“Türkiye’yi şahlandıran”, “dış mihrakların oyununu bozan”,
“Akdeniz’de dengeleri değiştiren”, “Trablusgarp gazisi” ve “asrın
lideri” sıfatlarına mazhar olan Tayyip Erdoğan için sorulacak soru
mu bu? Kabahatten sorduk bir kere!
Yanıt, evvela şahsına. Başka kime? 20 yıl sonrasında geri dönüp
bakıldığında Erdoğan’ın “Karşı koyuyoruz” dediği ne kadar aktör
varsa hepsinin hesabına yazılmış ne miraslar bıraktığı da
görülecektir. ‘Milli’, ‘iyi düşünülmüş’, ‘güzel planlanmış’,
‘akıllıca’, ‘stratejik’ gibi kelimelerle tanımlanmayı
kaldıramayacak bir miras. Geçmişe sıklıkla başvurup hafızayı
tazelemek elzemdir bu mirasın izlerini sürmek için.
Erdoğan’ın dışarıda ortak olduğu hikâyeler 18 yıllık bir süreçte
‘iktidar yolunu açma’, ‘iktidarı sağlamlaştırılma’, ‘iktidarı
tekelleştirme’ ve ‘iktidara tutunma’ aşamalarına uygun reflekslerle
gelişti. Başlangıç, Batılı aktörlerle uyumlu ortaklığı ve vaatkâr
adımları gerektiriyordu. Ayağını sağlama aldıktan sonra orta
düzlükte büyük emperyalin oyunu içinde ‘bastırılmış alt emperyal’
kendine alanlar açtı. Bu yol Türkiye’yi rotasız-pusulasız
maceralara çıkardı. Ama attıkları adımlarla her seferinde
lanetledikleri aktörleri ve belaları Türkiye’nin çeperlerine
yaklaştırdılar. Son dönemeçte iktidar, Türkiye’yi çevreleyen
sorunlar ve yeni hasımlar karşında daha fazla askerileşen
politikalarla yanıt vermeyi deniyor.
Şimdi bizden bu yanıtlara odaklanıp ‘yeniden milli mücadele’
şamatasına eşlik etmemizi bekliyorlar. Bundan ‘yeni güç’,
‘caydırıcı ülke’, ‘yeni eksen’ profili çıkarmamızı istiyorlar. Bu
şekilde sorunlar ve hasımlar yaratmadaki öz sorumluluklarını
gizleyebilmeyi umuyorlar.
İktidarın ilk yıllarında, ABD’nin Afganistan işgalinin ‘imar’
ayağında yer almak, Oval Ofis’teki ilk fotoğrafın diyeti ve
bağlılığın ifadesiydi. Türk’ün çıkarlarını Amerikalılarınkiyle aynı
sayfada listelemekten gurur duyuyorlardı. Sonra Irak işgaline
iştirak için verdikleri söze karşın tezkerenin Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde reddedilmesi üzerine yüzleri kızardı. Meclis her şeye
rağmen ismiyle müsemmaydı. O vakit düştükleri durumu AKP’den bir
yetkili bana anlatırken “Washington’da her toplantıda ağzımıza
s.çtılar” ifadelerini kullanmıştı. Ben de ‘pek terbiyesizce’ bir
yanıt vermiştim! Ama Amerikan güçlerine verilen lojistik destekle
hizmetteki kusur giderilmişti. İşin siyasal mühendislik kısmında
ABD’nin ‘direngen Şii’ İran’ın önüne ‘edilgen Şii’ Irak’ı bariyer
olarak konuşlandırma stratejisi vardı. Bu strateji çökünce bu sefer
Türkiye’ye ‘Sünnistan’ projesinde görev biçildi. İran’ı dengeleme
işi zaten hep Türkiye’nin rolüydü. Şii iktidara karşı Sünni
alternatif yaratma ameliyesi de IŞİD’in Haziran 2014’te Musul’u
düşürüp hilafet ilan etmesiyle ellerinde patladı. O günden beri
Irak, Türkiye için kayıp bir hikâyedir.
