‘Sakıncalı’ bir savaş pilotunun gözünden 12 Eylül: İnsan ömrünü bu halka vermez de neye verir?

12 Eylül Darbesi'nin bir başka yüzü ise o dönem orduda görev yapan darbe muhalif askerler ve devrimci subaylar gerçeği. Darbeyi, ömrünü barışa adayan bir savaş pilotu, Bahadır Altan ile konuştuk.

Abone ol

İZMİR - Bilançosu defalarca ulusal ve uluslararası raporlara yansıyan 12 Eylül 1980 darbesi bugün halen birçok hak ihlali, işkence ve ölümlerle hafızalardaki yerini koruyor. Darbenin bir başka yüzü ise şüphesiz o dönem orduda görev yapan darbe muhalifi askerler ve devrimci subaylar gerçeği. Birçoğu görevden alınan, tutuklanan, işkence gören ve hayatının bir bölümünü cezaevlerinde geçiren bu askerler 2011 yılında Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği’nde (ADAM-DER) buluştu. Bu askerlerden biri de bugün kamuoyunun hak mücadelelerinden tanıdığı Bahadır Altan’dı. 

Emekli askeri pilot ve hak savunucusu Bahadır Altan

Ortaokul öğrenimin ardından askeri lisede havacı olarak öğrenciliğe başlayan Altan, yaklaşık 50 yıllık bir havacı. “Kendinizi nasıl tanıtmak istersiniz?” diye sorduğumuz Altan, “Savaş pilotu olarak yetişmesine rağmen barış için savaşmaya çalışan biri dersek çok mu kibirli bir ifade olur?” diyor. Altan ile 12 Eylül askeri darbesi sonrası yaşadıklarını konuştuk.

‘O GÜN UÇAKLARA EĞİTİM MERMİSİ DEĞİL GERÇEK MERMİ YÜKLENDİ’

12 Eylül 1980 darbesine giden süreci nasıl anlatırsınız? Neler yaşandı, yaşananların size yansıması nasıl oldu?

Ülkenin her yerinde toplumun bütün katmanlarının politize olduğu bir süreç yaşanıyordu. Ekonomik zorlukların faturasının yüklendiği yoksul mahallelerde, evlerde kapitalist sistem ve devlet sorgulanıyor, 68 hareketiyle saçılan tohumların filizlendiği alternatifler tartışılıyordu. Sadece tartışılmıyor bunu yaşama geçirecek örgütlenmeler, hazırlıklar da yapılıyordu. Yaşananlar sağ-sol çatışması değildi kuşkusuz. Eşitlik adalet talepleriyle başkaldıran başta gençlik olmak üzere halk kesimlerinin karşısına devlet, milliyetçi (ülkücü)-İslamcı temelde örgütleyip beslediği çeteleri de kullanarak, işkencelerle, tutuklamalarla, siyasi cinayetlerle, Çorum-Maraş gibi toplu katliamlarla çıkıyordu.

Devletin en sıkı kontrolü altında eğitim yapılan askeri okullarda ve harp okullarında bile sosyalizm tartışılıyor, örgütleniyordu. Hem öyle 68 dönemindeki gibi çoğunlukla darbeci-cuntacı örgütlenmeler de değildi bunlar. En katı tekleştirici askeri eğitimin içinden bile devrimci subaylar mezun oluyordu. Yayınların, kitapların yasaklanması, baskılar sol düşüncelere ilgiyi daha da artırıyordu. Örneğin Hava Harp Okulu'nda öğrenciler arasındaki ilk saflaşma bizler birinci sınıftayken (1974) okula alınan gazetelerden Cumhuriyet gazetesinin yönetim kademesince tek taraflı yasaklanmasıyla başladı. O zaman sol olarak sadece Cumhuriyet ve sağ olarak da Tercüman vardı diğer bütün gazetelerle birlikte gelir ve okunurdu.  Tercüman devam ederken Cumhuriyet'in yasaklanması tepkileri de beraberinde getirdi. Bu zeminde sol düşünceli öğrenciler bir araya gelmeye başladık. Çok da haklı bir zemin olduğu için çoğunluktaydık. Ve hemen her gün gizli gizli gazeteyi okula sokmaya başladık. 

