Şairlere göre şiir - 5
Toplumsal değişime koşut olarak şiirin de bir değişim eğrisi olduğu izlenebiliyor. Şiirin değişiminden elbette şiirin tanımıyla ilgili değişimi de kastediyoruz.
Şairler babalarının omzundan, annelerinin kucağından bakarlar dünyaya. O nedenledir ki anadilleriyle yazarlar. Baba diliyle, yani daha açıkça söylersek, yasa diliyle işleri olmaz pek. Onunla ancak bir muarız ya da muhalif olarak temas kurarlar… Bunun şairlerin şiir tanımlarına olduğu gibi şiirin şiirle tanımlandığı yapıtlara da yansıyan bir olgu olduğunu söyleyebiliriz.
Altmışlı yıllara girildiğinde son beş altı yılda başlayıp yükselen İkinci Yeni dalgasının çalkalandığı sular durulmaya başlar.
Şiir biçimsel olarak İkinci Yeninin açtığı yolda yalpalayarak da olsa devam ederken biçemsel yönden Nâzım Hikmet’in, daha çok da tamamlanamamış bir girişim olarak kalan kırk toplumcu kuşağının anlayışına yaklaşmaya başlar.
İkinci Yeni dalgasının kırılmasında dönemin bilhassa sol siyasal yaklaşımı hayli etkili olur. Öte yandan İkinci Yeniye öncülük eden şairlerin de tavır ve tutumlarıyla “ayak değiştirme”ye hazır durumda olduklarını söylemek gerekir.
Daha önce “İkinci Toplumcu Yeni” olarak adlandırdığımız altmışlı yıllarda gelişen şiiri anlamamız açısından bu kavramın anahtar olabileceğini düşünüyoruz.
“İkinci Toplumcu Yeni” şiir tanımından kastımız, altmışlı yıllardan sonra modern Türkçe şiirde oluşan eğilimdir. Bu tanımla işaret edilen şiir, biçimsel açıdan İkinci Yenici olmakla birlikte biçemselliğiyle toplumsalcılığı ön planda tutmaktan yanadır.
Altmışlı yıllara gelene kadar gerek şairlerin şiir tanımında, gerekse şiirlerle yapılan şiir tanımlarında, modern Türkçe şiir açısından bakarak söylüyoruz, özellikle ilk dönemlerde ses, ahenk, ölçü, hece gibi biçimsel kaygılar ön plandadır.
O nedenle diyebiliriz ki bu dönemde, varlığı tartışmalı olsa bile mevcut toplum, belki daha doğrusu topluluk için şiir yeni bir ses, yeni bir ahenk, düzen ve intizam olarak tanımlanırken ön planda biçimsel kaygılar olmuştur. Şiir yeni bir ses, yeni bir ahenk, düzen ve intizam arayışının etkisinde kalmıştır. Burada bir parantez açacağız. Tanzimat’tan itibaren modernleşme krizinin önemli sorunlarından biri de imparatorluk tebaasının modern anlamda bir toplum olma arayışıyla ya da olamamasıyla ilgilidir. Bu dönemin şiirinde de, edebiyatında da aslında toplumun “toplumsal varlığı”yla ilgili krizin izleri vardır. Ancak son derece primitif olarak. Toplumun toplumsal varlığının yeni bir ses, yeni bir ahenk, düzen ve intizamla sağlanabileceği ya da çözülmüş bağların sıkılaştırılacağı varsayılmaktadır. Şiir de bu anlayıştan etkilenmiştir. Nâzım’ı hariç tutarsak bu yaklaşımın etkisinin Garip’in çıkışına kadar sürdüğünü söyleyebiliriz.
Nâzım Hikmet’te toplum anlayışı, toplumsallık sorunu şiirini yazarken de, şiiri tanımlarken de komünistçe olmuştur. O topluma sınıfsal açıdan bakar. Şiirlerindeki ahenk de, ses de o nedenle ezilen, sömürülen emekçilerden, işçilerden, köylülerden yükselen ahenktir, sestir. Şarkısı toplumun değil, sınıfın şarkısıdır. Amele sınıfının, köylülerin şarkısıdır. Nâzım Hikmet bunlara bir öğe daha ekler: Dil öğesini. O şiiri dile yaslamak, şiirin dil işi olduğunu göstermek bakımından da öncü olmuştur. Dilin şiirini çıkarmak onun şairlik hüneridir.
