'Salgın var, feministlik yapmanın zamanı mı yani?'
Hastane içi toplantılarda erkekler sahnede olma eğilimindedir hep. Zaten yönetim de yüksek oranda erkek. Ama işte sahne ile saha arasında büyük fark var. Bir yandan bu süreçte kadınlar açısından evdeki bakım emeği de sürüyordu. Temiz bir eve, dolapta düzgün çamaşırlara hasret geçiyor benim de günlerim, yetişemiyorum.
Sağlık çalışanlarının yükü ağır, fakat bu zamandan hakiki
kayıtlar, böyle anlarda keskinleşen her tür çelişkiye bakmayı
gerektiriyor. 41 yaşında bir kadın hekim, bir devlet hastanesinde
mikrobiyoloji uzmanı, hastanelerde zor şartları kendine bahane
kılan “erkeklik” hallerini anlatıyor önce. Kadın sağlıkçılara
mahsus yükten bahsediyor. Sonra da başka bir ikiyüzlülükten,
dışarıda alkış, şükran faslı sürerken sağlık çalışanlarına yönelik
kesilmeyen şiddetten... Umudu var yine de.
Çizim: Murat Başol
Meğer böyle bir şeye hiçbir hazırlığımız yokmuş. Hele ruhsal
hazırlık hiç yoktu. Özellikle martın ikinci haftası hepimizdeki
endişe çok yüksekti. Anksiyete düzeyinde tanı alabilecek bir
endişe... “Hastaneye gelirken bir-iki haftalık giysileriniz
yanınızda olsun” deniyordu bize. Hemen sevdiğim kitapları
hazırladım, izolasyonda okurum diye. Hem hastalanma korkusu var,
hem hastalarla ilgili kafamız karışık. Sürekli rehber okuma,
birbirimize sorma hali; büyük bir şaşkınlık... Her zamanki Türkiye,
dedik kendi kendimize; suya düştük, yüzmeye çalıştık. Şerbetliyiz
çünkü buna.
İki ay sonra bakıyorum gerçekten endişe düzeyimiz azaldı,
bilgimiz arttıkça tedavi süreci daha akılcı hale geldi. Birkaç
haftadır vakaların biraz azalmasıyla da sevindik. Ama tabii sağlık
personeli çok enfekte oldu. Biz küçük bir hastaneyiz, 34 sağlık
çalışanı enfekte olmuş, ki bu da Sağlık Bakanlığı'nın
rakamlarındaki gibi sadece PCR testi pozitif olanlar. Tomografi ve
klinik bulgusu Covid'le uyumlu olanların sayısı bunun çok üzerinde.
Çalışan Sağlığı Polikliniği'nde de görev yaptım süreçte. Sadece
bizdeki o 34, gerçekte 60'tır, 70'tir. Asla yetemeyeceğiniz sayıda
insana bakmanın travması da vardı o ilk kabus gibi günlerde. Bir
ara Covid servisinde yatan 350 hastaya kadar çıktık. Gerekli
koruyucu ekipmana sahip olmadığımız uzun zaman yaşadık. Ya da
geldi, sorsanız maske var mı var. Ama bakıyorsunuz standartları
denetlenmemiş, ağız ve burunu birlikte kapatamayacak küçüklükte!
Bununla herkes tek başına baş etmeye çalıştı, kimi altına üstüne
cerrahi maske taktı, kimi kendi parasıyla yenisini aldı.
Çok daha fazla çalıştım, ama ben eve gelip gitmeyi
başaranlardanım. Bir ara bir yakınımın ofisinde kalma fikri
belirmişti ama o sürenin belirsizliği tatsız geldi bana, yapmadım.
Birlikte çalıştığım arkadaşımlarımdan çocuklarından ayrı kalan çok
oldu. Benim de yedi yaşında bir çocuğum var, biraz daha anlıyor,
ama tabii o da etkilendi. Kendisi bir mesafe koymaya çalıştı, yeni
kurallarla çıkış yolları bulmaya çalıştık. Hastalanmadık ama eve
hastalık getirme korkusu gerçekten ağır.
Kadın hekimlerin yükü de başka oldu. Bu süreçte erkeklerde bir
şey gözlemledim, hatta bir tutanak tutmam gerekti. Memleketi için
gerekirse öleceğini söylemekten hoşlanan tarzda bir erkek hekim
Covid'li hastaya yaklaşmaktan kaçınıyordu. Böyle anlarda insanın
içindeki dışına çıkıyor. Erkeklerde kendini korumanın, hastalık
korkusunun ya da sağlıklarıyla ilgili küçük bulguları büyütmenin
daha fazla olduğunu görüyorsunuz. Sonuçta hastaya bir işlem
yapılması gerekiyordu, bulaş riski fazla olduğu için o yaklaşmadı.
Kritik bir andı, koruyucu ekipmanı tam olmamasına rağmen hastanın
yaşaması için bu işlemi bir kadın hekim yaptı. Hastalanma korkusu
olsa da kadın sağlık çalışanlarının, adanmışlıklarıyla, bakım emeği
verme alışkanlığıyla karşısındakinin hayata tutunması için
kendilerini durdurmadıklarına tanık oldum. Kendi sağlıklarıyla
hastanın sağlığı arasında seçim demekti bu. Kimse bu seçimi yapmak
zorunda kalmamalı. Hastane içi toplantılarda da erkekler sahnede
olma eğilimindedir hep. Zaten yönetim de yüksek oranda erkek. Ama
işte sahne ile saha arasında büyük fark var. Bir yandan bu süreçte
kadınlar açısından evdeki bakım emeği de sürüyordu. Temiz bir eve,
dolapta düzgün çamaşırlara hasret geçiyor benim de günlerim,
yetişemiyorum. Evde bir erkek varsa hem dağınıklıklarıyla, hem de
iş yapmamalarının getirdiği öfkeyle baş etmek gerekiyor.
