Sağduyunun baskısında adalet ve hayvan hakları

Sokak hayvanlarıyla ilgili meselenin toplumun gündeminde sivrilmeye başlamasıyla, binlerce yıldır dostlukla nitelenen bir ilişkiye yönelik sağduyusal bakışın başka yere doğru kaymasına tanıklık ettik.

Abone ol

Açık otorite yerine ‘adsız otorite’ hüküm sürüyor ve bu, sağduyu, bilim, ruh sağlığı, normallik ve kamuoyu kılıklarında karşımıza çıkıyor.

Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış

Halkla ilişkilerin ileri teknikleriyle donatılmış bir toplumsallıkta yasal olan ile hukukî olan arasında ayrım yapma gücü giderek tükenmektedir. Bu, bir yönüyle bir “hakikat” sorunudur. 2016 yılında Oxford Dictionary tarafından “post-truth” (doğruluk sonrası) yılın kelimesi ilan edildiğinde içinde yaşadığımız dönemin bir karakteristiği de açığa vurulmuştu: Neyin doğru olduğunun giderek önemsizleştiği bir dünyada hukukun incelikli ayrımları daha da kırılganlaşmakta, söylemin öznel veya kimliğe dayalı gücü “müesses nizam”ı tahkim eder hâle gelmektedir. Popülizmin yükselişine paralel olarak yasa yapma gücü kamuoyu oluşturma gücüyle örtüştüğü oranda bir güç olarak hukuk silikleşmektedir. Bu çerçevede sağduyuyla donanmış kitleler için “adalet”, bir değere gönderme yapmaktan çok, yarışı kaybetmiş kesimlerin talep ettiği bir lütuf olarak görülme eğilimine sıkışır.

Meclis’te henüz görüşülen Hayvanları Koruma Kanunu vasıtasıyla yeniden bakma ihtiyacı duyduğumuz hayvan hakları meselesi, odağımıza “hak” kavramını aldığımız oranda toplumsal lütfun bir örneğini sunuyor: Eğer hak ile belirli bir durumda olmanın sağladığı bir imkândan söz ediyorsak bazı toplumların diğerlerinden daha lütufkâr oldukları görülür! Bir hakkı, bireysel veya toplumsal öznelerin politik tercihlerinden, merhamet veya bağışlarından ibaret görürsek ortaya çıkan manzara, toplumu var eden uzlaşının yerini güç ilişkilerine bıraktığının resmidir. Siyasî gücü elinde bulunduranların hukuku bütünüyle biçimlendirmeleri durumunda da yasa ile hukuk aynılaşmakta, uzlaşı ve adalet kalabalığın ayakları altında ezilmeye terk edilmektedir. Bu noktada hukuk ve yasa ile sağduyu ve uzlaşı arasındaki çelişkilere bakma ihtiyacı belirir.

Hukuk, kelime olarak haklara gönderme yapar. İnsan haklarından ya da hayvan haklarından söz ettiğimizde de esasen daha geniş bir bağlamda adaletten söz ettiğimiz için hukuk ile adaletin teminat altına alındığı bir siyasî çerçeve ima edilir. Klasik kaynaklarda adalet, zulmün karşıtı olarak, hak sahibine hakkını vermek olarak anlaşılageldiğinden kimin neye hakkı olduğu da hukukla belirlenir. Ancak hukuk ve özel olarak haklar, altın ya da krom gibi doğada keşfedilen şeyler değil, toplumsal ve tarihsel tecrübenin ortaya çıkardığı bir ortak akılda filizlendiklerinden hakları çoğunluğun veya güçlünün bir bağışı olarak gördükçe kaybedeceğimiz şey uzlaşı olacaktır. Çünkü haklar/hukuk sorunu ancak bir uzlaşı ile çözülebilir. Öz olarak söylenirse hak, doğal bir kategori değil, insan ve değerlerine ait bir kavram olarak toplumsal uzlaşının bir konusudur. Sağduyunun, gücün denetimi altında şekillenen bugüne odaklı kaba hatlara sahip olmasının aksine uzlaşı, tarihin süzgecinden geçmiş olmakla bizi erdeme daha çok yaklaştırır gibi görünmektedir.