Nâzım Hikmet’in tutsak alınmış olması onun şairliğine zincir vurmaya yetmez, şiir yazmasını durduramaz, ama okuyucusuyla buluşmasını engeller. Şairin tutsak olduğu ve sözünü okuruyla buluşturamadığı koşullarda şiirde yeni bir kapı açılır: Garip şiiri.
Garip şiiri ahenkten, sesten vazgeçer. Yeni rejimin oluşturduğu ortamda gelişen yeni bireyin dilini, sözünü arar, ama bunu yaparken ancak eskiyi bozmakla kalır. Koşullar daha fazlasına izin vermez de diyebiliriz. Ama yine de Garip, verili olanı geçersizleştirir. Eskiyi eskitir. Yerleşik olanı gülünçleştirir. Şiirin sarayla ya da saray kalıntılarıyla olan son bağlarını da tamamen kopartır. Şiiri sokağa çıkarır. Hayır taşırır. Sokakla, semtle, mahalleyle, şehirle, kentle buluşturur. Garip’in, Garip şairlerinin şiir tanımını da döneminin koşullarıyla birlikte düşünmek, değerlendirmek gerekir.
Buraya kadarki bölümlerde “şairlere göre şiir” perspektifinden yol alarak modern Türkçe şiirin altmışlı yıllara kadarki döneminin panoramasını sunmaya çalıştık.
Altmışlı yıllarda oluşan şiir anlayışı için “İkinci Toplumcu Yeni” şiir demiştik. Bunun büyük ve geniş bir yelpaze olduğunu da ekleyelim. Bu yelpazenin içinde yer alan üç ana şiir eğiliminden söz edilebilir. Üç eğilimi aynı yelpazede buluşturan bağlamınsa toplumsalcılık olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, altmışlı yılların modern Türkçe şiirin zirve ya da altın yılları olduğunu da belirtmek isteriz. Bunun, farklı eğilimleri barındıran bir yelpazenin açılabilmesiyle mümkün olduğunu de ifade edelim.
Altmışlı yıllarda açılan ve “İkinci Toplumcu Yeni” dediğimiz şiir yelpazesinin içinde olduğunu söylediğimiz üç ana eğilimi kabaca 1) ulusçuluk, 2) halkçılık 3) varoluşçuluk temelinde biçimlenen “kentli ve modern birey olma” sorunsalı olarak tanımlamak mümkün.
Ulusçuluk anlayışı, daha çok cumhuriyet ideolojisinden ve Kemalizmle ilişkili “bağımsızlık”, “yurt ve millet sevgisi” düşüncesinden kaynaklanır. (Örnek Fazıl Hüsnü Dağlarca bir yandaysa Attilâ İlhan bir başka yandadır.) İsimler çoğaltılabilir; örneğin Melih Cevdet Anday) düşüncesini benimsemiş şairlerin şiirlerinde “pekiştirici” bir tavır dikkati çeker. Amaç ulusçuluğun vurgulanması ve toplumda bu düşüncenin pekiştirilmesidir. Bu anlayışı benimseyen şairlerin biçimi, biçemi, şiir dili ve sözü genellikle betimleyicidir.
“İkinci Toplumcu Yeni” şiir yelpazesinde yer alan bir diğer çizgideki şairlerinse daha çok, modern ve kentli bireyin varlık, varoluş sorunuyla ilgilenen bir şiir anlayışı benimserler. Bu gruptaki şairlerin de biçimleri, biçemleri, dil tutumları ve sözle ilgili tavırları yönünden daha çok yorumlayıcı oldukları söylenebilir. Bu aynı zamanda İkinci Yeni döneminin şairlerince benimsenmiş çizgidir. Üçüncü çizgiyi oluşturan şairlerinse, bu dönemde, toplumcu gerçekçilik adına yeni tarzda bir halkçılık anlayışını temsil ettikleri söylenebilir. “Yeni tarzda halkçılık” dememizin nedeni, daha önce şiirde halkçılık deneyiminin Garip’le birlikte ve sonrasında İkinci Yeniden önceki ara dönemde yaşanmış, denenmiş olmasından. Bu grubun şairlerindeyse biçim, biçem, dil ve söz tekniğinin yansıtmacı oluşu dikkati çeker.
Toplumsal değişime koşut olarak şiirin de bir değişim eğrisi olduğu izlenebiliyor. Şiirin değişiminden elbette şiirin tanımıyla ilgili değişimi de kastediyoruz. Süreç içinde şairlerce yapılan şiir tanımından değişimin izi de sürülebilmekte.
