Korona virüsü salgını deyince ilk akla gelen sözcük ‘kapatma’ olabilir. Çin’in aldığı ilk önlem Wuhan kenti ve Hubei eyaletini karantinaya alarak kapatmak oldu. Sonra komşu ülkeler kara sınırlarını, komşu olmayan ülkeler uçuşları durdurarak Çin’e kapılarını ‘kapattı’. İtalya, korona virüsü vakalarındaki artıştan sonra Avrupa içi serbest dolaşım sistemi Schengen’den bir süreliğine gönüllü olarak çıkmayı reddettiği için birlik komşuları tarafından eleştirildi. Virüs İran’da çıkınca Türkiye hemen kara ve hava sınırlarını kapattı.
Günümüzün seyahat olanakları ve dünyanın iş, eğitim, eğlence, ticaret ağlarıyla birbirine bağlılığıyla geçmişte olmayan bir insan hareketliliği var. Korona gibi virüslerin kuluçka sürelerinin uzunluğu ve mutasyona uğrayarak değişebilirliği sayesinde sınırları kapatmak virüsün yayılmasını engellemek için en etkili yöntem değil. Vakaların yoğunlaştığı bölgeleri kendi içine kapatarak ya da bütün kapılarımızı kapatıp kendimizi içeri hapsederek aslında riski azaltmış olmuyoruz. Peki, salgın küresel bir sorunsa niye sınırları kapatıyoruz?
Salgın bir küresel halk sağlığı meselesi ve uzun vadeli çözümler gerekiyor. Bu uzun vadeli önlemlerin eksikliğinde, bir salgın başladıktan sonra yerel yönetimlerin ilk başvurabileceği önlem kapıları kapatmak. Bugün de yapılan bu. Ama uzun vadede, kapıları kapatmak bizi salgınlardan korumuyor; bizi 'yerli ve milli' virüslerimizle baş başa bırakıyor.
Nasıl salgın insan hareketliliğin yoğun olduğu günümüzde küresel bir sorunsa, çözümü de küresel ölçekte aramak gerekiyor. Bu salgınlar uzun yıllar süreceği için sınırları kapatmak sadece palyatif çözümler.
Grip ve korona tipi virüsler için aşı geliştirmek, büyük ilaç firmaları için araştırma-geliştirme masraflarına değmeyecek küçüklükte bir talep. Korona tipi virüsler grip gibi sürekli mutasyona uğradığı için aşı geliştirmek uzun zaman alıyor (o yüzden Küba’da mucizevi bir şekilde bulunuveren aşılar ya da Çin resmi medyasının her sabah kahvaltıyla beraber müjdelediği aşılar da uzun vadede sürdürülebilir değil).
Devletlerin ya da devletlerin katkılarıyla çalışan uluslararası örgütlerin araştırma-geliştirmeyi desteklemesi gerekiyor. Aynı zamanda, salgınların beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan güvenlik krizleri olarak değil, uzun vadeli bir halk sağlığı yaklaşımının parçası olarak görülmesi gerekiyor. Salgınlara karşı uzun vadeli önlemler ilaç sanayinden değil, bireylerin ve özellikle sağlık sistemine kısıtlı erişim imkanı olan grupların yaşam kalitesini yükseltmek, bilinçliliğini arttırmaktan geçiyor. Salgın küresel düzeyde öncelikli olarak bir güvenlik değil bir kalkınma sorunu olarak görülmeli.
Devletler uygulamalı tıp bilimlerine ve kamu sağlığına bu bütçeyi ayırmak yerine sınırları kapatmayı tercih ediyor. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlar. Hem bu bütçe kaleminden tasarruf ediyorlar hem de sınırları kapatarak bir tehdit anında yükselen yabancı düşmanlığına oynayıp halk nezdinde puan kazanmış oluyorlar.
Küreselleşme uzun yıllar devletlerin uluslararası sistemlerde ikincilleşmesi, yerini uluslararası şirketlere ve sivil topluma bırakması olarak açıklandı. Oysa, geldiğimiz noktada, sağlık, eğitim, iş güvencesi gibi refah politikalarının düzenli ve biraz da olsa eşitlikçi uygulanması için devletten daha etkili bir aktör henüz yok. Bu yüzden de, salgın gibi kriz anlarında devletler yurttaşları tarafından öncelikli olarak sorumlu tutuluyor.
Küresel krizlerin devletlerin sorumluluğu olarak görülmesi ayrıca devletlerarası rekabette ve güç mücadelelerinde de koz olarak kullanılıyor. Bu da devletlerin kamu sağlığı ya da çevre koruma gibi uluslararası işbirliğine ihtiyaç duyulan konularda bilgi saklamasına ve finansal katkıda bulunmaktan imtina etmesine neden oluyor.
Velhasıl, korona virüsü kapımıza dayanmışken büyük resmi görmek zor olabilir ama uzun vadede salgını da göçmen karşıtlığı söylemine eklemleyip devletlerden sınırlara daha yüksek duvarlar inşa etmelerini talep etmek uzun vadede hiçbirimizin lehine değil.