Bu yazıyı bu korkunç sene bitmeden bir gün önce yazıyorum, bittikten bir gün sonra yayınlanacak şekilde. Korkunç, evet. Kime ve neye göre olduğundan bahse lüzum yok. Aslında hiçbir zaman bunları açıklamaya lüzum yok ama anlatamamak anlaşılmamaktan daha kötü. Bu yazıyı bu haliyle okuyan, dolayısıyla bu dili konuşan, dolayısıyla çoğu bu ülkede yaşayanlara göre denebilir ama mesela. Çünkü hem zaten korkunçtu, hem de daha korkunç kılınmaya çalışıldı, anbean. Bence en korkunç yanıysa, gücü ellerinde tutan muktedirlerin yaklaşık on senedir dozunu arttırarak, gayet bilinçli bir stratejiyle sürdürdükleri toplumsal taciz ve manipülasyon (gaslighting) ve hakikat sonrası/ötesi (post-truth) politikalarının birdenbire gerçeğe dönüşüvermesiydi. O kadar ki, kanımca kendileri bile hakikatı tutsak alması için bizzat yarattıkları bu şekilsiz canavarın ayaklanıp kendilerini de yutmak üzere olduğunun farkına varmış; tir tir titriyorlar için için. Maalesef onların naçiz bedenleri ve mahpus zihinlerindeki her mikro titreme, makro kitleler için dev birer sıtma nöbetine dönüşüyor. Buna karşı buldukları en müthiş çözüm de başımıza kasten, kurnazca, basiretsizlik ve/veya beceriksizlikleri sonucu açtıkları her belaya karşı ölümü gösterip bizi bu kitlesel sıtmaya razı etmek. Ama işte basiretsizlik öyle bir seviyede ki, ölümün bu toplumun büyükçe bir kesiminde o müzmin sunî sıtmaya yeğ tutulabileceğinden bihaberler.
Bihaber oldukları sayısız güzellikten biri de insanın insan doğasına dair söz söylemesinin türlü yolunun bence en güzidelerinden olan sinema sanatının biricik şaheserlerinden biri olduğunu düşündüğüm La Cité des Enfants Perdus (Kayıp Çocukların Şehri), kuvvetle muhtemel. Bu 1995 tarihli bilim-kurgu / fantezi başyapıtı, beni en çok etkileyen filmler arasındadır. Hikâye, üstün zekalı kötücül bir varlığın, rüya görme yetisi olmamasından ötürü erken yaşlanmasının önünü almak için çocukların rüyalarını çalmasıyla ilgili. Bu cümleyi yazarken dahi tekrar tekrar okuyorum. Fena halde tanıdık geliyor. Gündelik söylemde, hele ülkemizde, çocukların geleceğinin, hayallerinin çalınmasından epeyce bahsediliyor. Ama çocukların rüyalarını çalmak! İşte bu, ancak bu müthiş filmin yaratıcılarının veya bu güzelim memleketi çöle çevirmeye yeminli birtakım çürük simsarın aklına gelebilecek bir senaryo.
Rüyalar sonsuz olasılıklar barındırır. Rastgele çıkılan uzun bir yol gibi, her an her şeye gebe, her şey her an ihtimal dahilindedir. Bazı coğrafyalardaki yolculukların insana birkaç saat içinde dört mevsimi birden yaşatabilmesi benzeri imkanlar sunar. Öyle ya, deniz seviyesinde, bir göl kıyısında seyrederken pırıl pırıldır mesela hava, tepede güneş, yirmili derecelerdeki sıcaklık. Sonra bir dağa tırmanılır. Rakım yükseldikçe sonbaharı, ardından zirveye yaklaşıldıkça kar fırtınalı, sıfırın altında derecelerde bir karakışı, sonra inişe geçildiğinde de tekrar baharı ve yazı yalnızca bir saat içinde yaşayabilir yolcu. Memleketimizin topografik nitelikleri de sunar bu imkanları. Rüya gibidir. Beklenmediktir. Mucizevidir. Harikuladedir. Gençtir, gençliktir, hatta çocukluktur rüyalar. O nedenle göremez tiranlar rüya müya. Çünkü ne genç, ne gençliktir, ne de çocukluktur hayatlarını çekip çeviren, dayattıkları sevgisiz, nursuz, hayalsiz zorbalık düzeni. Göremedikleri rüyaları ancak çalmak gelir akıllarına. Günümüz koşullarında, beklenmedik şeylerin olabilme ihtimali geleceğe dair hevesi canlı tutan yegâne şeye dönüşmüş durumda.
Gereğinden fazla uzamış bir senaryonun, genelde metnin dönüm noktasıyla finali arasında kalan kısmında sıkışıp kaldığı görülür. Bazen karakterler, bazen olay örgüsü, bazen de her bir unsur üzerinden yazarın, yönetmenin debelenip durduğu gözlenir. Bir türlü çözümlemeye varamayan metin, kısır bir döngünün sonunda, pek ikna edici olmayan, kotarılmış bir finalle sonuçlanır. Debelenme buralıdır, şimdinindir. Rüyayı da, hayali de reddeder. Debelenen, hep göze görüneni konuşmak, kulağa duyulanı tartışmak ister. Öngörülü değildir. Tahmin yapamaz. Kendi görüşü yoktur. Yanılmaktan korkar. Hayata en ufak bir şey katmaz. Sadece olup biten ve olmuş bitmiş hakkında fikri vardır ki o da fikir değildir. Bol kahkahalı, bol uyaranlı bir masada sürekli vasat tespitleri ve bayat esprileriyle muhabbeti boğan sıkıcı adam gibidir. Bu tip adamların sohbetleri, hayatta yaptıkları işlerin manasızlığını örtbas etme unsurlarının başlıcalarından olan takım elbiselerinin bağlamından koparak yana kaymış kravatları gibidir. Eğreti ve beyhude.
