Sene 1992. Henüz 18 bile olmadan girdiğim Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nun ‘Kulis’ adlı kantinindeyim, gözüm duvardaki 37 ekran monitörde. Öğrencilerin yayın yaptığı “Kulis TV”yi izliyorum hayranlıkla.
Kapalı yerlerde sigara yasağı falan yok o zamanlar. Büyümenin afili kanıtı elimizdeki sigaralar. Kantin feci duman altı. Masalarda küllük olarak film kapakları var. Bir süre sonra, okulumuzun mezunu ressam arkadaşımız, huzur içinde uyusun, Fatih Urunç’un dev bir resim yapacağı o koca duvarda onlarca afiş, ilan. Kantinin vazgeçilmezi ankesörlü telefon o duvarın yanı başında. Aynı katta bulunan Fotoğraf Atölyesi ayrı bir dünya. Agrandizörler, küvetler, tanklar… Karanlık odanın gizemi, solüsyonların kokusu, koridordaki harika fotoğraflar okul ile mesafeli ilişkime(!) rağmen büyülüyor beni.
Keşfedilecek ne çok şey vardı ve dünya ne kadar büyüktü, heyecan vericiydi! Okulun her katı ayrı bir dünyaydı, her hocanın odası -birkaçı hariç- gizemli bir kütüphaneydi sanki. Sinema salonumuzun Mülkiye’den, Eğitim ve Hukuk Fakültelerinden de hayranı çoktu! Hukuk’taki arkadaşlarımız tuğla gibi Borçlar Hukuku kitaplarıyla gezerken biz film izler, sınava girerdik. Mülkiye’nin amfilerindeki forumlar, alt kantin de bizim için çok çekiciydi. Sinema salonunun kaloriferleri çalışmadığı için sinema derslerine battaniyemiz ve çay fincanlarımızla girip -ve yine sigara içmeyen arkadaşlar affetsin- sigaraları tüttürerek film izleyişimiz… En heyecanlı yerinde filmi küt diye durdurup plan, sekans, sahne anlatan kısacık saçlı, yuvarlak gözlüklü, ağzını şapırdatmasını çok ama çok sevimli bulduğum Nilgün Abisel Hoca unutulur mu hiç. Hele bahar aylarının vazgeçilmezi Ay Işığı Sineması…
Ev arkadaşıma “bir çorabı kahverengi diğeri lacivert, donu dışarıda, dağınık saçlı bir hocam var, idolüm o!” dediğim -huzur içinde uyusun- Erol Mutlu. Okulun önünde slogan atan öğrencilere ikinci katın penceresinden “Bu detone sloganlarla bir bok yapamazsınız, azıcık yaratıcı olun!” diye bağıran Erol Hoca’nın anlatmakla bitmez hikâyeleri. Sınavımızı unutup, ev telefonundan arandıktan 40 dakika sonra yaka paça dağılmış bir şekilde sınıfa girip “Siz kaçıncı sınıftınız?” diye sorması, ‘Senaryo’ dersine girip “Sinemada son izlediğim film Susuz Yaz” diyerek hepimizi güldürmesi …
Mehmet Sobacı Hoca’nın ‘Reklam Atölyesi’nde, kâğıt israfı saydığı ödevleri top yapıp beyzbol sopasıyla yolladığı meşhur çöp sepeti. Öğrencilerin yayın yaptığı radyomuz, Nuh Nebi’den kalma kameralar ve montaj setlerinin bulunduğu TV Birimi.
