Her şey kalp çarpıntılarıyla başladı. Öyle böyle değil,
oturduğum yerde deprem olduğunu düşündürecek sarsıntılar.
Münferittir, geçer diye düşünürken gemi azıya aldı. Kalp atışının
ritmi bir noktada duruyor, sonra tekrar başlıyor, hızlanıp
yavaşlıyordu. Eyvah! Günün belli saatlerinde bir anlığına kalbim
duruyordu.
Ne yapsam, ne etsem diye düşünürken eski mesai arkadaşlarım,
emekli olmama rağmen eski üniversitemin imkanlarından
yararlanabileceğimi hatırlattılar. Üniversite hastanesinde öğretim
üyelerine öncelik tanınıyordu. Tıp Fakültesi’nin ilgili biriminden
bir öğretim üyesi sizi muayene ve takip ediyordu. Geçmişte
indirimli bir ücret mukabilinde de olsa bu kolaylıktan
yararlanabilmiştim. Üstelik yakınlarınız da
yararlanabiliyorlardı.
Çok zor geçen bir gecenin ardından, kalp krizi geçirdiğime
hükmederek ilgili kliniğin sekreterini aradım ve gelip hocalardan
birine muayene olabileceğime dair garanti aldım. Gittiğimde klinik
boş sayılırdı. Birkaç öğretim üyesinin oda kapısı açıktı ve hasta
kabul etmişlerdi. Üniversitede henüz çalışıyorken yakınlarımı
götürdüğüm, güler yüzlü ve müşfik olarak aklımda kalan bir öğretim
üyesinin kapısını tıklattım. İçeri süzüldüğümde hocanın
memnuniyetsiz ve soran bakışıyla karşılaştım. Emekli öğretim üyesi
olduğumu, geçmişte ondan tıbbi destek aldığımızı belirterek derdimi
anlattım ve kendimi ayakta duramayacak kadar halsiz hissettiğimi de
ekledim. Hoca, eski bir meslektaşını karşısındaki koltuklardan
birine buyur etmeyi aklından bile geçirmeden, çok kötü durumdaysam
acile gitmemi, hocaların artık dışarıda muayene yaptıklarını ama
birkaç gün bekleyebilirsem başka bir birimde asistanlara
görünebileceğimi soğuk bir tavırla beyan ettikten sonra işine
döndü. Öylece bakakaldım. O da bana dönüp, “sen hala burada mısın?”
bakışı atınca çıktım odadan.
Böyle olaylar o anda kendinizi aşağılanmış hissetmenize sebep
olsa, diliniz tutulsa da uzun vadede bir sosyal deney gibi.
Üniversite hastanesinde akademisyen olarak çalışan ve hasta da
muayene eden bir hekimin, kapısını çalan ve mesleki konumundan
dolayı hakkı olan bir sağlık hizmetini (ücreti karşılığında) talep
eden meslektaşını geri çevirmesi yeterince üzücü ve öfkelendirici.
Bırakın kazanılmış hakları, meşhur Hipokrat yemini gereğince o
hekim ayağına kadar gelmiş acil bir vakaya, kayıt dışı olarak da
müdahale edebilmeli. Meslek ahlakı bunu gerektirmez mi? İster
istemez, ‘umarım bir gün onun da bana işi düşer’ diye melodramatik
bir duyguya kapılıyorsunuz. Tabii ki siz onu geri
çevirmeyeceksiniz! Ve tabii ki onun size işi düşmeyecek.

Sağlık sisteminin özel hastaneler ve muayenehaneler üzerine
kurulu olduğunu canımın derdine düşüp bir anlığına unuttuğum için
kendime kızarak ve de zorlukla nefes almanın yarattığı
kaygıyla hastanenin bahçesindeki banklardan birine çöktüm.
Biliyorsunuz şehrin merkezi yerlerindeki devlet hastaneleri çoktan
işlevsizleştirildi. Şehir Hastanesi adıyla hizmet veren, şehir
merkezine çok uzakta inşa edilmiş, randevu almanın neredeyse
imkansız olduğu, velev ki aldınız, gittiğinizde bloklar arasında
kaybolacağınız devasa yapılar onların yerini aldı. Hal böyle olunca
ulaşımı daha kolay olan özel hastaneler, tıp merkezleri,
kliniklerin müşteri sayısı arttı. Buralarda görev yapan hekimlerin
ve diğer sağlık personelinin bilgi ve becerileri hakkındaki soru
işaretleri bir yana, kurumların çoğu işi ticarete döktükleri için
basit bir soğuk algınlığı şikayetiyle gittiğiniz bu yerlerden check
up yaptırmış olarak çıkabiliyorsunuz.
Nefes almakta güçlük çektiğim ve haliyle paniğe kapıldığım için
çok fazla düşünmeden bir taksiye atlayıp şehrin en merkezi yerine
klinik olarak açılıp rağbet görünce küçük bir hastaneye dönüşmüş
tıp merkezine gidiyorum. Daha girişte basit estetik müdahalelerle
gençleşip güzelleşeceğimizi vaat eden afişlerle karşılaşıyorum. O
anda aklıma geliyor: Daha önce buranın dermatoloji kliniğine,
tehlikeli gördüğüm bir ben için gelmiştim. Estetik için değil de,
sağlık için geldiğimi fark eden estetik harikası hekim bana sadece
3 dakika ayırmış, sorularıma kibirli yanıtlar vermişti. Hatta tıp
terminolojisini bilmeden soru sormamam gerektiğini belirtmişti. E
benim de egom arada boy gösteriyor. Böyle durumlarda hep yaptığım
gibi ona şöyle demiştim: ‘Sizin uzmanlık alanınıza vakıf olmak
zorunda değilim. Siz de mesela diyalektik materyalizm nedir
bilmiyorsunuzdur’. Hınçla masasına oturup işini yapmaya devam
etmişti. Çıkışta ise elime epilasyon ve botoks kampanyalarını
duyuran bir ilan tutuşturmuştu sekreter.