Genelde kendilerini lider, önder gibi adlarla sarmalayarak sunan, ego ve güç zehirlenmesindeki narsisist kişiliklerin sık başvurduğu bir yöntemdir debelenme. Debelenerek alınan eğreti hal, insanın en acınacak hallerinden biridir; debelenen sonunda debelene debelene düzlüğe çıksa da karizmasını oracıkta bırakmış, yakayı ele vermiştir çoktan. Bazen de debelenmeyi dirayetle, inadı basiretle karıştırır, yönettikleri şeyi ve/veya kişileri de berbat durumlara sokar, er ya da geç debelenerek yok olurlar. Bu kerameti kendinden menkul lider/önderler spordan sanata, siyasetten ticarete pek çok alanda varlar. Kimin ne olduğunu anlamak, doğru seçebilmek için fazla puslu ortalık. İnce görmek, ince eleyip sık dokumak, dikkatli olmak lazım. Her taraf sahte mesih kaynıyor.
Bugünlerde dört bir yanda umut pompalanıyor. Yeni bir ‘ayrıcalıklı’ inşaat projesi gibi. Umut bir meta, bir mesken olarak satılıyor, umuda taşınınca çok rahat edecekmiş gibi kitleler. Havuzlu, bahçeli ‘ayrıcalıklı’, ‘yepyeni’ siteye taşınacaklarında olacak şey gibi. Umut bugünlerde geçer akçe. İşler için iyi. Satış, pazarlama açısından da işliyor sanki. Umudu ambalajlayıp, paketleyip bir güzel onu satıyorlar taksitle. Emin olamıyorum iyi mi kötü mü bu. Ama inat iyi bir şey değil bence. Dirayet, istikrar, sabır ve doğruda, düzgünde, iyide ısrar; bunlar iyi şeyler. Ama bunların da yolu inattan geçmez, inada da çıkmaz bence. Sloganlaştırılarak pohpohlanan şey inat değil, farklı değerler olmalı; pazarlama iletişiminde hata var. Nitekim önemli olan, umudu, inadı kimin, hangi saikle yücelttiğidir. İşleri yolunda giden, çarkları tıkırında dönen, timsah gözyaşları dökerken avuçlarını ovuşturan o kadar fazla umut simsarı var ki etrafta, onların “inat!”, “umut!” diye bağırıp, yazıp durmasından, umuda yaşama tutunmak için gerçekten ihtiyaç duyan yoksunlara ve yoksullara sahiplenecek umut kalmıyor. Umudu bu denli tekelleştirerek ve siyasileştirerek, bir de onu inat çuvalına tıkarak üzerine kapanmak, varılmak istenene varmayı imkansızlaştırmasa da zorlaştıracak, geciktirecektir.
Debelenmek, inadın olası bir sonucudur mesela. Bu toplumun başına son yıllarda ne geldiyse birilerinin inadı yüzünden gelmiştir, gelmeye de devam etmektedir. Entelektüel camiamızın bir kesimi de düşünmüş, taşınmış, elemiş, eşelemiş, salt inadın ve inatlı umudun çözüm olduğuna varıvermiş. İnsan umudu olduğu sürece yaşarmış. Her şey yitirilebilirmiş ama umut yitirildiğinde ölünürmüş. Belki de haklıdırlar. Öyle ya, ülkesi defalarca çuvallara doldurulup çalınan mülksüzler bir de yurtsuz kaldılar. Şimdi de rüyaları çuvallara doldurulup çalınmaya çalışılıyor. Ne söylersen söyle, birileri dışarıda kalacaktır. Gerçekten umutların yitirilmemesi, çocukların rüyalarının çalınmaması, memleketin geleceğinin heba olmaması için ambalajlanmış ve parsellenmiş umut ve inat pazarlamak yerine bireysel seviyede dirayetle, sabırla, ısrarlı ve istikrarlı şekilde yapılabilecek şeyler var.
Mesela, yeni yılda;
Birlikte yola çıktığınız insanları yolda bırakmayın. Sözünüzü tutun. Sazın sözün ardına sığınıp kimseyi satmayın. Korkup kaçmayın. Güçsüzün sesini bastırmayın. Zayıfın sözünü susturmayın. Yalnızı yalnızlaştırmayın. Yoksulu yoksullaştırmayın. Hak yemeyin. Hakkı teslim edin. Haksızlığı göreceli terazilerde tartmayın. Sapla samanı karıştırmayın. Sevimsizliği alkışlamayın. Emeği görmezden gelmeyin. Güce yanlamayın. Görünmeyeni göstermeye, duyulmayanı duyurmaya çalışın. Akılları çalmayın. Fikirleri çalmayın. Emekleri çalmayın. Hiçbir şeyi çalmayın. Ve asla, kimsenin rüyalarını çalmaya kalkışmayın.
Kendinize dikkat edin.
İyi seneler!