Şunu bütün samimiyetimle ifade etmek isterim ki, Sağlık Bakan
Fahrettin Koca, bu iletişim işini çok iyi biliyor. Açayım meramımı…
Basın toplantılarında hemen her soruya cevap veriyor ama aslında
hiçbir soruya tam olarak yanıt vermiyor. Yine ama, izlerken "Vay be
helal olsun Bakan’a, bayağı cevap verdi bütün sorulara" izlenimine
kapılıyor insan. Ama, ama, merak edilen hiçbir soruya cevap
alamadığını da sonradan fark ediyorsun. Ardından tekrar "ne sevecen
Bakan, her soruya ne güzel, tatloş tatloş cevap veriyor" derken
buluyorsun kendini. Sonra sonra bu kez birçok soruya başka
bağlamlarda kaçak ve kel alaka cevaplar verdiğini, aslında gayet
boş bir basın toplantısı olduğunu, “izolasyon” ve rakamlarla geçen
bir saatinin heba olduğunu anlıyorsun... Bu döngü neredeyse her
toplantıda yaşanıyor. Ehhh, zaten sıklıkla kullandıkları algı
yönetimi denen zamazingo, tam da böle bişi di mi zaten?
Sağlık Bakanı’nın yaptığı basın toplantıları aynı zamanda
medyanın gelmiş olduğu seviyenin pespayeliğini gözler önüne sermesi
açısından da son derece anlamlı. Soru sormadan önce ezilip büzülen,
“Sayın Bakan”, “Iıı efendim”, “….bu tarz eleştiriler var, o yüzden
sormak istedim, yoksa ne haddime zaten bunları sormak size”, “Sayın
Bakan çok çalışıyorsunuz, uyku düzeniniz nasıl?” tadındaki sorular
eşliğinde yapılan bu basın toplantıları son dönemde hayatımızın
önemli parçası oldu. Lakin bu toplantılarda; tirajları 1,5 milyona
düşen ve muhtemelen önümüzdeki dönemlerde kapanacak gazetelerin ve
yandaş televizyon/haber siteleri muhabirlerinin soruları, mevcut
iletişim fakültesi öğrencilerine, üniversitelerin kapalı olduğu şu
günlerde adeta bulunmaz bir ders niteliğinde. Faruk Bildirici’nin
pek güzel ifade ettiği şekilde “(…) O gün gündemde sokağa çıkma
yasağı fiyaskosu, Bakan Koca ve Bilim Kurulu’ndan habersiz karar
alınması, Soylu’nun istifası ve istifasının reddedilmesinden önemli
bir konu yoktu. Ama soru soran 20 gazeteciden 16’sı gündemin ilk
sırasındaki konuyu merak etmiyordu. AA, İHA, DHA ajansları, Milat,
Hürriyet, Yeni Çağ ve Diriliş Postası gazeteleri, ATV, A Haber,
Kanal 7, Haber Global, Akit TV, Ulusal Kanal, TV100 televizyonları
ile yeniakit.com.tr ve memurlar.net internet sitelerinin
temsilcileri, korona aşısı, pandeminin zirve yapması, ilaç gibi
konularda sorular yönelttiler. Gazeteciliğin hal-i pürmelali bu
işte. İzin verilse de soru sorma reflekslerini yitirmiş, asıl
konuya giremeyen gazeteciler… Sorgulayan, merak eden, eleştirel
bakan gazeteciler azınlıkta kalmıştı."
Düzenli basın toplantısıyla “bilgilendirilme” yapılmasına 18
yıldır o kadar uzağız ki, son bir aydır yaşananların aslında
“Esmeralda bana su verdi” hissiyatından başka bir şey olmadığını
ayacak durumda da değiliz. O derece mutluyuz gördüğümüzü sandığımız
bu ilgi ve alakadan. Zira içerikten azade olarak kabul etmek
gerekir ki bu düzenli soru-cevap seanslarını uzun zamandan beri ilk
kez yaşıyoruz. Hele ki karşındakine “senin yaptığın gazetecilik
değil, senin ne mal olduğunu biliyoruz” tarzındaki azarlamaları
yapmadan sorulara cevap vermek, -ya da vermeden veriyormuş gibi
yapmak- yepyeni bir durum hepimiz için. Hatta her yanıt sonrası
gazetecilere teşekkür etmeler falan, bizim için gerçekten çok
fazla, insan gayri ihtiyari şımarıyor, “bu kadarını hakkediyor
muyuz yahu” falan diyor, o derece yani...