Aslında Hava Lisesi 2’nci sınıftayken yemek boykotu dahi yapmış bir devreydik ama Cumhuriyet okumak ve okula getirmek ciddi bir “devrimci” eylemdi. Bunu diğer dergi ve sonradan çıkan gazeteler izledi tabii.

12 Eylül 1980 gününü nasıl hatırlıyorsunuz? Örneğin o gün neredeydiniz, neler yaşadınız?  

Hava Harp Okulu'nun son 2 yılı (77-78) çok gergin geçmişti. İdari kadro çok az istisna dışında sağ görüşlü, faşist kadrolardan özellikle seçilmiş subaylardı. İşi sınav sorularının matbaadan alınarak sağ görüşlü öğrenciler arasında dağıtmaya kadar vardırmışlardı. Bunu, sınavdan önceki gece etüdünde “İmam” lakaplı bir öğrencinin elinden kaparak, sabah dersin öğretmeni profesöre verip o sınavın iptalini sağlayarak ispat etmiştik. Benim imzasız mektubum Cumhuriyet gazetesinde Fikret Otyam’ın köşesinde yayınlanarak bu olay haber oldu, ancak bir işlem yapılmadı. Yani liyakat açısından bugün pek değişen bir şey yok.

Sol görüşlü arkadaşlar ise sudan sebeplerle aldıkları cezalarla okuldan atılma tehlikesi altındaydık. Bir arkadaşımız böyle okuldan atıldı, sonradan mahkemeyi kazanarak okula döndü ama 12 Eylül’de tekrar attılar bu arkadaşımızı. Bu koşullarda teğmen çıkıp Uçuş Okulu'na başladık ve kasıtlı olarak bizleri pilot yapmayabilirler diye düşünüyorduk. Tersi oldu, hakkımızda sicilimize yazılanları okuyan eğitim filosu komutanları bunların yanlı ifadeler olduğunu anlayıp bize objektif davrandılar. Ben uçuş okulundan dereceyle, ikinci olarak mezun oldum örneğin.

12 Eylül 1980 de ise İzmir/Çiğli'deki Uçuş Okulu'ndan yeni mezun olmuş pilot teğmenler olarak Konya 3. Ana Jet Üs’te F-100 uçaklarıyla atış bombardıman eğitimindeydik. Sadece evli 2-3 arkadaşımız mesaiye evlerinden gider gelir diğer bekarlar üs içindeki misafirhanelerde kalırdık. Bir gün önceden darbenin hazırlıkları belli oldu. Evli arkadaşlara da evlerine gitme izni verilmedi. Uçaklara eğitim değil gerçek mühimmatlar yüklendi. Sabaha karşı darbe olacağı kesindi.

Çok yakın arkadaşım (Dev Yolcu) Vedat Uzuner ile aynı odayı paylaşıyorduk. Vedat’la sonradan birlikte gözaltına alındık. 1982 Ağustos-Eylül-Ekim aylarında Ankara İstihbarat Dil Okulu'nda yakın hücrelerde sorgulandık. Ne yazık ki aynı F-4 (Fantom) uçağıyla 17 Kasım 1983’te 2 uçak birlikte Munzur Dağları'na çakılarak şehit oldu. Uçakların enkazı karla kaplandığı için ancak 7 ay sonra Haziran 1984’te bulunduğunda ben yine gözaltındaydım ve o listede Vedat’ın da adı vardı henüz cenazelere ulaşılmadığı için “şehit” olarak geçmediğinden sağ olsaydı o da ikinci kez alınacaktı. Serbest bırakıldığımda enkazın bulunup defnedildiğini öğrendim. İlk işim Cebeci Şehitliği'ndeki mezarına gitmek oldu elbet. 1985’te doğan oğlum Vedat Çınar’ın ilk adı onun adıdır. Sarışın mavi gözlü, Atatürk’e benzeterek “Paşa” dediğimiz sevgili kardeşimi hiç azalmayan büyük bir hasretle ve saygıyla anıyorum.

