüm
statüko araçları bunu görmeyi reddetti. Bunda devletin, emekçi
sınıfların huzursuzluğuna karşı ‘banliyö islamcılığı’, Kürt
hareketine karşı da Hizbullah ile kurduğu ‘çıkar’ ilişkisinin de
payı vardı elbette. Ama işte, Türkiye kapitalizminin krizi
derinleştikçe, merkezinde İslamcı ağların olduğu bir yeni bina da
yükselmeye devam etti.
Türkiye’de ‘laik’-milliyetçi otoriter siyasal hegemonyanın
krizine radikal sağın verdiği karşılığa ilişkin son ve sonuçsuz
direnç ise ordudan geldi. Erbakan’ın başbakanlığıyla infilak eden
gerilim, vaat edildiği gibi “bin yıl dayanacak” bir set öremedi.
Laik generallerin, büyük sermaye ve basının, bunlar etrafında son
bir gayretle bir araya gelen sivil kuruluşların, konuyu
yine salt bir ‘kültürel çatışma’ olarak alan, İslamcı ağların
özellikle kent yoksulları içindeki örgütlenme ve kök salma zeminini
görmezden gelen tutumlarına bağlı olarak, kısa sürede çözüldü. 28
Şubat, geçici bir duraksamaya, bu esnada da İslamcı kadrolar
açısından ‘işlevsel bir dönüşüm’ için zemine yol açtıktan sonra
geri çekildi.
Yaklaşık 20 yıldır yeni dinci-milliyetçi hegemonyanın bitmeyen
inşası altında yaşıyoruz. Ve şimdi de, yine ekonomik ve toplumsal
krizler silsilesinin içinde, bu tamamlanmamış inşa bir kriz
yaşıyor. Vaktiyle rızasını devşirdiği, enerjisini kullanarak
müesses nizamın duvarlarını çatlattığı alt sınıflar için bir
gelecek ve umut vaat etmiyor. Ve tıpkı kendi karşıtlarının
kendilerine yaptığı gibi, bir ‘kimlik’ kavgasını göreve çağırıyor.
90’lar boyunca, suni kültürel kimlik fayında elde ettiği
randımanın, sonsuzca işleyecek bir siyasal alan kurduğu
yanılsamasına bu kez onlar kapılıyor. Kendi manevi düşkünlüğü
karşısında ezanın, caminin, tapulu malıymış gibi davrandığı diğer
manevi avadanlığın itibarıyla savunma yapıyor. Giderek
yoksullaşmış, düşük ücret, işsizlik ve borç sarmalındaki
kalabalıklar için yeni bir şey önermek bir yana, tüm sermayeye çok
daha otoriter bir emek rejimi vaadiyle göz kırpmaktan öte bir
siyaset üretemiyor. HDP’ye yıllardır uyguladığı şeytanlaştırma
stratejisini CHP’ye doğru genişletiyor. Eski yol arkadaşlarının
kurduğu partilerin dışarıda kalması için seçim sistemini değiştirme
pazarlıkları yürütüyor. Türkiye kapitalizminin ihtiyaç duyduğu
siyasal istikrarı, denklemin siyaset kısmını lağvedip
sadece zor yoluyla sağlanmış kırılgan bir ‘istikrar’a indirgemenin
adımlarını atıyor. Siyasal krizin olağan ve organik bir çözümü
yerine, daha katı bir otoriterliğin adımlarını… Bunun için, cami
hoparlörüne ‘kutsal emanet’ muamelesi yapma yaygarasına varacak bir
kimlik fayına ihtiyacı var. Geleceksizlik girdabındaki yoksulları,
hakları tarihi bir saldırı altında olan emekçileri, köylüleri,
küçük üreticileri ve siyasal katılımın dışına sürülen Kürt halkını
birleştirebilecek olası bir rakip odağa karşı minderi, sağcılığın
bereketli istismar bahçesine seriyor. Genel bir rıza üretimi
yerine, toplumsal itirazın bir tür diktatörlük ile kontrol
altına alınması projesine olabildiğince militan kazandırmayı
hesaplıyor olmalı bu yönelim. Ve o ‘sağcı’ minderin sınırları
içinde kalan, cami hoparlöründen şarkı çalınmasının toplum için
öteki sorunları perdeleyen bir hassasiyet yarattığını sanan
‘muhalefet’ de ne toplum ne de sermaye klikleri için inandırıcı bir
seçenek üretebiliyor.