Cumhuriyet’in ideolojik konumlanmasında ve kurumsal yapılanmasında Sünni İslam’ın rolü nedeniyle devlet, dinlere eşit mesafede olmadığı için sorunlu laiklik icra edildi! Tartışması da bitmedi. 29 Ekim’de neden, 1876 Anayasası’nın monarşinin kurumsal yapısını koruyan maddeleri değil de 1921 Anayasası’nın demokrasiyi içeren maddeleri tasfiye edildi?
Bugünün sorunları, dünün artığıdır. 29 Ekim’de ilan edilen
Cumhuriyet, demokrasiyle var olmadı. 99 yıldır, bir arpa boyu yol.
İyimser olmanın koşulları var da ben mi körüm? Neyse. Osmanlı’yı
saymazsak asırlık değişmeyen iki temel talebimiz: Eşit vatandaşlık,
can ve mal güvenliğimiz. Öteki taleplerimizi geçtim. Türk
devletinin kurucu unsurlarının (milleten Türk ve dinen Sünni İslam)
egemenliğini sorgulamadan, asırlık taleplerimizin değişeceği de
yok. Yakın dönemdeki askeri vesayet söylemi, esası görmeyi
perdeledi ve Sünni İslam’ın politiğine yolverdi. Hesaplaşılmayan her konu bir sonrakini
tetikledi. Amasra’da 41 madenci öldürüldü. Çünkü Soma’da da 301
madenci öldürülmüştü; adli hesaplaşması yapılmamıştı. Maalesef
Amasra’nın da adli hesaplaşması yapılmayacaktır; “kader” dendi.
Soma’ya da “fıtrat” denmişti. Ve Dersim’den Varlık Vergisi’ne, 6-7
Eylül’e, Maraş’a, 10 Ekim’e… O kadar çok “yaramız” var ki.
“Devlet sırrı” denilerek, ‘78 Maraş Katliamı dava
dosyasının, mahkeme kararına rağmen Kara Kuvvetleri Komutanlığı
tarafından verilmemesi yeterince bilgilendirici değil mi?
Adaletin bu muydu, cumhuriyet!
Oysa Cumhuriyet, çürümüş Osmanlı’dan kopuş ve hatta devrimdi.
Cumhuriyet, yedi düvelle mücadelenin zaferiydi. Cumhuriyet,
Osmanlı’dan kurtulmaktı. Cumhuriyet, ilericilikti. Resmî
ideolojinin söylemiyle kalınmadı, burjuvaziyi alaşağı etme
iddiasında olanların da teziydi. Fakat anti-emperyalizm söylemi,
neler olduğunun araştırılmasını ve anlaşılmasını maskeledi. Ve
hatırlayalım ki, Cumhuriyet’i derinleştiren adımlar muhalefetin
susturulduğu Takrir-i Sükûn’lu yıllarda atıldı. Bu, neyin
modernleşmesiydi? Takrir-i Sükûn devrimi mi?
Bugünlerde her TC vatandaşının yaşadığı enflasyonun iki
Türkiye’si veya iki cephesi misali, 29 Ekim’in de iki Türkiye’si
veya iki cephesi vardı. Enflasyonun zenginleşen ve fakirleşen
cephesi gibi 29 Ekim’in iktidar gücüyle palazlanan ve tasfiye
edilen cephesi vardı.