Sağduyuyu farklı şekillerde tanımlamak olasıdır. Ancak esası alelade bir bakış açısıdır, ortalama insanın eğitim veya kültürel aktarım kanallarından beslenen anlayışıdır. Fizik kuramı bilmeksizin kütle çekimini, psikoloji bilmeksizin narsisizmi, belki de hiçbir şey bilmeksizin bildiğimizi bilmemizi sağlayan, dünyayı anlaşılır bulmamız ve dünyayla birlikte kendimize ve diğer insanlara ilişkin yargılar üretebilmemiz sağduyumuzun bir marifetidir. Anlaşılacağı üzere bu aleladelikle sağduyumuz, farklılıkları gözeten epistemik bir güvenilirlikten ziyade iktidarın eğitsel ve kültürel kodlarına batmış kalabalıkla kurduğumuz ortaklığın rahatlığına yaslanır. Bu özellik onu siyasî alanın düzenlenmesinde işlevsel hâle getirmektedir. Sağduyu çoğun dil, semboller, genel ahlâk, makuliyet gibi toplumsal mutabakat ile ortak bir zemini paylaşır. Hatta dışına çıkıldığında tecrit ve dışlanma gibi müeyyideler içeren bir baskıya da aracılık eder. Ancak toplumsal mutabakatın etkin özne talebinin aksine sağduyu taşıyan özne edilgindir. Bu nedenle baskı araçları yoğunlaştıkça zeminindeki toplumsallık yerini kitleselliğe bırakır. Canetti’nin ifadesiyle “kitleyi terk etmek hayatın kendisini terk etmek demek” olduğundan sağduyu, alelade bir bakışa dayansa da siyasî arenada önemli bir silaha dönüşebilme potansiyeli içerir.

Sokak hayvanlarıyla ilgili meselenin toplumun gündeminde sivrilmeye başlamasıyla birlikte, binlerce yıldır dostlukla nitelenen bir ilişkiye yönelik sağduyusal bakışın yavaş yavaş başka yere doğru kaymaya başladığına da tanıklık ettik. Bu değişim, hayvanlara ilişkin toplumsal uzlaşının kitlesel bir kamplaşmaya dönüştürüldüğü siyasî bir manevra olarak okunabilir elbette. Ancak aynı mesele, daha derinde, toplumsal bilinç düzeyinde, adalet fikrinin ve duygusunun ne kadar tahrip edilmiş olduğunu da aşikâr kılar. Hatta bir nebze risk alınarak biraz daha derine, mesela toplumsal bilinçdışı denilebilecek daha örtük bir alana eğilirsek, adaletten tamamen soyutlanmış bir menfaat talebinin ilkel arzularından söz edilebilir. Muhtemelen bu üç düzeyi de bütünleyecek şekilde şu genellemeyi yapmak olasıdır: Uzlaşıya dayalı biçimde herkesi kucaklayan bir hak anlayışı yerine belirli bir odakta merkezîleşmiş bir menfaat talebi baskın hâle gelmiş durumdadır. Bu odak, temel ücretlerin düşüklüğü, cinsiyet ayrımcılıkları, mahkemelerin adil kararlar vermemesi, anayasanın defalarca çiğnenmesi, kamuya girişlerdeki haksız elemeler gibi konularda farklı grupları dışlayacak şekilde sürekli yenilenmekte ama esasını “izole edilmiş mutlak birey”in beklentilerine dayandırdığı kadarıyla “herkes”e, yani kitle iletişimi yoluyla inşa edilmiş sağduyuya dayandırmaktadır. Bu yüzden olsa gerek farklı yerlerde büyük tepki çekebilecek skandallar, yolsuzluklar, yalanlar ve hukuksuz uygulamalar kısmî ve geçici bir tepkiden fazlasıyla karşılaşmamakta.

Yıllar önce Ahmet İnam’ın “iktidarın iktidarına katkı sağlayan kişi” olarak işaret ettiği “makbul vatandaş” da bu kitleselleştirilmiş bakış açısına mahkûm değil midir? Modern dünyada üretilen “kitle” kavramı, ticarî ya da siyasî bir hedef olarak daima yönlendirmeye açık tutulmak için belirli bir vasata hapsedilmiş insan yığınlarına gönderme yapar. Bu yönlendirmenin yöntemsel dayanağı, her ne kadar tarihsel olarak kilisenin tebliği veya “propaganda”sından ilham almışsa da Sanayi Devriminin seri üretiminin muhtaç olduğu dağıtım teknikleriyle beraber özgün bir karakter kazanmıştır. Sanayi toplumu koşullarında insanın bütünden kopuk olarak parça üretimine odaklanmasıyla ortaya çıkan emeğe yabancılaşmanın bir neticesi olarak kendine yabancılaşma; hayatın bütününden kopmak, kendi yerine dair ufkunu kaybetmek, muğlak olduğu kadar da mutlak bir ben’e hapsolmak demekti aynı zamanda. Marcuse, Tek Boyutlu İnsan’ın girişinde “yabancılaşma”nın, kitlesel dağıtım sürecinin bireyin toplumla özdeşleşmesi süreci olduğunu yazarken sistemin rasyonalitesinin yarattığı bilincin, gerçek bilincin yerini alışından söz etmişti. Endüstrileşme ve ticaretin yaygınlaşması, bireyin gerçek ihtiyaçlarının yerini kendisine sunulan yapay ihtiyaçların almasıyla ve böylece daha çok insanın beklentilerinin giderek bir vasatta birleşmesiyle neticelenmişti. Toplumsal beklentiler normalin ne olduğuna dair cevaplardır. Kendini toplumla özdeşleştirebildiği ölçüde birey için de normallik, günlük hayatın akışında bir pürüzsüzlük hissi verebilecek sağduyuya dayanmaktadır. Normal olana yaklaştıkça sağduyunun daha çok soruyu cevapladığı, daha yaygın inanışları gerekçelendirdiği bir ortamda birey kitlesel etkiye daha açık hâle gelmektedir. Reklam ile siyasî propagandanın müşterek zeminini ifade eden sağduyu; yaygın eğitim, dil kullanımı ve toplumsallaşma aracılığıyla genel ahlâktan ruh sağlığına, estetikten hakikat algısına insanî değer dünyasının bileşenlerini bir arada tutan bir tutkal mesabesinde sistemin rasyonalitesini yansıtıcı bir rol kazanır. Bu nedenle bugün sosyal epistemolojide “tanıklık” yanı sıra en önemli kavram “sağduyu”dur: Gestaltçı yaklaşımdan hareketle ifade edilirse görmek, işitmek ve bilmek için paylaşılan ortak algı ve idrak kalıplarına sahip olmak gerekmektedir. Modern toplum bir anlam örüntüsünü paylaşabildiği ölçüde birbiriyle iletişim kurabilen, neyin makul olduğu ve dolayısıyla neyin makbul olduğu konusunda bilinç düzleminde birbiriyle özdeşleşmiş öznelerden mürekkeptir.

