Giderek daha fazla insan, yer, ilişki ve ortam zehir yeşiline boyanıyorken bizim bunlardan ak kaşık gibi çıkmamız mümkün mü? Suya ve havaya karışan zehirden hepimiz nasibimizi almamış mıyız? Toksiklikten korunmanın yolları var mı? Güven, toplum sözleşmesinin en kuvvetli sözsüz zeminlerinden biri olduğuna göre birbirimize asgari düzeyde yeniden güvenmeyi başarabilecek miyiz? “Toksik erkeklik”ten yaygın güven krizine, toksik ailelerden toksik arkadaşlıklara, nedir, nelerden yapılmadır bu “toksik”?
Geçtiğimiz haftalarda, çok ağır bir valizle bindiğim taksinin şoföründen navigasyonu açmasını istedim. “Gayet iyi biliyorum orayı, merak etmeyin,” dediği halde biraz ısrar ettim. Çünkü hangi yoldan ve kaç dakikada varacağımı bilmek istiyordum, ayrıca bazen çok yanlış güzergahlar seçilerek ücret iki üç katına çıkabiliyordu. Söz meclisten dışarıydı tabii. Sen misin bunu diyen. Taksici önce ona güvenmediğimi düşündüğü için bana gücendi. 20 yıldır bu işi yapıyordu. İstese çoğu meslektaşının yaptıklarını yapabilirdi ama şükür böyle şeylere tamah etmiyordu. Benden alacağı beş kuruşa ihtiyacının olmadığını da ima etti. Vatandaşa, hele de bir kadına yardımcı olmak istemese etraf elinde dolar sallayarak bekleyen yabancı müşterilerle doluydu.
Trafik sıkışıklığı da aleyhime işledi, sonraki 20-25 dakika boyunca “hayatın tam içinden geldiği”yle başlayan dolandırıcılık şahitliği anılarını dinledim. Damacana su mu kullanıyordum? Mutlaka 24 saat güneşin altında bekletip suyun yeşile dönüp dönmediğini kontrol etmeliydim. Çoğu firma musluk suyunun üstüne tatlandırıcıyı basıp kaynak suyu diye yutturuyordu, biz de paraları bayılıyorduk saf saf. Dışarıda et katiyen yemiyordu, hele tavuk, evlerden ırak. Çalıştığı yerlerde kokmuş tavukların şoklandığına defalarca şahit olmuştu. Kendisinin karısını aldatmayıp tanıdığı neredeyse herkesin aldattığından, herhangi bir otomata atılan bozuk paranın bir tel yardımıyla nasıl geri çekilebileceğine, darp edildiği iddiasıyla kendi dükkanını yağmalayan büfeciyi suratına attığı kesiğin yüzeyselliği nedeniyle nasıl şıp diye yakaladığına varana dek anlattı da anlattı. Öyle bir monologtu ki ben indikten sonra bile sürdüğüne neredeyse eminim. Peki 20-25 dakika boyunca akla gelebilecek her sektör, meslek türü ve ilişki biçiminde dolandırıcılık, kandırma ve aldatmanın ne kadar yaygın olduğunu anlatan birinin kendisine koşulsuz bir güven duyulmasını beklemesi ironik değil mi?
Bu upuzun monolog bana iyi bir fikir mesaisi sağladı. Bir süredir pek çok başka durumda da gözlediğim şeylerdi bunlar: Yaptığının bir iş değil bir tür iyilik olduğuna içtenlikle inanıyordu. Bu nedenle de işin temel kurallarına uyduğu, kandırabileceği halde kandırmadığı yani “normal” olanı yaptığı için gücenikliği cepteydi. Karşısındakinin de kurallara uyan ve insanlara saygı duyan biri olup olmamasının bir önemi yoktu. İnsanlar genel olarak kötü, o iyiydi ve kimse bunun kıymetini bilmiyordu. Tanıdık geldi mi?
Artık “ekmek, su” kadar sıklıkla kullandığımız toksik kavramı üzerine doğal olarak sıklıkla düşünüyorum. “Toksik” evet, muhakkak ki güven suiistimaliyle çok ilgili bir kavram. Öte yandan güvenin mutlaka suiistimal edileceğine duyulan inançtan da çok besleniyor.