İkinci Yeni dalgasının da dahil olduğu süreçte şiirin iki büyük döneminden söz etmiştik: Tasfiye ve restorasyon dönemleri. Altmışlı yılların modern Türkçe şiir açısından dikkat çeken özelliğiyse bu değişim yönünün yeni bir boyut kazanmış olmasıdır. O nedenledir ki şöyle diyebiliyoruz: Altmışlı yıllar her şeyin şiire dönüştürüldüğü yıllar olduğu kadar her şeye dönüşebilen şiirlerin de yazılmaya başlandığı yıllar olarak kaydedilebiliyor. Öyle ki şiir artık tiyatro da, sinema da, müzik de, resim de, heykel de, roman da, öykü de olabilmeye açık hale gelmiştir. Bunun birtakım siyasal baskıların ortadan kalkması ya da azalması, kültürel sınırların esnemesi, sağlanan görece özgürleşmeyle alakalı olduğu kadar şiirin yapıldığı toplumsal dilin belli bir kıvama gelmesiyle de alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Tabii bir de modern Türkçe şiirin o döneme kadar sağladığı deneyim ve birikimle de…
Altmışlı yılların genç şairi olarak adı öne çıkanlardan Ataol Behramoğlu, o dönemden çok sonrasında, 2018’de şiiri şöyle tanımlıyor: “Sözcük (kavram), mecaz (metafor), imge.. Bunlara sözcüklerin dış yüzünü oluşturan ses (melodik) özelliklerini de ekleyelim. Böylece şiiri oluşturan temel unsurları sıralamış oluyoruz. Şiir bütün bu unsurların bütünüdür. Sözcük (kavram) bilgisi ve tutarlılığı, ses örgüsü, metafor yapma ustalığı şiirin temel gereksinimleridir. Denebilir ki alfabesidir… Bunlarsız şiir olmaz. Fakat sadece onlarla da olmaz… Asıl unsur imgedir. İmgeninse yapay olmayan, hakiki bir duygu ve kavram dokusuna sahip olması gerekir.” Ataol Behramoğlu, modern Türkçe şiirin neredeyse tüm deneyim ve birikimini damıtan bir tanımlama yapıyor.
Peki, Ataol Behramoğlu şiiri, “İkinci Toplumcu Yeni” şiirin yelpazesi içinde genç bir şair olarak yer aldığı zamanlarda nasıl tanımlıyordu acaba? Onun, Meşrutiyet dönemi edebiyatında önemli rol oynamış Edebiyat-ı Cedidecilerin “her güzel şey şiirdir” sözünden müdevver “Her şey şiirdir” dizesini başlığına da taşıdığı şiirinin hem bu soruya karşılık geldiğini hem de şiirin şiirle tanımlanmasına iyi bir örnek oluşturduğunu düşünüyoruz. Şiirden iki betik aktarıyoruz:
Her şey şiirdir, çağrısı aşkın
Bahar toprağından yükselen tütsü
Umut ve acı, başlayan ve biten,
Yağmurun ve akıp giden hayatın türküsü.
Her şey şiirdir ve bir gün belki
İlk aşkım, ilk göz ağrım şiir
Koynunda ona yazdığım mektuplar
Bir yerlerden çıkıp gelecektir...
“İkinci Toplumcu Yeni” şiirin genç şairlerinden Ataol Behramoğlu elbette yalnız değildir. Altmışlı yıllardan itibaren yelpazeye dahil olan başka yeni isimler de vardır. İlk şiiri 1959’da, ilk kitabı 1963’te (Kavel) yayımlanan Hasan Hüseyin Kormazgil de o yeni isimlerden biridir.
Yelpazenin gençleri arasında Behramoğlu’yla birlikte adı öne çıkan ve dikkat çeken isimlerden biri de Süreya Berfe’dir örneğin.
Hasan Hüseyin Korkmazgil de dahil, yeni kuşak şairler şiir anlayışı olarak büyük ölçüde biçimsel yönden İkinci Yeninin, biçem ve içerik açısından da toplumcu gerçekçi denilen anlayışın etkisindedir.
Sözü bağlamadan son bir noktaya değinelim. “İkinci Toplumcu Yeni” şiir, altmışlı yıllardan günümüze değişik varyasyonları olmakla birlikte iskeletini koruyarak sürmüştür. Öte yandan şunu da kaydetmek gerekir: İkinci Yeni şiir dalgasının “İkinci Toplumcu Yeni” şiire dönüşmesi, beklendiği gibi genç ve yeni kuşak şairlerden gelen baskıyla değil, kısaca söylersek İkinci Yenici şairlerin İkinci Yeni'de direnmemeleri nedeniyle gerçekleşmiştir.