İki cepheyi birlikte analiz etmediğimiz sürece Türk
milliyetçiliğinin barikatını aşamayacağız ve demokratik gelişmeyi
de sağlayamayacağız. Bu sefaleti on yıllardır yaşaya geldik. 29
Ekim’in bir yüzü: Anadolu’yu fiilen İslamlaştırma/Türkleştirme,
TBMM’nin açılması, Türk Kurtuluş Savaşı, Lozan Antlaşması, binlerce
mülke el konması, Cumhuriyet’in ilanı, Takrir-i Sükûn’lu yıllarda
(tüm sorunlu haline rağmen) laiklik, hukuki düzenlemeler/modernite
adımları, karma ekonomik yapı. Diğer yüzü: Anadolu’nun
Hıristiyanlardan temizlenmesi, milyonların mülksüzleştirilmesi,
Suphi ile yoldaşlarının Karadeniz’de katli, 1919-1920’de Mebusan ve
TBMM seçimlerine Hıristiyanların katılmasının engellenmesi, tek
parti iktidarı, Şark Islahat Planı, Koçgiri’den Dersim’e harekât ve
Cumhuriyet’in ‘tek’leştirmesi. Bu, Türkçü ekonomi politiğin
iki yüzüydü. Tam bir Türk Nüfus Mühendisliği faaliyetiydi;
Türk’ün devrimi, ötekinin imhası!
Resmî ideolojinin söylemini es geçiyorum ve 29 Ekim’e
‘devrim’dir diyen sosyalistlerle komünistlere hatırlatırım ki,
Anadolu’da ırki temizlik, milyonların mülkünün gaspı, Suphi ile
yoldaşlarının katli neydi?
TEK DİNLİ VE DİLLİ CUMHURİYET
29 Ekim’de 1921 Anayasası’nın birinci maddesindeki
“Hâkimiyet, bilâ kaydü şart milletindir…”
hükmünün gereği olarak sistemin niteliği konusu gündemdeydi. Oysa
bu hükümle, mevcut sistem fiilen ve hukuken Cumhuriyet’ti. Bu da
Meclis’in [Kasım 1922’deki] iki kararıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun
ve saltanatın ilgasıyla daha da pekiştirilmişti.[1]
Faruk Alpkaya’nın doktora çalışmasından öğreniyoruz ki,
Cumhuriyet’le ilgili çalışmaya Meclis açılmadan iki gün önce 9
Ağustos 1923’te başlandı. İlgili komisyon çalışması, gazetelerde
yer aldı. 4 Ekim’de devletin adının Türkiye
Cumhuriyeti olması kararlaştırıldı. Sürece tavır alan
Fethi (Okyar) hükümeti istifa etti. Planlanan çalışma aksatılmadı.
Meclis, Anayasa’da yapılan değişikliği kabul etti ve ardından TBMM
Reisi Mustafa Kemal’i (Atatürk) Reisicumhur seçti.[2]
Meclis 1923 yılı 2-27 Ekim tarihleri arasında 13 gün çalıştı.
Hiçbir oturumda Cumhuriyet ilânıyla ilgili anayasada değişiklik
için teklif görüşülmedi.[3]
29 Ekim’de İkinci Reisvekili İsmet (İnönü) Başkanlığında, Meclis
saat 18’de çalışmaya başladı. 1921 Anayasası’nda değişiklik teklifi
Meclis’e sunuldu ve encümene havale edildi. Hazırlanan mazbata da
Meclis Başkanlığı’na sunuldu.
Tutanakta teklifi verenin kimliğiyle ilgili isim, oradan
encümene havale edildiği kararı, encümen mazbatası detayı vesaire
yok. Teklifte 1921 Anayasası’nın 1’inci, 2’nci, 4’üncü, 10’uncu,
11’inci ve 12’nci maddelerinin değiştirilmesi önerildi.
Teklifin 2’nci maddesiyle, Türkiye’nin hem dini hem
de resmi dili oluyordu. Maddeler okundu, kısa
müzakerenin ardından hemen kabul edildi. 29 Ekim 1923 tarih ve
364 sayılı kanunla 1921 Anayasası’nın ilgili maddeleri
değiştirildi:
Madde 1- “…Türkiye devletinin şekli hükümeti,
Cumhuriyettir.”
Madde 2- “Türkiye devletinin dini, dini İslâm ve resmi lisanı
Türkçe’dir.”
Madde 4- “Türkiye devleti TBMM tarafından… İcra vekilleri
vasıtasıyla idare eder.”