11 Eylül akşamı Paşayla beraber öngördüğümüz konuları o gece gözden geçirdik. Farklı fraksiyonlardan olsak da tam anlamıyla yoldaştık. Ben o zamanlar -Çoğu arkadaşım şaşırır bunu duyunca- Aydınlık gazetesi paralelindeydim -Gülmemin nedeni budur- ama biz yoldaştık. Yanımızda olan birkaç kitap yayın vs. yok ettik ama asıl ağırlıklı kitaplarımız evli arkadaşlardan birinin Konya merkezdeki evindeydi. Onlardan kurtulmamız ancak 14 Eylül’de mümkün oldu.

Darbenin ağır toplarından 2. Ordu Komutanı Orgeneral Bedrettin Demirel aynı gün 3. Ana Jet Üs’e geldi. Bizim filoyu ziyarete geleceğini duyunca 78 devresinin sicilen “komünistleri” olarak bizi yoklayacağını düşünmüştük. “Netekim!” öyle de oldu sıraya dizilmiş çakı gibi teğmenlerden ortalarda bir yerdeydim. Benim önümde durup sordu: “Nasıl yorumluyorsun, iyi mi yaptık?”

Hazırlıklıydım, devrimci subaylar olarak kendimizi belli etmemeliydik. Hiç açık vermedim kuşkusuz: “Ülke iç savaşa gidiyordu, tabii ki buna izin verilmemeliydi!”

Tabii ilk adımda bilinen solcular akın akın zindanlara dolduruldu. Darbenin bizlere ulaşması için daha 2 yıl gerekiyordu.

Daha önceki röportajlarınızda da darbeden 2 yıl sonra 1982 yılında gözaltına alındığınızı dile getirmiştiniz. Nasıl alındınız, neler yaşadınız? Kötü muamele ve işkence söz konusu muydu? Ya da bir başka deyişle o günlere dair unutamadıklarınız neler?

Kötülükler unutulmuyor elbet, affedilmiyor da ama daha çok duygulu, güzel ve komik şeyleri konuşup anıyor insan, belki de bir savunma mekanizması bu. 12 Eylül'den 2 ay sonra ilk tayin yerim Eskişehir 112. Filo’ya katıldım. Filoda tek teğmendim herkes benden yüksek rütbeliydi ama sanki askeri bir birlik değil çok sıcak, kucaklayıcı sahip çıkan ağabeyler arasındaydım. Bunu gözaltından dönüp tekrar filoya katıldığımda daha iyi anladım, bizi aldıklarında filo komutanına kafa tutup “Sen nasıl komutansın teğmenini nasıl verirsin bu yamyamlara?” ve benzeri tepkiler göstermişler ve tekrar geri döndüğümde de sımsıcak sarılmışlardı bana. Diğer piyade ulaştırma ve benzeri sınıflarda aynı ortam yoktu örneğin, çoğu arkadaşımız çok kötü karşılanmış ve adeta eziyet görmüştü.

‘ÇOCUKLAR NE YAZIK Kİ SİZİ GÖZALTINA ALMAK DURUMUNDAYIM’

