Şairin tanıklığı

Durbaş’ın ilk kitabı “Kuş Tufanı” ve ardından gelen “Çırak Aranıyor”, “Çaylar Şirketten” modern Türkçe şiire yeni izlekler, konular, temalar, sorular kazandırır. Yeni temaları, izlekleri, konuları sorunsallaştırmasıyla önemli bir çıkış yapar. Kanla kirlenen evrakların şiirinin yazıldığı yıllarda o terle kirlenen gömleklerin tarihçisi ve aranan çırakların sesi olur...

Abone ol

DUVAR - Modern şiirin de, modern Türkçe şiirin de önemli ve ayırt edici konularından biri şiirin ve şairin çağına tanıklığı sorunu olmuştur. Çağına tanıklık sorununun şairler ve şiirleri için aynı zamanda bir sınav işlevi gördüğünü de söyleyebiliriz. Çağına tanıklığı benimsemiş şairin aldığı sorumluluk, sadece çağına tanıklık etmekle sınırlı değildir. Yapıtları da bizim için zalimi, zulmü, barbarlığı yargılar. Yaşamın, insanlığın geleceğe ışık tutan deneyimini, edinilmiş değerlerini, erdemini savunur... Çünkü şiir salt bir liman, bir sığınak olmakla kalmaz, zamanı geldiğinde barikata, koruyucu bir zırha da dönüşebilir. Öyle şiirler, dizeler vardır ki içinde şairin yalnızca kendi anılarının değil, bizim anılarımızın da yer aldığı kelimelerden oyulmuş, imgelerle işlenmiş sandıktırlar adeta... Refik Durbaş, modern Türkçe şiirin çağının tanığı olmayı kabullenmiş, bunu sorumluluk saymış şairlerinden biridir. “Velvele” başlığıyla Ege Ekspres’te çıkan ilk şiiri 1962’de, ilk kitabı “Kuş Tufanı” 1971’de yayımlanan Durbaş, iki yıl önce de toplu şiirlerini üç cilt olarak (Islık Yayınları) okurla buluşturdu. Modern Türkçe şiirin ustaları arasına çoktan girmiş olan Refik Durbaş, toplu şiirlerinden sonra bu defa yeni şiirlerini içeren kitabı “Şayeste”yle çıktı okur karşısına. “Şayeste”nin “münasip, ”yakışır” anlamının yanı sıra kitabın ithafından, şairin annesinin adı olduğunu da anlıyoruz. Durbaş geçmişten, çocukluktan, anılardan çokça söz etmiş ve hâlâ da eden bir şair. “Şayeste” de süregelen şiir çizgisinin, tematik duyarlılığının devamı niteliğinde. Kitap “Sığınak” başlıklı “hatıra sandığı”nı ya da defterini açan bir şiirle başlıyor. Bu şiirin de bir ithafı var: “Kardeşim Fahri’ye”… Şiirin son betiğini okuyalım:

O kıza parkta, park kanepesinde

dün akşam, bu akşam, her akşam

“sevgilim olur musun?”

Diyemeden onun hangi

Hasretine sığınıyorum Fahri

Refik Durbaş, Kuş Tufanı, Soyut yayınları, 1971, syf: 94

Durbaş’ın ilk kitabı “Kuş Tufanı” ve ardından gelen “Çırak Aranıyor”, “Çaylar Şirketten” modern Türkçe şiirde yeni izlekler, konular, temalar, sorular kazandırması ve izlek ve temaları sorunsallaştırmasıyla önemli bir çıkış olur. Kanla kirlenen evrakların şiirinin yazıldığı yıllarda o terle kirlenen gömleklerin tarihçisi ve aranan çırakların sesi olur… Şairin son kitabı “Şayeste”de de bu tutumunu sürdürdüğünü görüyoruz. Durbaş terminolojisi olan bir şairdir. Bazı sözcükler ve kavramlar vardır ki ilk şiirinden itibaren varlığını korur. Bu dikkat çekici bir ısrardır. Ancak zaman içinde, yeni şiirlerde bu kavramaların anlamlarının zenginleştiğini, daha bir genişlediğini görürüz. “Şayeste”de yer alan “Menekşe” başlıklı şiirinin son dörtlüğünde olduğu gibi:

Hâlâ çırağım kalfası olamadım

başımı alıp gitmelerin

menekşe vaktinde

Hasreti onarmayı öğrenemedim

Refik Durbaş, daha ilk kitabıyla kendinden önceki kuşaklardan şairlere bile ilham kaynağı olabilmiş bir şairdir. “Kuş Tufanı”ındaki “Kalbim Büsbütün Hicran” başlıklı şiirinin “Gece en çok bana yakışıyor hüzün” dizesi, Hilmi Yavuz’un 1975’te yayımlanan “Bedreddin Üzerine Şiirler”inde “hüzün ki en çok yakışandır bize” olarak yinelenir. Denebilir ki modern şiir gibi modern Türkçe şiir de bir (ç)alıntılar şiiridir aslında. Ya da (ç)alıntı filan değil bu. Modern şiirin biriciklik, özgünlük iddiasına karşın her şiirin üstünde kendisinden önce var olmuş bir başka şiirin gölgesi vardır. Aslında bütün mesele budur. Ama sorun, modernizmin biricikliğini ve özgünlüğünü aşırı yücelten yaklaşımlarla ilgili galiba. Modernizmin özgünlük iddiasının o kadar da tutarlı olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü modernliğin iddia ettiği kişisellik şiirde bile bir yere kadar mümkündür. Etkilenme kaçınılmaz. Etkilenmenin olduğu yerde mutlak özgünlükten söz etmek geçersiz kalıyor. Bunları söylemek farklılıkları, sınırları yok saymak değildir. Etkilenme farklılıkları ortadan kaldırmaz elbette. Sorun Hilmi Yavuz’la Refik Durbaş örneğinde olduğu gibi bir şairin bir başka şairden etkilendiğini kabul edip etmemesi sorundur. Refik Durbaş şiirinin de etkilendiği kaynaklar vardır. Nâzım Hikmet, toplumcu gerçekçiler, İkinci Yeni şairleri ve kendi kuşağından isimler başta olmak üzere birçok kaynaktan ve halk şiirinden büyük ölçüde etkilendiği, ilham aldığı, beslendiği görülür. Hiçbir şair etkilendiğini kabul ederek farklılığını da, şairliğini de yitirmez. Refik Durbaş’ın şiirlerinin nesnel karşılığını kente göçle gelmiş yoksul ve ötekileşmiş insanların tutunma uğraşılarında ortaya çıkan duygu ve duyarlılıkta buluruz. Bu onu kendi kuşağı içinde farklı yaparak öne çıkaran şiirlerinin başat niteliği olarak görülür. Göç dalgasıyla altmışların sonunda yetmişlerin başında kırsaldan gelen ve kentlerde tutunmaya çalışan alt sınıfların ve toplumun mağdur kesimlerinin, yoksulların, emekçilerin, horlananların, ötekilerin de ötekileştirdiklerinin sesi sözü olmak Durbaş’ın şiire başladığı ve ilk kitaplarını yayımladığı yıllarda oldukça önemlidir. Refik Durbaş, modern Türkçe şiirde toplumun alt sınıf ve katmanlarının tutunma uğraşılarından yansıyan duyarlılıkla, dille doğrudan temas kuran, aradaki mesafenin kısalmasını sağlayan şair olarak da dikkat çeker. Emekçilerin içinden, çırakların, muavinlerin, küçük yaştaki konfeksiyon işçisi kızların, evden kaçanların, sokakta kalanların, horlananların, toplum dışına atılanların dünyasına yönelir. Durbaş’ın modern Türkçe şiirde, göçle gelen, kentin çeperlerinde yerleşen alt sınıf ve katmanlarıyla aradaki duygu ve dilsel mesafenin kısalmasında büyük payı vardır. Kentin sokaklarında avare, aylak gezinen bir şair bakışıyla değil, çoğunlukla dünyalarını yansıttığı toplumsal kesimlerin içinden konuşur. Atölyelerde, fabrikalarda, üretim alanlarında yer alanların ilişkilerine, varoluş sorunlarına, duygusal, düşünsel tepkilerine çevirir bakışını. “Anıların da bir gün şiiri yazılır elbet” der ve yazar. “Şayeste”deki birçok şiirin ortak duygusu anılardan oluşmakta. Ancak Yücel Kayıran “Altsınıfların Tinselliği” başlıklı Radikal Kitap’ta çıkan yazısında Durbaş’ın şiirinde izlek, tema, konu olarak hatıralar çemberinden çıkamamasını, geçmişe özleminin aşırı tutkuya dönüşmesini, nostalji düşkünlüğünü sorunsallaştırır. Kayıran şu saptamalarda bulunur: “Refik Durbaş’ın iki ciltlik, Toplu Şiirler toplamındaki ‘İstanbul Hatırası’ (1998), ‘Hatıram Olsun’ (2000), ‘Kırk Dört Sıfır Dört’ (2007) adlı kitaplarında hatırayı yurt edinmiş olması ve tekrardaki ısrar, tematik bir sorunsalı mı dile getirmektedir yoksa poetik bir sorunu mu? Sözünü ettiğim problem sadece kitap adlarından kaynaklanmıyor. ‘Rüya Tabirleri’ (2004) de, ‘Gözbebeğim İstanbul’ (2004) da, temelde hatıra mantığı üzerinden kurulmuş şiirlerdir. Dahası ‘Menzil’ (1992) ile ‘Yol Uzundur Günden Ama Ölümden Kısa’ (2002), ‘Çaylar Şirketten’in (1980) geçmişteki devamı gibidir. Hatıra mantığı üzerinden yazmak derken kast ettiğim; bir dönemi, toplumun bugün geldiği momentine göre artık farklı bir paradigma olarak geçmişte kalmış bir dönemini yurt edinerek yazma durumudur. Yaratıcılık bakımından nostalji, bugüne olan inancı yitirmek olduğu kadar bugünü dile getirememek demektir de; ve bence sorun, tematik değil, poetiktir.” Refik Durbaş’ın Yücel Kayıran’ın sözlerini dikkate aldığını ve “Şayeste”de yer alan “Pusu” başlıklı şiiriyle bir bakıma yöneltilen sorulara karşılık verdiğini söyleyebiliriz. “Şayeste”nin arka kapağına da çıkarılan “Mülteci” başlıklı şiirinde, yersiz yurtsuz kalan göçmenlerin trajedisinin yanı sıra Durbaş’ın “bugünü” dile getirmek konusunda bir sorun yaşayıp yaşamadığı da sergilenir. “Mülteci” başlıklı şiir güncel bir sorunun tarihselleştirilmesi bakımından da ilgi çekicidir. “Mülteci” şiirinden bir parça okuyalım:

