11 Mart günü Dünya Sağlık Örgütü, Korona virüsü olarak bilinen
COVID-19 salgınını pandemik ilan etti. Salgının Çin’de
başlamasından sonra hasta sayısı Güney Kore, İran ve İtalya gibi
ülkelerde hızla artış göstermişti. Kıta Avrupa’sındaki birçok ülke
bu durumu takiben kendilerindeki sayı bu rakam ulaşmasa da virüsün
yayılmasını engelleyecek önlemler aldı. ABD ve Türkiye’de okullar
ve işyerleri münferit önlemler alırken, hükümetler resmi müdahalede
bulunmak için Dünya Sağlık Örgütü’nün resmi açıklamasını beklemişe
benziyor.
28 Şubat’ta Dünya Sağlık Örgütü Çin’de korona virüsünden
kaynaklı vakaların sayısında düşüş olduğunu ve Çin’in aldığı
önlemlerin salgının gidişatında değişiklik sağladığını ifade eden
bir rapor yayınladı. Bu rapora
göre, Çin doğrudan kontakla bulaşan vakaları karantinaya alarak
virüsün topluluk içinde yayılmasının önüne geçti. Salgının dünya
geneline halihazırda yayılmış olmasından dolayı gözler Çin’in
aldığı önlemlere döndü.
Çin’de vakaların yoğun olduğu bölgelerle topluluk içi yayılmayı
önlemeye çalışan bölgelerin aldığı önlemler farklı. Vakaların yoğun
olduğu bölgeler resmi karantinaya alındı. Bizim dışarıdan
duyduğumuz önlemler de bu bölgelerden. Vakaların en fazla olduğu
bölgede fiili sokağa çıkma yasağı var, günlük ihtiyaçlar kuryeler
ya da mahalle muhtarlıkları tarafından karşılanıyor. Yer yer,
evlerin kapılarını mühürleme gibi aşırı önlemlere de
rastlanıyor.
Vakaların yeni artış gösterdiği bölgelerde kısmi sokağa çıkma
yasağı uygulanıyor. Her haneden bir kişi iki günde bir evin
ihtiyaçlarını karşılamak için sokağa çıkabiliyor. Bu kısmi
izinlerin kontrolü ‘hane pasaportu’ tabir edebileceğimiz karnelerle
yapılıyor.
Çok vaka görünmeyen yerlerde ise yerel yönetimler topluluk içi
yayılmanın engellenmesine en çok önemi veriyor. Çin’in çoğunluğunu
oluşturan bu bölgelerde en başından beri yurttaşlar kendilerini
gönüllü karantinaya soktular. İlk dönemlerin Çin yeni yılı tatiline
de denk gelmesinden dolayı bu kolaylıkla başarıldı. Okullar nisan
ya da kimi yerlerde mayısa kadar uzaktan eğitime geçtiği için
çocuklar için sorun yok ama yetişkinlerin çoğu artık ofislerinde
çalışmaya başladığı için geçen hafta Çin’in doğusundaki birçok
kalkınmış kent, günlük hareketliliği düzenlemek için yeni bir uygulamayı yürürlülüğe soktu.
Alibaba şirketinin halihazırda varolan uygulamaları
Wechat/Weixin (Whatsapp gibi bir uygulama ama çevrimiçi ödeme de
yapılabiliyor) ve Alipay/Zhifubao (çevrimiçi bankacılık ve P2P
finansal ilişkilerde kullanılan bir uygulama) üzerinden her kent
yurttaşının bir karekodu oluyor. Yurttaşlar bu karekoduna ateş,
seyahat ve karşılaştıkları kişiler gibi günlük bilgilerini
giriyorlar. Karekodda ayrıca muhtarlıklardan, mahalle
karakollarından alınan bilgiler de giriliyor. Çevrimiçi alışveriş
uygulaması Taobao da Alibaba şirketine ait olduğu için oradan da
bilgilerin çekildiğini tahmin ediyorum. Bu bilgiler bir algoritmada
birleştirilip kenttaşların hareketliliğine getirilecek
kısıtlamalara karar veriliyor. Örneğin kodu kırmızı olanlar toplu
taşıma araçlarını kullanamazken yeşil kodlular normal hayatlarına
geri dönebiliyor.