Madde 10- “Türkiye Reisicumhurunu, TBMM umumiyesi tarafından ve
kendi azası meyanından bir intihap devresi için intihap
olunur…”
Madde 11- “Türkiye Reisicumhuru devletin reisidir...”
Madde 12- “Başvekil, Reisicumhur tarafından ve Meclis azası
meyanından intihab olunur…” gibi altı maddelik değişiklik teklifi
oybirliğiyle kabul edildi.
Böylece devletin, Cumhuriyet’le hem tek dili hem de tek dini
oldu.
1921 Anayasası’nda değişikliğin kabulü sonrasında, Reisicumhur
seçimine geçilmesi teklif edildi. Seçim yapıldı ve oylamaya katılan
158 mebusun oybirliğiyle Ankara Mebusu Gazi Mustafa Kemal,
Cumhuriyet Riyasetine seçildi. Reisicumhur seçimi Meclis
kararı olarak kabul edildi.[4]
29 Ekim 1923’te Ankara Mebusu Gazi Mustafa Kemal
[Atatürk], Cumhuriyet Riyasetine seçildi (Foto: Türk Kurtuluş
Savaşı, cilt: 2, 5. baskı, ATO, s. 381).
1921 Anayasası’nda “Türkiye Reisicumhuru devletin reisidir...”
olarak değiştirilen 11’inci maddede, “Vilâyet mahalli umurda manevi
şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir […] vakıflar, medreseler, eğitim,
sağlık, iktisat, ziraat, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin
tanzim ve idaresi vilâyet şûralarının yetkisindedir” deniyordu.
Anayasada muhtariyeti veya biraz geniş yorumla federasyonu[5]
öngören maddenin değiştirilmesiyle, çok milletli Türkiye’de
demokrasiye açılan kapı kapatıldı.
29 Ekim’de, 1921 Anayasası’nda farklı tanımlamalar yapılsa da
muhtariyeti/federasyonu öngören hüküm, değiştirilmekle ve demokrasi
tasfiye edilmekle kalınmadı, devletin dini Sünni İslam, dili
Türkçe, milleti Türk belirlemesiyle, resmî ideolojinin temel
unsurları anayasal hüküm haline getirildi. İdeolojik
unsurlar 1924 Anayasası’nda da aynen tekrar edildi.
29 Ekim, nasıl tesadüftür bilmem, İttihatçı hükümetin fiilen
Rusya’yla harbe girdiği tarihtir. Amiral Suşon komutasında
Karadeniz’e çıkan Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) 29 Ekim 1914
sabahı Sivastopol, Odesa, Novarosiski ve Kofe deniz üslerini vurdu.
Böylece Rusya ile Osmanlı arasında harp fiilen başladı.[6]
Rusya’yla harbe yani Almanya safında Birinci Paylaşım Savaşı’na
girildiği tarih, dokuz yıl sonra Cumhuriyet’in kurulduğu
gündür.
Sonuç olarak, 1876 Anayasası’nda saltanat, padişah ve halife
yerinde dururken 21 Anayasası’nda demokratik muhtariyet/federasyon
hükmünün kaldırılması ilericilik değildir, hele devrimcilik hiç
değildir!
MONARŞİK YAPI KORUNDU
TBMM Reisi Mustafa Kemal ve Meclis, 1921 Anayasası’nın
demokrasiyi, muhtariyeti/federasyonu ve idaresini içeren
maddelerini (madde 11-12) değil, doğrudan Saray’ın/padişahlığın
yani Saray oligarşisinin/monarşinin ilgasını yapabilirdi, ama
yapmadı. Tercih bu kadar netti. Oysa Meclis, bir yıl öncesinde iki
karar kabul etmişti. Meclis’in 307 ve 308 sayılı iki
kararına[7] göre, Türkiye, biten Osmanlı’nın mirasçısıydı ve
saltanat kaldırılmıştı. Osmanlı adına İstanbul’da tek
kalan halifelikti. Makam olarak Padişahlık da her iki kararda
vurgulandı, mevcut olmadığına hükmedildi. Böylece iki kararla
İstanbul tasfiye edildi ve Ankara, yetkili olarak Lozan’a gitmeyi
kararlaştırdı.[8] Halifelik 3 Mart 1924’te kaldırıldı ve Diyanet
İşleri Başkanlığı da aynı gün kuruldu. TC Sünni İslam’ın resmi
teşkilatı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı, o günden bugüne
faaliyettedir.