Denizin üstü soğuk

sınırı dikenli tel

denizin altı oyuk

alın yazıları ecel

İstanbul Hatırası, Refik Durbaş, Adam Yayınları, 1998, 63 syf.

Yaşantının tek somut gerçekliği yaşanan, yaşanmış olandır. Yaşam sürüyorsa yaşanmış, yaşayan için eksik kaldığı tamamlanmayan olduğu içindir... Geçmiş eksikse umut vaat eder. Geçmiş eksikse gelecekle de işimiz bitmemiş demektir. O zaman yaşamla da işimiz bitmemiş demektir. Bu aynı zamanda umut nedenidir. Şairin geçmişle kurduğu yoğun ilişkiye belki bu açıdan, geçmişin eksik yaşanmışlığı odağından da bakılarak yorum yapılabilir. Durbaş’ın “Şayeste”de yer alan ve yine “güncel”le olan ilişkisiyle dikkat çeken bir başka şiiri de “Pusu”dur. Pusu şiirinden bir bölüm aktaracağım ama şiirin tamamının okunmasını ısrarla önereceğim:

"Çocukları çocuk gençleri genç

gelinleri gelin ihtiyarlar ihtiyar

olarak yaktılar" dedi Şehmuz

Halfeti de teneke saksıda açan

siyah gülleri de yaktılar

Bıldır gördüğün o siyah gülleri

"Kül dağlar" dedi Şehmuz

"kül de yas tutar gül gibi"

Refik Durbaş “Şayeste”de de anılarla, güncelle, sosyal ve tarihsel sorunlarla ilgili tanıklığını sürdürüyor. Onun şiirlerinde hep olduğu gibi bu defa da sanık sandalyesinde geçmiş ve şimdiki zamanın oturduğunu görüyoruz. Şiirlerde keder de var kader de… Duygular da var, iradede de… Ancak Durbaş’ın, şiirlerinde şair olarak hiçbir zaman yargıç koltuğuna oturmama tavrı “Şayeste”de de görülüyor. Yargılarken bile davacıların, davalıların arasında yer alıyor… Toplu şiirlerini yayımladıktan sonra çıkmış olmasına karşın “Şayeste”nin Durbaş’ın şiir serüveni içerisinde bir son kitaptan daha çok bir ara kitap gibi durduğunu da söyleyelim. Kitap bu yönüyle başka kitapların geleceğinin habercisi gibi de… Bu arada, yinelemek bahasına şunu da ekleyelim: Refik Durbaş’ın kentli üst ya da orta sınıftan beylerin ya da hanımların değil, göçle geldikleri kentin çeperinde hem göçün sarsıntısıyla, hem ekonomik ve sosyal koşulların yarattığı krizlerle boğuşan emekçilerin, alt sınıfların, ustaların değil çırakların, aşçıların değil yamakların, şoförlerin değil muavinlerin, terzilerin değil konfeksiyon işçisi kızların dünyasına, çelişkilerine yönelmiş duyarlılığı modern Türkçe şiirde çok önemli ve hâlâ dikkat çekici bir yenilik olarak görünmektedir. Son söz olarak; “Şayeste” ilk şiirlerindeki ve kitaplarındaki duyarlılığını sürdüren “hikmet burcu”ndaki şairden şiir okurlarının kesinlikle beğenerek okuyacakları bir kitap diyebilirim.