Afişlere gözüm kayınca bunu hatırlıyorum ama korktuğum başıma
gelmiyor. Sekreterlikte her şey dahil bir otelin müşterisiymişim
gibi güler yüzle karşılanıyorum. Durumumu anlatınca uzman hekimin
beni “aradan alabileceği” ortaya çıkıyor. Biraz olsun rahatlıyorum.
Ama önce kallavi bir ödeme yapmam lazım. Tıp merkezi Çankaya semti
sınırlarında olduğu için Çankaya Belediyesi’nin semt sakinlerine
verdiği Çankaya Kart’a yüzde 5 indirim yapılıyormuş. “Yetmez ama
evet” diye mırıldanıyorum. Neyse ki duyulmuyor. Yerel yönetimlerin
bu tür destekleri az da olsa bu ekonomik kriz ortamında çok
önemli.
Hoşsohbet ve ilgili özel hastane hekiminin yaptığı muayene
neticesi birçok tetkik yapılması gerektiği ortaya çıkıyor. Birkaç
güne yayılan bu tetkikler için, emekli maaşımın yaklaşık 4’te
birini oraya bırakıyorum. KHK ile ihraç edilmiş ve emekli olmaya
mecbur bırakılmış bir eski öğretim üyesi olarak emekli maaşımın
benim pozisyonumda çalışan bir akademisyenin üçte biri oranında
olduğunu belirteyim. Bu arada emekli ikramiyem de yine çalışan bir
akademisyenin yaklaşık 4 aylık maaşı kadardı. Para hesabıma yatınca
babamın emekli ikramiyesiyle ev aldığını düşünmüştüm hüzünle.
Tedavi sürecine dönecek olursak, birkaç gün içinde sorunumun ne
olduğu ortaya çıkıyor ve tedavi başlıyor. İlaçlar uzun süre
kullanılacak. Bunun için heyet raporu gerekli sanıyorum ama
yanılıyorum. İlk kutu bitince yenisini yazdırmak gerek. Ümitsiz bir
deneme için kayıtlı olduğum sağlık ocağına gidiyorum. Fakat o da
ne! Sağlık ocağındaki hekim, hiç sorgulamadan kardiyolojik
ilaçlarımı yazıveriyor. İlk bakışta memnun eden bu yaklaşım,
hastanın beyanına güvenerek ilaç yazmanın risklerini aklıma
getiriyor akabinde. Ya ben bu ilacı, annem ve anneannemin hep
yaptıkları gibi komşu tavsiyesiyle alıyorsam. Geçmiş yıllarda
oğlumun sporcu lisansı alabilmesi için gereken sağlık raporunu bir
başka aile hekiminin, hasta kaydımı onun üzerine aldırmam
karşılığında muayene ve tetkik yapmadan verebileceğini söylediğini
hatırlıyorum. Neyse ki bu kestirme yola sapmadık. Sağlık ocağı
hekimleri hasta sayısına bağlı olarak mı ücret alıyorlar? Eğer
öyleyse bu zorunluluk insanların hayatını tehlikeye atabilir. Aile
hekimi ilacımı yazarken yaşım gereği yaptırmam gereken rutin
kontrolleri de sıralıyor. Hatta bunları ücretsiz olarak
yaptırabileceğim yerleri de işaret ediyor. Derken çekmeceden bir
kit çıkarıp veriyor. Evde gaita testi yapmak içinmiş. Genel sağlık
taraması yapmanın ve ön tanı yapmanın basit bir yolu olarak pek
makul geliyor. Sağlık ocakları teşhis konusunda daha aktif hale
getirilebilirler ve hem hastanelerin yükü azalır, hem de hastanın
çilesi, diye düşünerek çıkıyorum oradan da. Bu arada resmi
kurumlardan alınmış reçeteyle gitmeme rağmen eczanelere yüzde
ödemek zorunluluğu da canımı sıkıyor. Yakın geçmişte böyle
değildi.
Bir süre geçtikten sonra bir başka ilaca başlayabilmem için aynı
kardiyoloji uzmanı hekimin konsültasyonu gerekiyor. Diğer uzman
hekimin meslektaşına yazdığı açıklayıcı mektupla özel tıp
merkezindeki özenli ve güler yüzlü olarak hatırladığım hekimimin
kapısını çalıyorum. Fakat o da ne! İlk muayenenin üzerinden 10 gün
geçtikten sonra yeni bir kayıt açtırmam ve yeniden ücret ödemem
gerektiğini söylüyor bana yarım ağızla. Hiç yüz vermiyor hem de.
İnat edip çıkıyorum. Diğer tedaviye başlamamaya razı oluyorum. Kimi
cezalandırıyorsam? Aklıma yine müteveffa Hipokrat geliyor. ‘Dor,
İyon ve Korint tipi sütunların arasından çok sular aktı kızım’ diye
fısıldıyor kulağıma kederle.