Türk-Amerikan koordinasyonu, Arap Baharı sırasında başta Libya
ve Suriye olmak üzere bölgeye ateşten bir gömleğin giydirilmesinde
de muhteşem bir uyum sergiledi. Albay Muammer Kaddafi “Kardeşim”
diye seslendiği Erdoğan’dan kirli müdahaleyi bertaraf edecek
arabuluculuk beklerken, İzmir bir anda Libya’ya müdahalenin ana
karargâhı olmuştu. Elde olan yıkılmış, parçalanmış, vekâlet
savaşlarına maruz bırakılmış bir Libya.
Libya müdahalesine paralel olarak Sahra altında gelişen silahlı
İslamcı yayılma eski sömürgeci Fransa’nın Mali, Nijer, Çad,
Moritanya ve Burkina Faso gibi ülkelere askeri olarak yeniden
intikal etmesine yaradı.
Ayrıca bu süreç bir tarafta Katar, diğer tarafta Birleşik Arap
Emirlikleri’nin boylarından büyük oyunlara kalkışmalarına neden
oldu. ABD’nin düşük profilde kalma eğilimiyle önünü açtığı yerel
aktör sadece Türkiye değildi yani. Ama oluşmakta olan Müslüman
Kardeşler kuşağı bir zihinsel zehirlenmeye yol açtı. Alternatif
olma iddiasındaki bu kuşak, Erdoğan’ın bölgesel heveslerinin
tutunacağı siyasal kanca gibi parlıyordu.
Libya’dan sonra sıra Suriye’ye geldiğinde Türkiye’nin ibresi
ürkütücü bir hesapsızlık içinde şaşırmıştı. CIA’nin Libya’da
milislerden topladığı silahlar Ağustos 2012’de Al Entisar adlı
gemiyle Mersin limanına gelmişti, adres Suriye idi. Yakılacak ve
yıkılacak ülke Türkiye’nin en önemli komşularından biriydi. 28
Nisan 2012’de Letfallah II adlı gemi, güvertesindeki silahlarla
Lübnan’ın Trablus limanına giderken Beyrut açıklarında yakayı ele
verince Bingazi-Mersin hattı en güvenli güzergah oluvermişti.
CIA’nin Suudi-Katar parasıyla “Özgür Suriye Ordusu” için Doğu
Avrupa’dan topladığı silahlar da uçaklarla Esenboğa ve Atatürk
havaalanlarına taşınıyordu.
Türkiye’nin açık sınır politikası milyonlarca sığınmacıyı bu
tarafa, onbinlerce cihatçıyı o tarafa taşıdı. Suriye harap edildi.
ABD ve İsrail’in hayal bile edemediği bir sonuçtu. ABD bu sayede
Orta Doğu’da İran’dan sonraki en önemli düşmanının topraklarına
ayak bastı. Bu kötülük mirasların en kasvetlisi.
Bu kirli müdahalede Türkiye’nin ‘terörist’ addettiği Kürt
aktörler de kendilerine özel bir sayfa açtı; IŞİD, Nusra ve bilumum
cihatçıyla savaşarak kendilerini uluslararası koalisyona kabul
ettirdi. Bu durum “Kürt koridoru oluşuyor” diyen iktidarın askeri
müdahalelerini tetikledi.
Bu üstün hizmet sadece ortaklara yaramadı, hasımlara da alanlar
açtı. En çok şikayet ettikleri İran, Irak’tan sonra Suriye’de de
oyuna girdi. Tahran-Şam arasındaki ortaklık Hamas ve İslami Cihat
gibi Filistinli gruplar ile Hizbullah’a destekle sınırlıyken İran,
Suriye’de şaşırtıcı boyutlarda yatay ve dikey nüfuz kazandı.
Sonunda Rusya’yı da 2015 itibariyle bölgeye çekmeyi başardılar.
Rusların sıcak denizlere inme düşü gerçeğe dönüştü. Bu da
‘stratejik derinlik’ sayesinde oldu. Şimdi Suriye’deki Rus üsleri,
Libya ve diğer Afrika ülkelerine uzanmada rampa işlevi görüyor.
***
Bu bölgesel maceralarla Türkiye bolca düşman edinirken başka
alanlarda da kaybetti. En önemlisi, Doğu Akdeniz’de kurulan enerji
masasını kaçırdı. Bunu tersine çevirmek için Libya’da bir tarafla
anlaşıp savaşa daha fazla müdahil olmak üzere geliştirdiği strateji
de sonuç vermiyor.