Çin’in salgın kontrolünü sosyal kontrolle birleştiren yöntemleri
Batı'daki halk sağlığı uzmanları tarafından eleştirildi. Ama bu
eleştirilen yöntemler vakaların yoğun olduğu bölgelerde olanlar.
DSÖ’nün de takdir ettiği, virüsün topluluk içinde yayılmasını
önleyen önlemler ise güvene dayalı. Yapay zekanın kullanıldığı
mobiliteyi kontrol eden yöntemlere bilgi girişi diğer ülkelerde
olduğu gibi gönüllü değil belki ama beyan esasına dayanıyor. Bunun
uzun vadede devlet toplum ilişkilerine, küresel işbirliği
gerektiren konulara etkisi ne olabilir diye ODTÜ Uluslararası
İlişkiler öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Onur Bahçecik’e danıştım.
'KİŞİLER BİLGİLERİNİ VERDİKLERİNDE DEVLETİN GÖZETLEME
FONKSİYONUNA KATKIDA BULUNUYOR'
Uluslararası kuruluşlar ve küresel yönetişim pratikleri
konusunda uzman olan Onur Bahçecik’in bu konudaki yorumları
şöyle:
Devlet toplum ilişkileri açısından baktığımızda Çin ile ilgili
yapılan yorumlar Çin’in otoriter bir ülke olduğu, politikaların
yukarıdan topluma dayatıldığı, buna itiraz edenlere karşı
kaybedilmeye varan uygulamaların yapıldığını vurguluyor. Tabii ki
Çin’in otoriter bir ülke olduğunu yadsıyamayız ve pek çok açıdan
yönetim taktiklerinde bireylerin özgürlüğünü esas alan bir
anlayışla hareket etmediği çok açık. Örneğin salgının başlarda
kamuoyundan saklandığına dair haberler ve hastalık hakkında sosyal
medyadan ve diğer araçlardan bilgi veren kişilerin suçlanması ve
hatta ortadan kaybolması bu bakışı güçlendiriyor.
Onur Hoca meseleye biraz daha yakından bakıldığında ve modern
devletin işleyişi de göz önüne alındığında daha nüanslı bir resim
ortaya çıkabileceğine dair bir uyarı yaptı. 20'nci yüzyılın son
çeyreğinden itibaren yapılan çalışmalar, modern devlet aygıtının
dayandığı yöntemlerden birinin kişilerin iktidarın sunduğu
çerçevede kendilerini yönetmelerini öngören yönetimsellik adlı
iktidar teknolojisi olduğunu ortaya koydu. Buna göre devlet baskıcı
politikalar benimsediğinde bile uygulamada bir şebekeye ve
bireylerin işbirliği yapmasına dayanıyor. Ayrıca bu politikaları
uygulamak için devlet teknik bir bilginin ortaya çıkmasını da
desteklemek zorunda. Bu açıdan Batılı ülkelerin devlet aygıtının
işleyişi ile Çin’deki işleyiş arasına bazı ortaklıklar var.
Spesifik olarak salgınla ilgili uygulamalara baktığımızda,
kişilerin kendi durumları ile ilgili bilgileri gönüllü olarak
vermesi bu türden bir yönetim tekniğine örnek olarak görülebilir.
Kişiler bu bilgiyi vererek devlet aygıtının gözetleme fonksiyonuna
ve devlet iktidarının yeniden üretilmesine katkıda bulunuyorlar. Bu
da aslında baskıcı politikalarla özdeşleştiren gözetleme
fonksiyonunun bazı durumlarda sadece kişilerin aktif ve gönüllü
katılımı ile mümkün olduğunu gösteriyor. Buradan otoriter
devletlerde bile devletin her zaman polis taktiklerine değil
uzaktan yönetme denilen taktiklere dayandığını görüyoruz. Bunu
vurgulamak Çin’de sivil toplumun ya da sivil alışkanlıkların güçlü
olduğunu iddia etmek değildir. Ancak devletin bu tür yönetmelerle
sadece salgın ile mücadele etmediği aslında bir şekilde toplumu da
hareket geçirdiği ve kişileri kendi davranışları ve sağlık
durumları hakkında düşünmeye ve eyleme davet ettiği
söylenebilir.