Bir kez de bir hastayla hekim arasında tartışma yaşandı. Şef
olarak gittim. Hastayı ikna ettik, sorun çözüldü ama hekim bankoda
uzun süre sinkaflı küfürler etmeye devam etti. Bu cinsel şiddettir,
böyle küfür edemezsiniz dedim. Tutanak tutunca birbirimize girdik
bu sefer. Biz neyle uğraşıyoruz, çocuğumuzu öpemiyoruz, şudur budur
diye haklı çıkmaya çalıştı. Şu yüzden anlattım, zor koşullarda
çalışmak, erkekler için küfrü ya da şiddet içeren tutumu haklı
gösterecek bir altyapı olabiliyor. Bu, çevreye de haklı gelebiliyor
üstelik; ne var bunda adam küfrünü de edecek, bak çocuğunu da
öpemiyor gibi bir şeye geliyor. Bu benim şef olarak tecrübem. Bir
kadın hemşire ya da teknisyen, bir erkek hekimden “Ben burada
canımı ortaya koymuşken, senden bir kahve istemişim çok mu...”
cümlesini duyabilir. Salgın var, feministlik yapmanın zamanı mı
yani, gibi. Neyse sonra o hekim özür diledi. Ama tam da böyle
anlarda direnç göstermek önemli bence.
Bir taraftan sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin bu süreçte
devam ettiğini de konuşmak gerekli. İdari şef nöbetlerimizde “beyaz
kod” dediğimiz uyarı verildiğinde, eşlik edip ilgili birime
çıkıyoruz. Sağlık sistemi hastanın beklentilerini karşılamadığında,
öfke hep sağlık çalışanlarına yöneliyor. Hastalar bu süreçte de çok
mağduriyet yaşadığı için, meşrebine göre bazıları bunu öfkeyle
dışavurdu. Hepimiz nasibimizi aldık. Telefonda çok küfre maruz
kaldım. Bire bir hasta ve yakınlarından çok hakaret duyduk.
Dışarıda sağlık çalışanlarına yönelik alkışlar, teşekkürler;
içeride de bunlar olabiliyor ne yazık ki.
Ancak kısa süreli bilgi edindiğimiz bir enfeksiyon bu. Önümüzü
tabii ki göremiyoruz. Sadece öngörülemezlikle yaşamaya biraz daha
alıştık sanırım. Bana tek iyi gelen şey sağlık sisteminin
sorunlarının daha net görülmesi. Örneğin biz merkezi havalandırma
sistemi olan, penceresiz bir akıllı binada çalışıyoruz. Bunu çok
dert etmiştim, “Ne güzel özel hastane gibi” deniyordu daha çok.
Salgınla birlikte akıllı binalara dair bu fikir değişti. Ya da ofis
alanlarımızın, yemekhanelerin darlığı ayyuka çıktı. Bir yandan
Türkiye'nin karikatürü gibi yöneticilere devasa odalar... Siyasi
fikirlerden bağımsız şekilde dillendirilmeye başlandı bunlar: Biz
neden bu küçük odadayız? Neden kimse bizi düşünmüyor? Daha önce
sistemi eleştirmekte çekingen olanlar, hastaların mağduriyetlerini
daha çok söylemeye başladı. Refakatçi de olmadığı için, başka
hastalıklara benzemez şekilde zorluklar yaşadı hastalar. Odalar
dışarıdan kilitleniyor, yemek yedi mi, ruh hali nasıl, içeride ne
olduğunu bilmiyorsunuz. O kadar yürek burkan hallere tanık olduk
ki, herkes bu işlerin yönetilmesindeki olumsuzluğu hissetti. Bütün
bunların başka talepler getireceğini umuyorum. Hatta bu umut bana
bir enerji veriyor. Belki bu akut dönem geçtiğinde yılgınlık
hissedeceğim, bilmiyorum. Tabii terapi, antidepresan gibi destekler
alıyoruz. Hastalanıp dönen hekimlerin durumu zordu, hem hastalığı
yaşamışlar, hem bağışıklığın ne kadar koruyacağı bilinmiyor. Ben
zaten antidepresan kullanıyordum ama süreçte başlayanlar oldu.
Bu arada daha önce görüştüğünüz hemşire de haklı bence,
performans adı altındaki ücret artışları sağlık çalışanlarına eşit
yansıtılmadı. Karşılığı bu mudur ayrı, ama hastalarla yakın
temaslarına rağmen anlamlı bir artış görmedi hemşireler. Ayrıca
hastanelerdeki güvenlik görevlileri enfekte olduklarında, ki bu çok
yaşandı, o sürede ücretleri kesildi. Aslında sistemin
çarpılıklarını çoğumuz görüyoruz artık. Yerine ne gelmeli
aşamasında örgütlü yapıların seslerini daha fazla duyurabilmesi
gerekli. Toplantılarda Tabip Odası şunu öneriyor falan desek, kabul
edilemez bir şey söylenmiş gibi bir duvarla karşılaşıyoruz. Tabip
Odası, sendikalar, hastanelerde örgütlü yapıların üyeleri olarak
bayağı yeraltı örgütlenmesi muamelesi görebiliyoruz. Ama her şeye
rağmen umudum var benim.
Konuştuğumuz gün 139.771 vaka, 3841 ölüm
açıklanmıştı.
*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu
öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki
eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan
sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan.
Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her
veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin
bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı
ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar,
erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi
yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde
çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar,
karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun
düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü
birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında
kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.