'Sahte cennet'ten çıkış imkansız: Aden

Barış Atay imzalı "Aden", MUBI'de izleyicilerle buluştu. Film, mülteci sorunu, kadının konumlandırılışı ve iktidar mücadelesi gibi yakıcı meseleleri zaman ve mekandan bağımsız aktarıyor...

Abone ol

Gizem Üstündağ

Dünya prömiyerini 34. Varşova Film Festivali’nde yapan, 38. İstanbul Film Festivali’nde Mansiyon Ödülü’ne layık görülen Barış Atay’ın yönetmenliğini üstlendiği ikinci filmi "Aden" (2018), 21 Ağustos'ta çevrimiçi galasıyla birlikte ilk kez ve sadece MUBI'de gösterime açıldı.

Göç sorunu, iktidar mücadelesi, ataerkil iktidarın kadını acımasız konumlandırışı, yoksulluk, şiddet gibi yakıcı politik meselelerin güçlü bir alegorisi olan "Aden"; Türkiye sinemasında aşina olmadığımız post apokaliptik türün başarılı bir örneği, mitolojik ve insanlık tarihi ile dolu referanslarıyla bir türlü kırılamayan kısır döngünün ise kusursuz bir resmi. Senaryosunu Onur Orhan’ın kaleme aldığı "Aden", izleyiciyi araştırmaya da teşvik eden başarılı bir metin aynı zamanda.

Kelime anlamı "cennet bahçesi" olsa da film, yaşanılan coğrafyada cennetin neye karşılık geldiğini sorgulatmadan edemiyor. İçi boşalan kavramlar, gerçeklikle ilişki kuramadığında ismiyle müsemma olamayış, başarılı bir kontrastı ortaya koyuyor. Savaştan ve kıtlıktan kaçan çift, kalan son umutlarıyla hayatlarını yeniden kurma yolculuğunda benliklerini, kimliklerini gizlemek pahasına ilerliyor ve "cennet bahçesi"ni ararken, mücadele vermeden ulaşılamayacak olan "cennetin" yaşadıkları topraklarda mümkün olamadığını görüyorlar.

Kendi coğrafyalarından başka bir coğrafyaya iltica etmek durumunda kalmış bir çiftin hikâyesi olarak başlıyor film. Bu anlamda göç meselesine dair pek çok şey söylemek mümkün fakat "Aden" yalnızca bir göç filmi değil, aynı zamanda bir sınıf filmi. Ana aksına kadın meselesini konumlandıran film, sınıf ve iktidar mücadelesi üzerinden okunmalı belki de daha çok.

MÜLETCİ SORUNU, KADININ KONUMLANDIRILIŞI, İKTİDAR MÜCADELESİ...

Mülteci sorunu, kadının konumlandırılışı ve iktidar mücadelesi gibi yakıcı meseleleri zaman ve mekandan bağımsız aktarıyor film, insanın varoluşundan bu yana değişmeyen bu hikâyelerin baki olduğunu hatırlatmak istercesine. Varoluşun bir kısır döngüden ibaret olduğunu vurguluyor; yaşamak, yerleşmek, medenileşmek için verilen mücadelenin amansız döngüsünde yok oluşun kıramadığı kısır döngüyü resmediyor. Toplumsal iyileşmenin bireyin atacağı tek bir adımla mücadeleyi başlatacağını, belki de ihtiyaç duyulan tek şeyin cesaret olduğunu, cesaret ve iradenin yokluğunda yok oluşun bile bu dirençli döngüyü kırmaya yetemeyeceğini yüzümüze çarpıyor.

Filmde tek kadın karakter olan Aras, ataerkil iktidarın kadını kendi gerçekliğinden çıkararak konumlandırdığı yeri tüm yıkıcılığı ile ortaya koyuyor ve Aras, eril dilin tahakkümünde varlığını sürdürmeye çalışan tüm kadınların temsili oluyor. Değişim için belki de elzem olan iradeyi ortaya koyarak metalaşan varlığına isyan ediyor ve eril erkin kendisine yüklediği kadın formundan sıyrılarak mücadelesini başlatıyor. Fark ediyoruz ki mücadele, ezilen sınıfla omuz omuza verince gerçekleşiyor. Ve burada şu meselenin altı önemle çiziliyor, kadın mücadelesinden bağımsız bir sınıf mücadelesi yok!

KARDEŞLERİN DİNMEYEN SAVAŞI: İKTİDAR MÜCADELESİ VE EZİLEN SINIF

Sınıf mücadelesi, tek bir mekanda katmanlı bir şekilde ilerliyor. İki kardeş üzerinden iktidar mücadelesinin resmi çiziliyor. Küçük kardeş, abisiyle dinmeyen yarışında iktidar olmak isteyip, olduğunda da zaten var olan düzeni değiştiremeyecek olan muhalefeti temsil ediyor. Abi ise kadın bedenine istediği anda sahip olmak üzerinden tanımlıyor gücünü, erkliğini.. Savunmasız kalmış kadının bedenine sahip olan, eril egonun önderliğinde başlatıyor çetin mücadeleyi. İki kardeşin dinmeyen savaşında arka planda kalan üçüncü kardeşe tanıklık ediyoruz. Anne-babası tarafından daha çok sevildiği düşüncesiyle ölüme terk edilen ve ne yapsa bir türlü öl(e)meyen, evin bir köşesine kapatılan kardeş ise ezilen sınıfın başarılı bir yorumu. Aras’ın kocası rolünde izlediğimiz Marba karakteri, her şeye rağmen iktidarla arasını iyi tutmaya çalışan, menfaat söz konusu olduğunda değerleri ya da hakkaniyeti bertaraf edebilen geniş bir toplumsal kesimin temsili.

Başka bir coğrafyadan gelerek yeni bir eve yerleşen çiftin yaşadıkları üzerinden mülteci sorunun çarpıcı gerçekliğini önümüze getiriyor "Aden" aynı zamanda. Vicdanlarımıza seslenmiyor, gerçeği tam manasıyla yüzümüze çarpıyor. Dünya üzerinde bitmeyen, dinmeyen bir sorunun altını önemle çiziyor; var olmak için çabalayan fakat biat etmeden varoluşu tanınmayan ve her nerede olursa olsun yaşadığı yere ait olamayan insanların asla unutmamamız gereken varlığını hatırlatıyor. Kendi dünyalarınızdan meseleleri küçük meseleler olarak algılamanız sorunları ortadan kaldırmıyor diyor ve nereden bakarsak bakalım ne Türkiye’de ne dünyada mülteci sorunu hafiflemiyor.

Toplum olarak belki de kendimize sormamız gerekenleri hatırlamaya vesile olacaktır bu film. Olması gerektiği gibi işlemeyen bir dış politikada, işlemeyen sistemin sorumlusu mültecinin kendisi midir? Tüm öfkeyi ve sorguyu mülteciye yöneltmek hakkaniyetli midir? Her türlü öfkenin ırkçı saldırılara denk düştüğü bir ortamda öfkemizi yöneltmemiz gerekenler sığınmacılar değil tam da bu soruna sebep verenlerdir. Ve aslında günün sonunda hatırlamamız gereken belki de tek şey mültecinin sebep değil, sonuç olduğu düşüncesidir.

Film bitip, en başa döndüğümüzde elimizde belki de tek bir soru kalıyor, peki bu atmosferden çıkış mümkün mü? Ve cevabı çok net veriyor aslında "Aden": Şiddetin, bencilliğin, ayrıştırıcılığın kısır döngüsünü kader kabul edip, sentetik mutluluklar çoğalttıkça yarattığınız 'sahte cennet'en çıkış imkansız!