Onur Bahçecik Hocamıza bu salgınının uluslararası halk sağlığı
sistemlerine etkisine dair de sorular sordum. Virüsün topluluk
içinde hızla yayıldığı ülkeler Çin’i örnek alabilecek mi? Salgına
karşı alınan önlemlerin toplumlara ve devlet-toplum ilişkilerine
uzun vadedeki etkileri göz önüne alındığında virüsün görüldüğü
ülkeler Çin’in önlemlerini örnek almalı mı? Her devlet kendi
yöntemlerini mi bulacak? Bu yerelleşmenin faktörleri neler
olabilir? Yerelleşme mi, küreselleşme/uluslararası işbirliği
mi?
KARANTİNA 14'ÜNCÜ YÜZYILDAN BERİ TARTIŞMALI
Onur Hocamız der ki, küresel işbirliği açısından baktığımızda
tabii ki Çin’deki bir uygulamanın bir model olarak dolaşıma girmesi
şu anki verili güç dengeleri açısından bakıldığında oldukça güç
görünüyor. Küresel yönetişimde belli uygulamaların yaygınlaşmasında
uluslararası kuruluşların önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz.
Bu kuruluşlar krizlerden sonra veya belli sorunlar karşısında
sıklıkla “bu olaydan alınan dersler” tarzında çalışmalar yapıp,
kıyaslamalarla “benchmark” ya da “en iyi uygulamalar” adı altında
modeller ortaya koyarlar. Uluslararası kuruluşların bu şekilde
onayladığı ve adeta sertifikasyon verdiği uygulamalar ve
politikaların diğer ülkelerce benimsenmesi kolaylaşır. Bu açıdan
DSÖ’nün bu uygulamaları övmesi oldukça anlamlıdır. Bu onay Çin’deki
uygulamaların zaman ve mekândan soyutlanarak model olarak ortaya
konmasına yardımcı olabilir. Çin de buradan bir fırsat çıkarıp ve
krizin ardından küresel sağlık diplomasisi yoluyla kendi
uygulamalarını yaygınlaştırarak rejimine de meşruiyet katabilir.
Tıpkı Türkiye’nin kendi Sağlıkta Dönüşüm Modeli’ni dünyaya ihraç
etmek istemesi ya da adalet alanında kullanılan UYAP adlı yazılımı
dünyaya yaygınlaştırmaya çalışması gibi.
Onur Bahçecik’e göre burada bu tür soyut modellerin de
içeriğinin nasıl belirlendiği, etkilerinin nasıl kanıtlandığı ve
hangi ülkelere (gelişmiş ya da gelişmekte olan) hangi modelin uygun
olduğu konusuna değinmek gerekir. Bunun tamamen nesnel bir süreç
olduğunu söylemek mümkün değil. Muhakkak ki gerçek hayattaki
uygulamalar bir ihraç modeli olarak paketlenirken toplumsal ve
siyasal bağlamından soyutlanıyor ve sterilleştiriliyor. Bunların
yaratabileceği sorunlar, eleştiriler mümkün olduğunca göz ardı
ediliyor. O yüzden bu model ihraç meselesinin oldukça politik
olduğunu, Batı dışı ülkelerin son yıllarda daha fazla bir şekilde
kendi uygulamalarının uluslararası kuruluşlarca örnek gösterilmesi
için uğraştığını söyleyebiliriz. Bu tür konuların ne kadar
tartışmalı olduğu örneğin Ebola meselesinde güçlü bir şekilde
gündeme gelen ve Covid’de de yeniden hatırladığımız karantina ile
ilgili tartışmalarda da görülebilir. Küresel sağlık camiası 14'üncü
yüzyıldan beri uygulanan bu yöntemin ne kadar etkili olduğu
konusunda bir fikir birliğine henüz varamamıştır.