Askeri Lise'den beri çok yakın arkadaşım, yoldaşım Pilot Teğmen Mesut Karaoğlan’la birlikte 112. Filoda normal mesaiye geldiğimizde Filo Komutanı ikimizi birden odasına çağırınca anlamıştık bir terslik olduğunu. Filo Komutanı gerçekten üzgündü; “Çocuklar ne yazık ki sizi gözaltına almak durumundayım elimde böyle bir emir var” diyerek makam odasında bize bilgi verdi. Önce filodaki dolaplarımız ve sonra evlerimiz aranacaktı. Hava Kuvvetleri'nin çeşitli birliklerine dağılan yaklaşık 20 devrimci subaydık, karacı devre arkadaşlarımızla başlayan sürecin bize de ulaşacağını biliyorduk. Gözaltı furyası bize ulaşmadan hazırlanma şansımız oldu. Herkes yakın ilişkide olduğu arkadaşlarıyla bir çerçeve belirleyecek, makul, mantıklı ifadeler verecektik içerde. Bu çerçeve dışında “suç” teşkil edecek hiçbir şey, ne pahasına olursa olsun ifadelerde yer almayacaktı. Bunu bizleri destekleyen ama çok aktif olmayan dost arkadaşlara dahi aktarmış hazırlanmıştık.

Evlerimizde de yasak yayın ve benzeri şeyler bırakmamıştık ama Eskişehir’de ilk bebeğimiz henüz bir buçuk aylıkken her yeri didik didik etme niyetli işgüzar bir başçavuş kitaplıkta Kutsal İsyan, Benden Selam Söyle Anadolu’ya gibi kitapları ayırıp “Bunlardan başka sakıncalı bir şeye rastlanmamıştır” diye tutanağa yazdı. Filo Komutanı Senai Günal, astsubaya çıkışarak “Sen ne yapıyorsun bunlar benim evimde de var, bunlar da sakıncalıysa çekip gidelim bu memleketten” diyerek tutanağı yırttı. Yeni tutanağa “Hiçbir sakıncalı bulguya rastlanmamıştır” diye yazıldı. Bu basit ama çok değerli, içerde de beni güçlü hissettiren bir anıdır. Senai Günal’ı da saygıyla selamlıyor uzun ömürler diliyorum.

Alınışımız hafta sonuna denk geldiği için ve üste bizi gözaltında tutacak uygun hapishane olmadığı için kullanılmayan boş bir misafirhane odasında 2 gün Mesut’la birlikte kaldık. Aynı görüşte, 2 yoldaş olarak aynı soru ve suçlamalara maruz kalacaktık. İşkence göreceğimizden de emindik, neredeyse ezbere hatırladığımız Çin Devrimi döneminde devrimcilerin zindanlardaki direnişlerini anlatan “Kızılkayalar” romanından pasajlar anlattık birbirimize.

Pazartesi sabah erkenden silahlı bir binbaşı nezaretinde, Kurubacak Albay ve Bnb. Yalçın Uz’un kullandığı C-47 ile Ankara'ya havalandık. Yıllar sonra Yalçın Uz ile Anadolu Üniversitesi Sivil Havacılık Yüksek Okulu'nda birlikte çalışacaktık. Yolda kokpite girip esprileri şakalarıyla ünlü, göbekli babacan albaya “Moskova’ya çek” diye şaka yapacak kadar kendimizden emin ve şendik.

Ankara’ya vardığımızda havacılar bizi merkez komutanlığına teslim ettikten sonra faşizmin yüzü görünür oldu. Hitaplar emir kipine döndü, jipin arka koltuğunda gözlerimiz bağlandı, ellerimiz kelepçelendi, Gözetim Evi'ne döndürülmüş derslikleri duvarlarla hücrelere çevrilmiş İstihbarat Dil Okulu'nda Kontrgerillanın elindeydik artık. Hücreye konduktan biraz sonra içeri gelen güler yüzlü bir asker çaktırmadan ilk bilgileri verdi. Üst kattan Alparslan Türkeş, Yaşar Okuyan ve diğer ülkücüler ve solcu olarak sadece Sadun Aren vardı. Onların keyfi yerindeydi havalandırma açık görüş vesaire hakları vardı. Biz ise tam tecritte olacaktık ama merak etmemeliymişiz 2-3 ay kalır en fazla birkaç tokat yersiniz gibi sözlerle kendince beni rahatlatıyordu. Koridorun başında tuvaletin karşısında ilk hücreydi benim hücrem Mesut 3-4 hücre yan tarafımdaydı. Diğer arkadaşlar Paşa, Salim, Rıza neredeydi acaba merak içindeydim ve başka kimler alınmıştı? 