Meclis’in 307 ve 308 sayılı iki kararında irade birliği vardı.
30 Ekim 1922 tarihli önergeyi aralarında Mustafa Kemal
[Atatürk] (Ankara), Kâzım Karabekir (Edirne), Hüseyin Rauf [Orbay]
(Sivas), Rıza Nur (Sinop), Ali Fethi [Okyar] (İstanbul), Hamdullah
Subhi (Antalya) ile Diyap Ağa’nın (Dersim) bulunduğu 78
mebus imzaladı. Önerge, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığına, yeni
Türkiye Hükümeti’nin O’nun mirasçısı olduğuna ve Hilafet Makamının
tutsaklıktan kurtulacağına dairdi. Önerge, Hüseyin Avni (Erzurum)
ve 25 arkadaşının değişiklik teklifiyle birleştirildi.[9] Böylece
TBMM’nin iki kararı kabul edildi.
Meclis’in bu havasıyla şu soruyu sormadan geçemeyeceğim: Birinci
dönem mebusları, Meclis’in egemenliğinin paylaşılmayacağı
konusundaki irade birliğiyle, saltanatta olduğu gibi halifeliğin
ilgasını ya da Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumsallaştırmayı da
kolaylıkla yapabilir miydi?
Nitekim 308 sayılı kararda, 1921 Anayasası’nın 1’inci maddesiyle
“hakimiyeti Padişah’tan alıp bizzat millete […] vermiştir” denildi.
Mustafa Kemal’den Kâzım Karabekir’e tüm mebuslar, bu kararla
Padişah’ın karşısındaydı. Kaldırılan saltanat da dikkate
alındığında monarşik yapı tasfiye edilmiş olmaktaydı. Bu, Meclis’in
kararıydı; çok önemli olup devamında kararın gereği yapılmalıydı.
Yürürlükte olan 1876 Anasayası’ndaki ilgili maddeler de
kaldırılmalıydı, yoksa kararın hukuken bir hükmü olamazdı, elbette
fiilen olabilirdi. Bu halde, idare tarzının Cumhuriyet olduğu
düzenlemesi 1921 Anayasası’nın 1’inci maddesine göre kolayca
yapılırdı; ama bu tercih edilmedi.
Hatta kaldırılan saltanatla ilgili 1876 Anayasası’nda dahi
düzenleme yapılmadı. Evet 1 Kasım 1922’de saltanat ilga edilmişti,
ama yürürlükte olan 1876 Anayasası’na (madde 3-5) göre, halifelik
saltanat ailesine aitti, aynı zamanda halife de olan Padişah
devletin başı ve yaptıklarından dolayı sorumlu değildi. Bu anayasa
maddeleri yürürlükteyken, Meclis’in saltanatı ilga kararının hükmü
olabilir miydi? Hayır, Meclis kararı anayasaya aykırı olamazdı. Bu,
29 Ekim 1923’te biliniyordu, ama gereği yapılmadı. Maalesef 29
Ekim’de monarşik yapı hukuken korundu.
Oysa Cumhuriyet’le 1876 Anayasası’nın ilgili maddeleri ilga
edilseydi, hem 1921 Anayasası’nın demokrasi hükmü korunmuş hem de o
güne kadar saltanatla var olan halifelik, devletin başı padişah
olmadan işlevsiz kalacağı için ilgası zorunlu hale gelebilirdi.