Mevcut değer sistemimizde hayvanları birer meta olarak gördüğümüzü, alınıp satılan, hatta endüstriyel yolla üretilen birer eşya mesabesinde kavradığımızı inkâr etmeksizin de onlara yönelik eziyeti tasvip etmemenin bir uzlaşı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü onları, onlarla paylaştığımız bu dünyanın doğal birer paydaşı olarak görüp tecrübelerimizin yarattığı empati aracılığıyla kendimize yakın buluruz. “Bilinç” kavramı hakkında insan için bile bilimin veya felsefenin açık bir çözümlemesine ulaşılmış olunmadığından hayvan bilincine dair elbette kesinliklerden uzağız. Ancak sinir sistemlerinin gelişmişliği ölçüsünde insana yakın deneyimlere sahip oldukları da bilinmektedir. Ziyadesiyle kurumsal dinlerin karakterize ettiği geleneksel değer paradigmasının varlıklar arasında insanı merkeze ve üste yerleştiren hiyerarşik anlayışında daha az dikkate alınan bu durum evrene bakış açımızla beraber değişiyor. Kopernik Devriminin insanı evrenin merkezinden uzaklaştırma süreci Sanayi Devriminin insandan ve tabiattan talepleri nedeniyle bir netice kazanamadı. Ancak nüfus artışı ve üretim tekniklerinin kapı araladığı antroposen çağında ekolojik talepler, natüralist açıklama modelleri ve romantik bir arzuyu ifade etse de “doğaya dönüş” çağrıları değerlerimizi yeniden gözden geçirme imkânı sunmuş oldu. Bunun nereye evrileceğini kestirmek güç. Ne var ki bunun, “adalet” kavramının ahlakî temelini, kendimiz için istediğimizi başkaları için de isteme gereğini teyit etmenin yeni bir aşaması olduğu görülebilir. Ancak bu defa onu, sadece gökyüzüyle sınırlı değil, verdiğimiz zararın karşılığı olacağının farkındalığıyla yeryüzüyle ilişkilerimizde de anlamlandırma zaruretimiz söz konusudur. Elbette adaleti mutlak bir eşitlik olarak görmek gerekmez. Ne var ki kendi üretimimiz olan yaşanmaz şehirlerin günahını engellilere, yoksulara, kadınlara boca etmek bir hak olamayacağı gibi maliyeti hayvanlara çıkarmak da adil olamaz.

Sonuç olarak hayvanlar için adalet talebi, salt adalet talebinin bir parçasıdır. Bu talebin dayanağı belirli bir kesimin veya sınıfın arzusunda değil, yeryüzünü paylaştığımız tüm canlılara ilişkin tarihsel süreçlerden geçmiş bir uzlaşmada bulunmaktadır. Tüm hakları olduğu gibi hayvan haklarını da daha ileriye taşımak, yeni bakış açıları kazanmamızın sonucunda ortaya çıkacaktır. Bu bakış açılarıysa resmî formlardan, yasa metinlerinden, mahkeme kararlarından, Meclis tutanaklarından dayatılan durağan, statükoya bağımlı, şimdiye odaklı, sağduyusal anlayışımızda değil; hukuku ve karşılıklı uzlaşma zeminini genişletme irademizden çıkarak mümkün olacaktır. O zaman normlarımız da normallerimiz de adalete biraz daha yaklaşmış olacaktır; böylece şehirlerimiz bizler için de sokak hayvanları için de daha yaşanabilir hâle gelecektir.

*Dr.