Askerlerin hemen hepsinin 80 öncesi gençlik yıllarında öyle veya böyle sol fikirlerle, solcularla karşılaşmış gençler olduğu çok belirgindi. Bu süre içinde çoğu bize yardımcı oldular. Normalde bir tutuklu tuvalete çıktığında diğer kapıların hepsi kapalı olur ancak o geri dönüp kapısı kilitlendiğinde başka hücre kapısı açılırdı. Ama bazen benim kapımı da açarak tuvalete gelen arkadaşla gizli gizli görüşmemizi sağladılar. Bu görüşmeler çok kıymetliydi birbirimizden güç alıyorduk. Ancak 2 yıl sonra tekrar alınıp Güvercinlik Jandarma Alayı içindeki özel yapılmış gözetim evinde her şey çok farklıydı. Askerler 2 yılda bile çok değişmiş adeta düşman gözüyle bize bakar olmuşlardı.

Bir de akşam birimizin başlattığı türküye başka hücrelerin katılmasıyla sesler buluşurdu. En çok da Çökertmeyi söylerdik, “teslim olmayalım Halilim…”

Bu hücrede 2,5 ay kaldım ve belki kasıtlı belki büyük bir tesadüf tam 10 yıl sonra artık sadece Dil Okulu olan bu binaya İngilizce sözlü sınavı için geldiğimde sınav için aynı odaya planlandığımı fark ettim. Ellerim titreyerek içeri girdim ve biri yabancı uyruklu kadın olmak üzere 3 öğretmene doğrudan İngilizce olarak gerçekleri anlatmaya başladım. Sözcükler dilimden dökülüyordu kadın sınav komisyonunun yabancı kadın üyesi sadece “really?” really?” diyerek arkadaşlarına bakıyor ve bu havacı yüzbaşının anlattıklarına inanamıyorlardı. Beni sadece dinlediler, ellerindeki sınav metninden hiçbir soru sormadılar. Tam not aldığımı sonradan öğrendim.

‘İŞKENCE GÖRDÜNÜZ MÜ? SORUSU BİZİM KUŞAKLAR İÇİN YAVAN KALIYOR’

İşkence gördünüz mü? sorusu ne kadar yavan kalıyor bizim kuşaklar için diye fark ediyorum bu soruyu duyduğumda. Örneğin arkadaşlarınız sorguya götürülüp getirilirken ve geceleri uzaktan işkence gören insan sesleri size dinlettirilerek 1.5 ay geçirmek ve bir an önce sorguya işkenceye her ne olacaksa ona gitmek için can atmayı işkence sayar mısınız? Veya gözleriniz bağlı 7 saat süren bir sorgu sonrasında dik durmaya çalışırken denge organınızdan kuşku duymak ve “Bu herif konuşmayacak alın bunu aşağıya götürün onlar konuştursun” diyen kontrgerillacının emriyle 2 askerin kollarınızdan sizi sürükleyerek paldır küldür merdivenlerden aşağı indirmesi tek başına işkence midir?

Bunların dışında bana elektrik verilmedi örneğin veya kaba dayak dahil fiske yemedim ama sorguda hakarete uğrayınca gözlerimi açacağımı söylediğimde benden çok daha fazla görünmekten tanınmaktan korktuklarını anladım. “Ellerini bağlarız” o zaman dediler ama sonrasında bağırıp çağırmalar olsa da hakaret olmadı sorguda.

Herkes benim kadar şanslı değildi, biraz da pilotları ordudan atmama gibi bir eğilim baştan beri sanırım bizi koruyan faktör oldu. Ama sorguda soyundurulup hayalarına copla vurmakla tehdit edilen, gözleri bağlı dayak atılan çoğu da aslında örgütlü olmayan sadece kitap dergi okuyan subaylar vardı ve bunların hiçbirinin ağzından arkadaşlarını ele verecek sözler çıkmadı.