“Uçan Süpürge Vakfı” ve “Last Penny” işbirliği ürünü sanat söyleşilerinin ilki için hafta sonu Ankara’daydım. Uzun yıllar yaşamış olduğum Ankaram iki gün yine güzelce bağrına bastı beni. Eski dostların ferahlatıcılığından o yaz sıcağında söyleşiyi dinlemeye gelen hatırı sayılır miktarda katılımcının büyük ilgi, dikkat ve donanımına dek… Söyleşinin yerli dizi içeriklerine dair kısmında giderek bu kadar karamsarlaşan bir toplumda neden daha ferahlatıcı içeriklere mesela komediye değil son derece kaotik, entrik içeriklere çok daha fazla ilgi gösterildiği sorusu da geldi. Daha önce yazılarımda da değindiğim bu noktayı aşağı yukarı şu biçimde açıkladım: İnsanlar kandırılmak, “oyuna gelmek” istemedikleri için gerçek hayattakinden daha aşırı ve konsantre entrika, aldatma, kötücüllük hikayeleri izlemekten haz duyuyor. Böylece bir tür bağışıklık kazanıldığına inanılıyor.
Bir süre Ankara’da vakit geçiren bilir zaten, insana otel havluları bile daha “terbiyeli” gelir. Gerçi son birkaç yılda İstanbul’dan uzaklaşıp da havadaki toksik düzeyin hızla azaldığını hissetmediğim pek bir yer de olmadı. Yalnız Türkiye’de değil, pek çok açıdan şiddetli sorunlar yaşayan Azerbaycan’dan Makedonya’ya her yerde insanlar da ilişkilenme biçimleri de daha az toksik ve sakin geldi. Güzelim İstanbul’umuzun toksik gerilimi yakında havayı yemyeşile boyayabilir. Ne yapalım, çoğumuz bu şehri hala, her şeye rağmen sevmenin yanı sıra iş güç nedeniyle, pahalılıktan depreme her tür riskle katmerlenmiş bu toksik havayı solumayı sürdüreceğiz. Ayrıca İstanbul dediğin koca bir “çokluk” halidir. Burada ekstrem düzeyde olan her şeyin mikro versiyonları memleketin her yerinde oluyor, yerleşiyor, serpiliyordur.
Hatırlarsınız, Oxford Sözlüğü 2018’in sözcüğünü “toksik” (toxic) olarak açıklamıştı. Sözlüğe göre çevre sorunlarından siyasete, hava kirliliğinden erkekliğe ve ilişkilere kadar pek çok alana damgasını vuran kavram, “toksik”ti (zehirli, sağlığa zararlı). Geçen beş yılda dünya her açıdan biraz daha zehirli bir yer halini aldı. Biz buralarda zaten nasıl soluk alıyoruz, anlamak güçleşti. Öte yandan bu konuda kafa kurcalayan şeyler de arttı. Mesela giderek daha fazla insan, yer, ilişki ve ortam zehir yeşiline boyanıyorken bizim bunlardan ak kaşık gibi çıkmamız mümkün mü? Suya ve havaya karışan zehirden hepimiz nasibimizi almamış mıydık? Acaba ne ölçüde dönüşmüştük? Toksiklikten korunmanın yolları var mıydı (hayır inziva değil ve bu pek mümkün de değil). Güven, toplum sözleşmesinin en kuvvetli sözsüz zeminlerinden biri olduğuna göre birbirimize asgari düzeyde yeniden güvenmeyi başarabilecek miyiz?
Tüm bunlar bir yazının sınırlarını aşar. Yazımın bu kısmında çeşitli türden şiddetine her gün maruz kaldığımız için çoğunlukla “toksik erkeklik” biçiminde kullandığımız “toksik”in görece daha az anılan diğer taraflarına biraz değineyim.
GÜVEN KRİZİ
Bizimki kadar doğruluk, dürüstlük bakımından mangalda kül bırakmayıp birbirine bu kadar çok yalan söyleyen toplum çok azdır. Ve yaygın yalan, ruh çürüten, berbat bir şeydir; nasıl meşrulaştırılırsa meşrulaştırılsın. Günlük hayatın kaotikliğinin, genel yüzleşme geleneği eksikliğinin yanı sıra şu tür bir durum da neden oluyor bence buna: Kandıran, kendine bir güç atfediyor, karşılığında kandırılabileceğini düşünmüyor ya da bunu önemsemiyor. Vasat ve az üstü ‘kurnaz’ aklın en tipik belirtisi karşısındakini kolaylıkla oyuna getirebileceğini düşünmek ve bunun dışarıdan nasıl göründüğünü önemsememek. Toplumun ve ilişkilerin giderek daha toksik hale gelmesinin altında yaygın bir güven krizi yatıyorsa, bunun da bir nedeni kendine gereken mesafeden ve adil bakamayan insanların çokluğu ve bu konudaki empati eksikliği.