İyi hesaplanmamış adımlar, Türkiye’yi çok katmanlı sorunlarla
karşı karşıya bırakıyor. Dış politika daha fazla
askerileştirildikçe tartışmalı bölgelerle doğrudan ilgisi olmayan
ülkeler de kavgaya çekiliyor. Doğu Akdeniz’de Rumlar ve
Yunanlılarla çözülmesi gereken deniz yetki alanları, münhasır
ekonomik bölge ve enerji arama meselelerinde Fransa ve ABD gibi
aktörler söz sahibi oluyor.
Bir sorunu başka bir sorunla ilintili hale getirmeyi, klasik
tabirle kart çekmeyi çıkar yol sanıyorlar. Sokaktaki bıçkınlık,
diplomasi kisvesinde vücut buluyor. Ama bu yolda yürümeyi mümkün
kılacak ne stratejik akıl, ne kayda değer uluslararası ortaklıklar,
ne hukuki zemin, ne de askeri-diplomatik kapasite mevcut. En
basitinden şunu görmek gerekiyor: Doğu Akdeniz’de Mısır, İsrail,
Yunanistan ve Güney Kıbrıs arasındaki ortaklığı mümkün kılan
kışkırtıcı faktör Türkiye’nin bu ülkelerin her biriyle yaşadığı
kavgalı süreçlerdir. Buna İsrail’le anlaşmazlığına karşın Güney
Kıbrıs ile deniz yetki alanlarını belirlemeye çalışan Lübnan’ı da
katabiliriz. Normalde Türkiye’yi hesaba katma gereği duyan taraflar
bile artık açık cepheleşme içinde. Bunda rasyonalite aramak da
boşuna. Araştırma gemileri için daha fazla NAVTEX yayımlayıp
heyecanı yüksek tutmanın netice getirmediği de ortada.
Oluşan keskin kamplaşma kaçınılmaz olarak askeri boyutlar
kazanıyor. Mesela Fransa’nın Güney Kıbrıs’a fırkateyn ve savaş
uçakları göndermesi neyin başarısı? İngilizlerden sonra Fransızlar
da adada denkleme girmiş oluyor. Ya da ABD’nin Yunanistan’la askeri
ortaklığı hayli ilerletmesinin mesajı kime? “Doğu Akdeniz’de
dengeleri değiştirdik” diyen ‘asrın lideri’ karşısında yeni bir
denge buluyor. Yani bölgedeki ‘harici aktör’ sayısı Türkiye’nin
işini zorlaştıracak şekilde artıyor. Caydırıcı olacağı hesabıyla
suları köpürten Türkiye aynı zamanda karşı tarafı yeni koalisyon ya
da ortaklıklarla caydırıcılık kapasitesini artırmaya itiyor.
Gerekli gereksiz kart çeken, misliyle kart görüyor. Doğu Akdeniz’in
bu denli askerileşmesi hayra alamet değil.
***
Türkiye’yi saran sorunlar yumağı ve alarm verdirten denklemler
bir gecede değil yıllara dayalı hatalar ve ihmaller silsilesiyle
oluştu. Şişik egolar, gerçeklikten kopuk hamaset, cehaletle malul
danışmanlar, kifayetsiz özel temsilciler, hikmetinden sual
olunamayan paralel diplomasi araçları, MİT üzerinden yürütülen
operasyonlar, sahada yanlış ve tehlikeli ortaklıklar, vekâlet
savaşlarıyla sonuç alacağını sanan özürlü hesaplar Türkiye’yi
gerektiğinde çekilmesine imkan vermeyecek kadar farklı coğrafyalara
geriyor.
Ortada bir başarı yok; vaziyet umut da vermiyor. Ortada çarçur
edilmiş varlıklar, itibarsızlaştırılmış bir diplomasi, sağa sola
koşturulan askeri birlikler, stratejik ortaklıkları ve coğrafi
konumu akılsız kartlara dönüştürülmüş bir ülke var. Hadsizliğe
verip soralım yine: Gerçekten kime çalışıyor Erdoğan?
Gün gelecek “Mecburduk” diyecekler. Mecburiyet de kifayetsizlik
ve beceriksizliğin nişanesidir. Bu hesapsızlıkla bir gün gerçekten
her şey bir beka meselesine dönüşürse bu meşum mirasın mimarı
isimsiz değildir.