Bir kere sorguda ısrarla Paşa’nın ve bir arkadaşın daha Dev Yolcu olduğunu bana kabul ettirmek istiyorlardı, ben de “Hayır sadece Cumhuriyet okur” diye yanıtlıyordum. O zaman başka bir arkadaşı getirip onun haberi yokken sorguda bana dinlettirdiler. Ne yazık ki çözülmüş, işbirliği yapmaya razı edilmişti bu arkadaş. Aslında suç teşkil etmeyecek şeyler olan ifadelerle, benden etkilenerek solcu olduğunu ama kendisinin Aydınlığı değil Dev Yolu seçtiğini ve benzeri anlatıp Paşa’yla yaptıkları bazı faaliyetleri itiraf ediyordu. Sıra benden nasıl etkilendiğinin delillerine gelince “Sana hangi kitapları verdi?” gibi sorulara ise kaypak cevaplar vererek aslında beni korumuş oldu. Ben de onun “Solcu olması konusunda etkilediğime dair somut bir çabamı söyleyemedi” diye kendimi savundum. Çünkü bütün dertleri 141-142 ye dahil edecekleri bir delil bulmaktı. Sonra banyoya götürüldüğümüz bir gün Paşa ile karşılaşmış ve askerlerin engelleme çabalarına rağmen kucaklaşmıştık. O zaman alelacele “Bahadır ben hiçbir şeyi kabul etmedim ama bunu dinlettiler. (İtiraf eden arkadaşı gösteriyor ve ‘biraz etkilenseydin çeneni tutardın’ diyerek ona kızıyordu) O nedenle mecbur kaldım diyerek “Oh! Rahatladım artık bir yıl bile kalırım burada” deyişini unutmam. Onu asıl rahatsız eden arkadaşı hakkında istemediği ifadeleri kabul etmek zorunda kalışıydı.

Peki sorgulara dair unutamadığınız?  

Sorgulara dair komik anımı da paylaşayım. Bizim iki devre altımızdan iki arkadaşımız vardı. “Kurtuluşçu” olduklarını sonradan öğrendim. Okulda hangi görüşten olursa olsun birbirimizi çok sever sayar dayanışırdık çünkü. Bu arkadaşlar da bir çerçeve çizmişler ve bunun dışında hiçbir şey anlatmamak üzere anlaşmışlar. Sorguya ilk alınan M.S. (İznini almadığım için isim yazmıyorum) "Her şeyi anlattım" diyerek çerçeve dışına çıkmadan ifadesini veriyor. Sorgucular, “Başka yaptığın şeyler de var biz biliyoruz” gibi zorlayıp “O zaman S.T’yi şimdi getireceğiz ona da ben her şeyi anlattım her şeyi biliyorlar sen de anlat diyeceksin, Tamam mı?" diyerek S.T’yi gözleri bağlı getiriyorlar. M.S “Sen de her şeyi anlat deyince” su katılmamış Laz olan S.T ne çerçeve bırakıyor ne cam her şeyi anlatıyor… Bu olay ve S.T nin “Abi ne bileyim bana her şeyi anlat dedi!” diyerek kendini savunması uzun süre içerde bile bizleri neşelendirmişti gerçekten.

Sonrasında yargılama süreciniz nasıl devam etti ve nasıl sonuçlandı?