Birkaç maddesi değiştirilmeyen 1876 Anayasası ile 1921
Anayasası, altı ay sonra 20 Nisan 1924’te 1924 Anayasası’yla (madde
104; maddenin günümüz Türkçe aktarımı da sorunludur) yürürlükten
kaldırıldı.
Cumhuriyetin ilânıyla 1921 Anayasası’na ilave edilen
“...dini [Sünni] İslâmdır” hükmü, 1924
Anayasası’nda da aynen yer aldı (madde 2) ve buna “Başkent
Ankara”dır eklendi. 1928 Anayasa değişikliğiyle 2’nci maddeden
“Türkiye devletinin dini İslam’dır” çıkarıldı ve madde “Türkiye
devletinin resmi dili, Türkçe’dir; makarrı (başkenti) Ankara
şehridir” olarak düzenlendi. Dokuz yıl sonra 5 Şubat 1937 tarihli
kanunla 2’nci madde, “Türk Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi,
Halkçı, Devletçi, Lâik ve İnkılâpçıdır. Resmi dili Türkçedir.
Makarrı Ankara şehridir” olarak değiştirildi.[10]
29 Ekim 1923’te kabul edilen “devletin dini İslâm”
hükmü, anayasadan 9 Nisan 1928’de kaldırıldı ve laiklik, 5 Şubat
1937’de eklendi. 1937 değişikliğiyle anayasaya giren laiklik,
sonraki bütün anayasalarda yer aldı. Hiç şüphesiz önemli bir adımdı
laiklik. Fakat Cumhuriyet’in ideolojik konumlanmasında ve kurumsal
yapılanmasında Sünni İslam’ın rolü nedeniyle devlet, dinlere eşit
mesafede olmadığı için sorunlu laiklik icra edildi! Tartışması da
bitmedi.
29 Ekim’de neden, 1876 Anayasası’nın monarşinin kurumsal
yapısını koruyan maddeleri değil de 1921 Anayasası’nın demokrasiyi
içeren maddeleri tasfiye edildi?
NOTLAR
[1] Taha Parla, Türkiye’de Anayasalar, 3. baskı,
İletişim Yayınları, İstanbul-2002, s. 17-21.
[2] Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu
(1923-1924), İletişim Yayınları, İstanbul-1998, s. 55-97.
[3] TBMM ZC, devre: II, cilt: 2, 2-21.10.1923, s.
425-861 ve cilt: 3, 24-27.10.1923, s. 1-77.
[4] 29.10.1339 tarih ve 364 sayılı Teşkilât-ı Esasiye Kanununun
Bâzı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun ile TBMM’nin
29.10.1339 tarih ve 30 no’lu kararı, TBMM ZC, devre: II,
cilt: 3, s. 80, 89-99 ve Fihrist-s. 4-5; DÜSTUR, 3.
Tertip, cilt: 5, 2. basılış, Ankara-1948, s. 158-159.
[5] Taha Parla, age, s. 21
[6] Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi Kafkas Cephesi
3’üncü Ordu Harekâtı, cilt: 1, Genelkurmay Basımevi,
Ankara-1993, s. 100.
[7] TBMM’nin 30.10.1922 tarih ve 307 sayılı kararı ile 1.11.1922
tarih ve 308 sayılı kararı, DÜSTUR, 3. Tertip, cilt: 3,
Milliyet Matbaası, İstanbul-1929, s. 149, 152-153.
[8] TBMM ZC, devre: I, cilt: 24, s. 269-292.
[9] TBMM ZC, devre: I, cilt: 24, s. 292-316.
[10] 9 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı kanun ile 5 Şubat 1937
tarihli ve 3115 sayılı kanun, Prof. Dr. Suna Kili-Prof. Dr. A.
Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, İş Bankası Kültür
Yayınları, Ankara-1985, s. 111.