BU AYIN DERGİLERİ

Duvar dergisinin 36. Sayısı

Altıncı yılına giren ve iki ayda bir yayımlanan edebiyat dergisi Duvar, bu defa üç aylık olarak yayımlandı. Haziran, temmuz, ağustos olarak üç aylık periyodu kapsayan derginin 36. sayısında şiirleriyle şu isimler yer alıyor: M. Bülent Kılıç, Olcay Özmen, Didem Gülçin Erdem, Burak Demiryakan, Mustafa Atapay, Fırat Polat ve Nilgün Emre.

DERKENAR

Malum, bulunduğumuz coğrafyada haziran ayı biterken yaz mevsiminin üçte biri de sona eriyor. Yaz demek kimilerimiz için tatil de demek. Tatilde kitap okumak isteyenlerin ilgisini çekecek bir anekdot paylaşmak istiyorum… Bu kısacık öykünün tatilde okumak için kitap seçimi yapmak isteyenlere bir katkısı olur umarım. Rivayet olunur ki ünlü ve usta şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya bir vakitler Kadıköy’de kamyon çarpmış. Bunu duyan genç bir okuru şairin evine gitmiş ama üstat evde yokmuş. Sonra hastanede de bulamamış. Şairin genç hayranı birkaç gün sonra onu kahvede otururken bulmuş. Sohbet arasında ‘olayı’ sormuş. Üstat ne olduysa anlatmış ve sözünü “Ben karşıya geçtim, kamyonu hurdalığa kaldırdılar” diye bitirmiş. Dağlarca, “anlamadım” diyen bir ifadeyle yüzüne bakakalan genç okurunun merakını gidermiş: “Cebimde şiir vardı…”

Cebinizden de, dilinizden de şiir eksik olmasın…

TADIMLIK

Arkadaşımız küçük İskender’in amansız bir hastalığa tutulduğu açılandı. Modern Türkçe şiirin seksen sonrasından başlayarak günümüze gelene kadar aykırı ve ayrıksı çizgisini genişleterek sürdürmüş ve öncüleri arasına girmiş arkadaşımıza acil şifa diliyoruz… küçük İskender yenilikçi tutumuyla dikkat çeker. Sesinin ve sözünün hayata ve dünyaya dair olmasını önemser. Aramaktan ve araştırmaktan vazgeçmeyen özelliğiyle kuşağının şairleri arasında gelecek zamanlarda da var olması muhtemel birkaç isimden biridir diyebiliriz. Onun şiiri hem bireysel hem sosyal, hem trajik hem dramatiktir. Bireysel olduğu kadar sosyal, güncel olduğu kadar tarihsel de olan tartışmaların, çatışmaların, çelişkilerin, uzlaşmazlıkların ittiği hayatın ucunda var olma sorunsalının şairi olmuştur diyebiliriz… Tadımlık olarak ve selam göndermek amacıyla “Türkiye” şiirinden kısa bir bölüm okuyalım:

Uzak Asya'dan gelip Akdeniz'e bir kısrak

başı gibi uzanan bu memleket.. sizin! afiyet

olsun efendiler' demekten bıktım, bıktık,

anlıyor musun, orada mısın Türkiye,

Ama yine de memnun olmuyorsan bu tavırdan ve

kızıyorsan ve sinirleniyorsan, olsun, biz

yine geliriz; yine yazar, söyleriz; ölürüz;

biz yine gideriz; sen rahatını bozma o

zaman, güzel bir çocuk gibi bu şık dünya

yatağında, böyle masum böyle mazlum uyu Türkiye...