Davudi sesiyle ve görkemli burnuyla bir heykel gibi dimdik duran, Nurullah Ataç, Aldous Huxley, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Thomass Man isimlerini bir nefeste, tek bir cümle içinde örnekleriyle sıralayan, Köy Enstitüsü mezunu olduğunu hepimizin bildiği Emin Özdemir… Kapısına hınzırca bilim kurgu kitapları bıraktığım, yıllar sonra Türkçe ile başım belaya girdiğinde akşam vakti ev telefonundan arayıp danıştığım Hocam…
Hangi birini sayayım… Hepsi birbirinden değerli hocalardı. Sorduğu sorularda yorum var diye kızıp yanıt vermediğim ve dersinden kaldığım Ahmet Taner Kışlalı’nın suikast sonucu öldürüldüğü gün televizyon muhabiri olarak evinin önünden yayın yapacağım aklıma gelir miydi? Mesleğe başladıktan sonra siyasetçi olarak takip ettiğim hocalarım Mümtaz Soysal, Şükrü Sina Gürel, gazeteci-siyasetçi Türker Alkan… Benim dönemimden önce Marmara Üniversitesi’ne gitse de rüzgârının bize kadar ulaştığı Ünsal Oskay… Herhangi bir yerde Jürgen Habermas’ın ‘Kamusal Alanın Yapısal Dönümüşü’ eserini veya Hannah Aredt adını görsem mutlaka aklıma düşen Sevda Alankuş Kural… Uzun, sıralı-bağlı cümleleriyle ve kendine has üslubuyla ve tabii ki elinde sigarasıyla feminist hocamız Eser Köker… ‘32. Gün’ ekibinden, ders anlatımıyla hepimizin ilgisini çekmeyi başaran Bülent Çaplı… Karizmatik Arslan Sonat…Sinema ve müzik tutkunu Oğuz Onaran…Ve daha genç ama hepimizin gözbebeği olan hocalarımız Sevilay Çelenk, Funda Başaran, Gülseren Adaklı…
O hocaların çoğu başka okullara gitti veya emekli oldular ama geride kendileri gibi eşsiz insanlar bıraktılar. Kadro değişti, yenilendi ama okulumuz despotizme daima direndi; ta ki, Ekim 2014’teki Kobane eylemleri sırasında rektörün kampüse polisi sokup daha sonrasında İLEF kantinine MOBESE kameraları yerleştirerek öğrencilerini, hocalarını korumaktan vazgeçene kadar. O gün öğrencileri koruyan hocalara saldıran polis, rektörden aldığı güçle ve siyasi iktidarın hedef göstermesiyle yapmadığını bırakmadı. Eğitim Sen’li o genç akademisyenlerin polis tarafından darp edilerek gözaltına alınmasını sessizce izleyenlerin bugün ahlanıp vahlanmaya hakkı yok. O hocalar ilk KHK ile ihraç edildiğinde susanlar, son KHK ile İletişim’in, SBF’nin bitirilişine bakıp vicdan azabından, utançtan insan içine çıkamamalılar. Dün polis Cebeci Kampüsünde sadece ‘barış imzacısı’ akademisyenleri, onlara destek olanları darp etmedi. Dün Türkiye’deki tüm üniversiteler, akademisyenler darp edildi.
Kalan ve içlerinde saygı duyduğum az sayıda hocam affetsin ama kendisine Türkiye’nin “Frankfurt Okulu” yakıştırması yapan Basın Yayın Yüksek Okulu’nun yani İLEF’in ruhuna el Fatiha… Sadece İLEF değil, SBF’nin de…O rengârenk kampüs şimdi sağdan say İbiş, soldan say İbiş!..
Bütün bu karamsar tablonun yanında bilmem fark ettiniz mi, dün Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü önünde, ‘olağanüstü hal’in korku duvarı yıkıldı. Gaza, plastik mermiye rağmen, her yaştan mezun, hocalara destek için oradaydı. Siyasi makamların işin buraya varacağını görerek yaptığı ve geri adım olarak okunan o açıklamaların somut adım atılmadığı sürece hiçbir anlamı yok. Altında tüm Bakanlar Kurulu’nun ve Cumhurbaşkanı’nın imzası olan o kararnamelerden hem siyasi irade hem YÖK sorumludur. O listelere hocaların adını yazan rektörler mi? Çok yakın gelecekte onların adını kimse anmayacak ama hocalarımız bizim gururumuz olmaya devam edecek tıpkı Cebeci Kampüsü kapısındaki polis ablukasını delmeye çalışan Korkut Boratav gibi.