İlk gözaltı sürecinde biz büyük bir grup mahkemeye çıkmadan birliklerimize döndük. Sonra beni 1984 Haziran başında yeniden gözaltına aldılar. O zaman Üs Komutanı odasına çağırarak tebliğ etmişti. Ben de size şimdiden beyan ediyorum “İfade vermeyeceğim” demiştim. Bu kez üsteğmendim ve çok daha zor bir süreç yaşadım. Önce iki gün askeri ceza evinde kaldım. Banker Yalçın ile burada tanışıp ranza arkadaşlığı yaptık. Ankara’da ise Jandarma'ya teslim edildim, gözetim evi Kara Havacılık Okulu'nun hemen yanında berbat, havasız hücrelerden oluşuyordu. İfade vermeyi reddettiğim için yatak, sigara ve benzeri her şeyimi alıp günlerce beton zeminde bıraktılar. Sonra bir gece nöbetçi subayı fark ederek yatağımı geri getirtti, çay getirilmesini emretti ve bana paketini de bırakarak sigara verdi. O Silahlı Kuvvetler sigarasını, sıcak çayı ve günler sonra sırtımı yatağa yaslayışımı unutamam. Sanki 5 yıldız konforuydu!

İki yıl önce verdiğim eski ifademi yeniden yazarak ve hala aynı düşüncelerde olduğumu beyan ederek çoğunluğu karacı arkadaşlarla beraber mahkemeye çıkarıldım. Mamak’ta Askeri Hakim, “Sizin için ifade verip yasa dışı örgüt üyesi olduğunu söyleyen tanıklar var neden böyle bir ifade vermiş olabilirler?” sorusuna “İşkence görmüşlerdir çünkü birçok arkadaşımın işkence gördüğünü biliyorum" diye yanıt vermiştim.

Sadece 1 arkadaşımız tutuklandı diğerleri beraat ederek evlerimize döndük. Ben yine 112. Filo'da uçuşlara başladım artık bu durumla dalga geçer olmuştuk. Tekrar ne zaman Ankara’ya gideceksin ve benzeri şakalar bile yapılırdı. Sakıncalı pilot olarak 1990 yılına kadar F-4 uçaklarında öğretmenlik test pilotluğu yaptım. 1990 yılında kulaklarımdaki işitme kaybı nedeniyle emekli oldum. Sivil havacılık kalan 30 yılımın uğraşısıydı.        

‘BUGÜNKÜ REJİM 12 EYLÜL FAŞİST DARBE REJİMİNİN DEVAMIDIR’

Darbenin bilançosu birçok kez raporlara yansıdı. Genel çerçevede 12 Eylül Askeri Darbesi'ni aynı zamanda bir asker olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üyesi olmakla gurur duyduğum Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği (ADAM-DER) o dönemde hukuksuz bir şekilde ordudan uzaklaştırılan devrimci yurtsever subaylarca kuruldu. Hala yürekleri halkları için, yurtları için çarpan ezilenden emekten demokrasiden yana, birlikte onurlu bir duruş sergiliyorlar. Örneğin bir Emekli Subaylar Derneği gibi değiller. Her biri demokrasi mücadelesinin bir ucundan tutup destek oluyor, 70 yaşına yaklaşan insanlar sandık görevlisi oluyor veya depremlerde direnişlerde gönüllü çalışmalara katılıyorlar. Tek başına bu örnek bile TSK içindeki bu değerli insanları ayıklayarak ülkeye nasıl bir kötülük yapıldığını ispatlar. Böylece görece halk içinden gelen ülkesini halkını barışı gözeten insanlar tümüyle ayıklandı ve meydan tamamen Hulusi Akar gibi kimin eşeğine binerse onun türküsünü çığıranlardan ibaret kaldı. Bunun, yani 12 Eylül'ün tek adam rejiminin inşasında rolü inkar edilemez. Bugünkü rejim 12 Eylül faşist darbe rejiminin ürünü ve devamıdır.

Bugünkü AKP-MHP iktidarı 12 Eylül'ün devamıdır ve tam da o anlayışın yani Türk-İslam sentezinin “sivil” görünümlü halidir, Evren yerinde Erdoğan var sadece. Bu tek adam rejiminin demokrasi ve insan hakları karnesi 12 Eylül'den de beterdir. İdam cezası kanunda yoktur ama terörist ilan edilerek gerçekleşen yargısız infazlar 12 Eylül'ün çok çok üzerindedir. Evet 12 Eylül’de benim devre arkadaşım Ömer Yazgan gibi devrimciler darağacında katledildi ama örneğin helikopterden atma gibi bir vahşet bile bu dönemde ortaya çıktı. Şimdi bir milletvekili bunu ifade ettiği için linç ediliyor. Sezgin Tanrıkulu, Tahir Elçi gibi hedef tahtasına konuyor. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Buna izin veren bir rejime diktatörlükten başka ne ad verilebilir?   