TOKSİK AİLELER
Günümüzün rağbet gören psikolojik yaklaşımlarının, her şeyin suçunu “fazlasıyla” ebeveynlere ve yetiştirilme biçimine yıkma konforundan yararlandığı ve bunun hem toplumsal hem de siyasal olanı bir çırpıda paranteze alan zararları ortada. Öte yandan ailenin toplumun ve dolayısıyla “suç”un en küçük birimi olduğu da unutulmamalı. Aile kadar karmaşık ve az ya da çok travmatik bir yapının türlü düzeylerde mutlaka toksik olacağı düşünülebilir. “Toksik aile” diye tanımlayabileceğimiz şeyinse bana göre temel özellikleri şunlar:
- Çocuklara sınır duygusunu benimsetmemek… Şefkat ile ne yaparlarsa yapsınlar hızla hoşgörmek/affetmek arasındaki sınırı hep aşmak. Karşıt kutbunda da fazla yargılayıcı, sevgisiz, takdir etmeyi hiç bilmeyen aileler.
- Bir sevgi kozası, sahte cennet yaratıp çocuğu içinde çürütmek. Yetişkin olmasına, kendi gerçek bağlarını kurmasına izin vermemek.
- Kendini sorgulamasının, hatalarıyla yüzleşmesinin önüne geçen hafifletici nedenler sağlamak. Mesela iyi bir ilişkiyi açık ara kendi hatalarıyla mahveden birine “anlaşamıyordunuz” deyip kendiyle ilgili sorunları görmesini engellemek. İşte, aşkta, hayatta suçu hep karşı tarafa atma alışkanlığı kazandırmak, hataların üstünü örtmek.
- “Kol kırılır yen içinde” algısı. Sorunların konuşulabilir, tartışılabilir, artık gizlenemez halde olması olgusunu sorunların kendisinden fazla önemsemek. “El alem ne der” ve “yeter ki dıştan iyi görünelim”cilik. En vahim durumda ise “tek benim çocuğum mu yapıyor canım…” ve “benim çocuğum yapmazdı, çok kışkırttılar” (Katil erkeklerin ailelerinden en sık duyulan sözler.)
Bunlar hemen akla gelenler. Bizimki gibi aile bağlarının yetişkinleşmeye kolay kolay izin vermediği, feodal bağları her şeyin önüne koyan toplumlarda ailede üretilen zehir miktarını ölçmek çok zor. Öte yandan insan da kendini yetiştirebilen bir yaratık. 20’sini geçen, biraz da kendi kararlarını ve değerlerini üretebilecek kadar yetişkin olmanın çaresine kendi bakmalı, koşulları elveriyorsa…
TOKSİK ARKADAŞLIKLAR
Hiç tek tek hepsi hoş, sevimli kişilere benzeyen insanların bir yakın arkadaşlık bağı içinde bir araya geldiklerinde birden 20 yaş geri gidip “önümüze gelenlere bin tekme” türü çocuksu olduğu kadar da narsisistik bir grup ilişkisi yarattıklarına şahit oldunuz mu? Mutlaka olmuşsunuzdur. Bu tür arkadaşlıklarda günümüzün güvenilmez dünyasında bir akvaryum yaratma arzusunun yanı sıra mutlaka çeşitli düzeylerde çıkar da rol oynuyor. Toplam çıkarı artırmak için vıcık vıcık, ayrılamaz görünen bir sevgi ve eğlence çemberi oluşturulup dışarıdan gelen kişilere de uygun görülürlerse belirli etkinlikler için “bilet” kesiliyor. En masum üyeye en çok zarar veren, yetişkin olmayan, çoğunlukla birkaç yıl içinde de kendini imha eden bu tür arkadaşlıklardan uzak durmak en hayırlısı. “Lisede değiliz, öyleyse neden üç kişinin birden bana göz kısarak baktığını hissediyorum” hatırlatması erken bir uyarıcı olabilir.
Günlük hayat zorlukları, giderek daha toksik ortamlara ve ilişkilenmelere yol açıyor. Kendimizi bunlardan muaf saymamak, ruhu düzenli aralıklarla havalandırmak ve beslemek, çuvaldızın ucunu tatlı cana değdirmek ve “doğru”ya, iyiye olan eğilimin saflık olmadığını, bu kirli dünyayı ayakta tutan şeyin hala bu olduğunu sık sık hatırlamak gerekiyor.