Bütün bu duygu selinin yaşanmasıyla birlikte ister istemez
karşındaki insanla empati kurarken buluyoruz kendimizi. Yoksa
aralarda ayakta kalmayı başaran birkaç muhabirin yönelttiği;
felaket projeksiyonuz nedir, Bilim Kurulu kararları siyasi otorite
tarafından gerçekten uygulanıyor mu, istifa etmeyi düşündünüz mü o
gece, İçişleri Bakanı’nın istifası hakkında ne düşünüyorsunuz,
çalışanların “izolasyon” yerine çalışmak zorunda olmasını nasıl
değerlendiriyorsunuz minvalindeki son derece hayati sorulara hiç
ama hiç cevap vermiyor Sağlık Bakanı. Kenarından geçiyor, ama
mutlaka bir cevabı var bu konulara da, en kötü “o konuda cevap
vermem doğru olmaz”a bağlıyor.
Bütün bu basın toplantıları “bizim ne kadar başarılı olduğumuz”
şiar ve mottosu üzerine inşaa ediliyor. Bugün mutlak değer bazında
vakada dünya yedincisi, ölüm oranında dünya on ikincisi olmamız
hiçbir şey ifade etmiyor. Zira nüfusa göre ölüm vakasına bakınca
biz “çok iyi” durumdayız. Bu listede ilk sıralarda kimler var
pekiyi: San Marino, Vatikan, Andorra, Lüksemburg… Çünkü istatistikî
veriler tamamen sizi gitmek istediğiniz yere götürür. Sağlık Bakanı
gibi oluşan rakamları son derece “başarılı” bulabilirsiniz ya da
Dünya Sağlık Örgütü Sözcüsü gibi "Avrupa'da karışık bir fotoğraf
var. Bazı ülkelerde hafif düşüş var ancak Britanya ve Türkiye'deki
korona virüsü vakalarında hâlâ yükseliş gözleniyor" dersiniz. Nasıl
ki sadece Türkiye’nin son günlerde test sayılarındaki artışa bağlı
olarak günlük bazda vaka sayısı itibariyle dünyada ilk üç içinde
olduğunu söyleyerek felaket tellallığı yapmak yanıltıcı bir
veriyse, İtalya’nın ortasına sıkışmış, oraya her konuda bağımlı San
Marino’nun (aynı durum İspanya’ya bağımlı Andorra için de geçerli)
39 ölüm vakasıyla dünyada birinci sırada olduğu verisini kullanmak
da o derece yanlış bir yönlendirmedir. Ölenlerin insan olduğu
gerçeğini atlarsanız, rakamlara bakıp görmek istediğinize bağlı
olarak, vezir de olabilirsiniz rezil de...
"Gerçekler inatçı olsa da, istatistikler daha fazla eğilip
bükülebilir yapıdadır. "Hayatta üç çeşit yalan vardır: Yalanlar,
lanet olası yalanlar ve istatistik" sözü, rakamların manipülatif
özelliğine işaret eder. Bu sözler evrensel bir atasözü haline
gelmiş ve farklı kaynaklarda farklı isimlere mal edilmiş olsa da
Mark Twain’e ait olduğu iddia edilir. Koca istatistik bilimini bir
çırpıda burada gömmek istemem ama insan faktörünü işin içinden
çıkartınca rakamların yanıltıcı özelliği olduğu aşikardır.
Örneğin nüfusu ölüme vurduğunuz zaman ortaya çıkan dünya
çapındaki “bu başarıyı”, yani bugün itibariyle 2 bin ölümden oluşan
“başarıyı”, hayatlarını kaybedenlerin yakınlarının yüzüne söylemek
ister misiniz? Ateşin düştüğü yeri yaktığı bir ortamda “biz
gelişmiş ülkelerden şöyle iyiyiz, herkes bizi örnek gösteriyor”
yaklaşımı yapılan mücadeleye düpedüz siyaset karıştırmaktır. Ayrıca
“Gelişmiş ülkelerle yarışmaya bu kadar meyilliyseniz pandemi
öncesi, GSMH’daki durumumuzu o ülkelerle karşılaştırmak ya da
sanayide, istihdamda, teknolojide, tarımda, eğitimde dünyada
gelişmiş ülkelere kıyasla nerelerde olduğumuzu dile getirmek neden
hiç aklınıza gelmedi?” sorusunu sormak da vatandaşlık
hakkımızdır.