‘İNSAN ÖMRÜNÜ BÖYLE BİR HALKA VERMEZ DE NEYE VERİR?’

Aradan 40 yılı aşkın bir süre geçti. Bugünden baktığınızda o günler hakkındaki düşünceleriniz neler?

Başta da söylediğim gibi kötülükleri affetmiyoruz ama aklımızda da sadece güzellikleri tutmaya çalışıyoruz. İki anımla nokta koyayım:

O günlerde en büyük işkence sevdiklerinden akıbetlerinden haber alamamaktı. Biz içerde daha rahattık aslında, eşlerimiz, ailelerimiz asıl işkenceyi görenlerdi. Nerede tutulduğumuz söylenmemişti ama bir şekilde öğrenip Dil Okulu kapısına ve Güvercinlik Nizamiyesi'ne gelip dayanıyorlardı. İçeri bir pusula gönderebiliyorlardı sadece biz de onun arkasına "İyiyim, merak etmeyin, yakında çıkacağız" vb. yazıp geri gönderiyorduk. Ziyaret bundan ibaretti. Unutamadığım bir ziyaret ise 3,5 aylık olan kızım Şafak’ın hücreme gelişiydi. Sorgular bitmiş mahkeme veya tahliye emri bekleniyordu, araya bayram girdiği için emir imzalanamadığından fazladan yatıyorduk, dolayısıyla hücre kapıları açılmıştı. Türkeş ve MHP ekibinin aileleri açık görüşe gelirken bizler yine pusula ile haberleşiyorduk. Nöbetçi subaya eşimin bebekle geldiğini 3,5 aylık çocuğun konuşamayacağını hiç olmazsa onu görmeyi istediğimi belirttim. Bir süre sonra hiç beklemezken Şafak bebek, binbaşının kucağında içeri geldi. Bütün koridor toplanmış yatağın üzerine uzanmış şaşkın bakan bebeğe bakıyorduk. Herkesin gözleri yaşlıydı. Çığlıklarla ağlamaya başladı bebek, özgürlüğüne düşkün olacak diye sevinerek hemen uğurladık onu. O gün hücrede tanıştığı amcalarını çok sevdi Şafak ve kardeşi Vedat Çınar’la birlikte o amcalarının yollarından yürüyorlar. Bu da benim en büyük servetimdir. 

İkincisi ise daha sarsıcı bir olaydır: Dil Okulu'nda 1982 Eylül'ünde hücremde bir akşam gün içinde sorguya götürülen arkadaşımı görmek için nöbetçiye rica ettim. O da arkadaşımı tuvalete çıkarıp benim de kapımı açarak buna imkan verdi. Kucaklaşmamızı hatırlayınca gözlerim doluyor hala. Henüz birkaç cümle etmiştik ki merdivendeki ayak sesiyle ben kapıyı kapattım, o da tuvalete yöneldi. Nöbetçi subayı farkına varmıştı, benim kapımı açıp kilitli olmadığını anlayınca tekrar kapatarak askere döndü. Neden iki kapı birden açık diyerek vuruyordu. Kürt olduğu her halinden belli olan askerin yanağında patlayan tokatların sesleri çınlıyor hala kulaklarımda. Ve sonra sesler kesildiğinde o askerin benim yüzümden cezalandırıldığına dair ne söyleyeceğimi bilemez halime bakıp “Sizin için biz de iki tokat yemişiz çok mu?” demesi unutulmuyor elbet.

Şimdi ben de sana ve okurlara bir soru sorayım: İnsan ömrünü böyle bir halka vermez de neye verir?