Rakamlar, sadece virüs meselesinde değil, başka konularda da
nereye çekerseniz oraya gelir zaten. Seçim sonuçları neyi
gösterirse göstersin mutlaka “başarılı” olacak bir sonuç bulur
siyasetçiler. “Geçen seçime göre oyumuzu artıramadık ama
büyükşehirleri aldık”, “Büyük kentleri kaybettik ama totalde
birinciyiz…” Hatta Doğu Perinçek misali, binde sıfır bilmemkaç oy
alsanız dahi her seçimi kazandığınızı gönül rahatlığıyla iddia
edebilirsiniz. Çatışmalarda da az ya da çok kayıp verseniz de her
zaman iyiye gider işler, zaten her seferinde “misliyle karşılık
verirsiniz.” Oysa az nedir? Çoğun ölçüsü konu insan olunca nasıl
belirlenir ki?
Bu yazı, elbette “çok kötü gidiyoruz, mahvolduk, aslında rezalet
durumdayız” yazısı değil, zira hepimiz artık iyi şeyler duymak
istiyoruz. Aksine Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Alpay Azap’ın Gazete
Duvar’da İrfan Aktan’a
verdiği röportajda, en azından daha kötüye gitmediğimizi görmek
içimize bir nebze su serpti. Ama her basın toplantısında
durumumuzun ABD’ye, İtalya’ya karşı çok iyi durumda olduğunu
rakamlarla bakarak söylemek; 10 milyon nüfusuyla 110 can kaybı
veren dibimizdeki Yunanistan’la, sadece 143 ölümün yaşandığı ve
nüfusun bizden kat kat fazla olduğu Pakistan’la, ya da Hindistan’la
karşılaştırma yapınca patlayan bir argüman oluyor. Bu nedenle
başarı kriterini her ülkenin kendi özgül koşullarında ele almak
gerekiyor. Şu anda görünen o ki, 2 bin vatandaşın hayatını
kaybettiği bir ortamda ne sevinç naraları atacak, ne de “hepimizin
sonu geldi” kabusları görecek noktadayız.
Sağlık Bakanı’nın basın toplantıları yalın ve objektif gerçekten
uzaklaşıp, “başarı”nın kaçınılmaz olduğu bir gerçeğe inanmamızı ve
evrilmemizi sağlayan araçlar haline geldi. Tıpkı yüz bin ölümün
beklendiği ABD’de, Trump’ın basın toplantılarında temcit pilavı
gibi ne kadar inanılmaz bir iş yaptığını sürekli tekrarlaması gibi.
İktidara güvenin yüzde 55’lere çıktığını gösteren son Metropoll
araştırmasına inanacaksak eğer, bunun işleyen bir mekanizma olduğu
da anlaşılıyor. O gün ölen insanların artmasına değil de “pik
seviyesi”, “plato düzeyi” gibi teknik sayısal kavramlara
odaklanarak, yaşanan süreci sanki grafiklere dayalı bir kalkınma
modeli ya da borsa teknik analizi izler gibi izlemeye başladık. Hal
böyle olunca da sağlık çalışanlarının gece gündüz olağanüstü
özveriyle çalışmaları bu sistemde alkışlara rağmen hak ettiği
takdiri görmekten uzak. Zira her türlü sayısal veri, her halükarda
siyasal otoritenin “başarı” hanesine yazılacak, yurdun dört bir
yanında gece gündüz çalışan doktor, hemşire, hastabakıcıya, hatta
Bilim Kurulu’na değil. O kurulu kim kurdu? Elbette siyasi erk, ee o
zaman “başarı” da onlarındır.
Zonguldak Valisi’nin sözleri bu anlamda tam da devletin
kudretini simgeleyen itiraf niteliğindedir, kınamak gereksizdir,
devletimiz sağlık çalışanlarına yatacak yer, ücretsiz yemek
vermiştir, sağlıkçılar daha ne talep etmekte, üstelik virüs kaparak
nereye varmak istemektedirler? Sağlık çalışanları olmasa, mülki
erkan olarak aslında konuyu çok iyi çözeceğine inanan bir kamu
yöneticisinin bu tarihi günlerdeki çarpıcı açıklamasıdır, bize
kendisine teşekkür etmek düşer. Öğrenciler olmasa eğitim,
sağlıkçılar olmasa tıp dünyası, işçiler olmasa çalışma hayatı,
kadınlar olmasa özel hayatlar ne güzel idare edilir değil mi?