Saltanat kayığına kimler biner?
İmamoğlu mevcut iktidara ve onun temsilcisine “güç gösterme” derdinde. Gazetecileri de bu gösterisine alet ediyor. Asıl soru bu güç gösterisine alet olmak mı gazetecilik refleksiyle hareket etmek mi?
İnsanlar arasında hediye alış verişi önemlidir. Onları birbirine bağlar; birbirlerine karşı hem olumlu hem de olumsuz denebilecek duygular beslemeyi sağlayarak yapar bunu hediye. Sevgi, duygudaşlık, diğerkâmlık, bağlılık, bağımlılık, minnet, borçluluk olumlusundan olumsuzuna ilk akla gelenler arasındadır. Misal çocuğunuzun öğretmenine içten içe ona daha iyi ihtimam göstermesi beklentisiyle küçük hediyeler alabilirsiniz. Bu beklenti bazen iyi ihtimamın ötesine geçip, hak etmediği notu vermeye kadar varabilir o başka. Ayrıca her dolandırıcılık hediye vermekle başlayabilir. Pazarlamacıların taktiği de budur. Size önce bir “piyango-hediye” çıktığını söyler. Misal beş liralık hediyeyi vermek için sizden olmadık şeyler satın almanızı ister üstat bir pazarlamacı. Hediye bu gibi durumlarda oltanın ucuna takılan zokadır. Zokayı yutup yutmamak size kalmıştır ve genellikle iyi dolandırıcı, ya da iyi pazarlamacı zokayı yutmanız için ne gerekiyorsa yapar ve siz bu yapılanın zokaya gelmek olduğunun farkına bile varmazsınız. İşin sırrı da buradadır zaten.
Hediyeyi birbirinden görünürde açıkça bir beklentisi olmayan iki kişi birbirine verirse belki sıkıntı olmayabilir. Elbette illa ki herkesin birbirinden bir beklentisi vardır. İnsan sosyal bir hayvan neticede. Hepimiz birbirimize bir şekilde bağlı ya da bağımlıyız. Bir güler yüz, bir tatlı söz, bir hoş muhabbet, bir onaylanma, pohpohlanma, hakkınızda “ne bonkör adam/kadın yahu bu!” denilmesi. Bunların hepsi de birer beklentidir. Beklentinin azı ya da çoğu vardır ve bunun derecesi sizin toplum içinde işgal ettiğiniz konumla ilgilidir. Siz eğer, bir sözüyle ya da kararıyla insanların kaderinin değişmesine yol açıyorsanız, verdiğiniz bir bilgiyle insanları harekete geçirebiliyor ya da harekete geçmekten alıkoyabiliyorsanız, sizin aldığınız-verdiğiniz hediye bambaşka bir hal alır. İşte o yüzden hediye ile rüşvet arasında incecik bir çizgi vardır. Hediyenin büyüklüğü ya da küçüklüğünden çok hediyeyi alan ve veren arasındaki ilişki ve hiyerarşi önemlidir.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu özel bir uçakla 37 gazeteciyi davet ederek bir Roma gezisi düzenledi. Bu basit bir turistik gezi değildi. Belli bir gündemi, bir maksadı ve olayı vardı. Bir sonraki Avrupa Olimpiyat Oyunlarının İstanbul’da düzenlenmesini öngören bir protokolün imza töreni yapılacaktı Roma’da. Bu kuşkusuz İstanbul için mühim bir olay. Bundan daha az mühim pek çok olaya sırf Cumhurbaşkanı katılıyor diye pek çok seyahat düzenlendi bu ülkede. Maiyetindekiler ile birlikte belli başlı gazetecilerin de katıldığı bu davetlerde Cumhurbaşkanı pek çok mühim konuyu da gündeme getirdi. Yani bu uçak seyahatleri mühim mevzuların kamuoyuna duyurulma vesilesi olarak dahi kullanıldı, kullanılmaya devam ediyor. Ellerinde önceden hazırlanmış sorularla sanki soru-cevap yapılıyormuş gibi bir izlenimle bu seyahatlere katılan gazeteciler propaganda ya da haydi daha hafif tabirle halkla ilişkiler faaliyetinin garnitürü işlevini şevkle üstlendiler, üstlenmeye devam ediyorlar. Üstelik bu rollerini gazetecilik gibi mühim bir mesleğin saygınlığını kullanarak yerine getirdiler, hala da getiriyorlar. Burada konu ne bu gazetecilere sağlanan uçak yolculuğu imkânı, ne de bu seyahatlerin masraflarının devletin kaynaklarıyla karşılanmasıdır. Bu ülkede ne gereksiz harcamalar üstelik de hiçbir sorumlu hesap vermeden fütursuzca yapıldı, son dönemdeki alınan tüm tasarruf önlemlerine rağmen yapılmaya da devam ediliyor. Ne ballı ihaleler, dört beş maaşlar kimlere peşkeş çekildi, çekilmeye devam ediliyor. Bütün bu harcamalar ve ulufelerin yanında üç beş gazetecinin yaptığı bu seyahatlerin devlet kasasından karşılanması devede tüy bile sayılmaz. Ne var ki ülkenin emeklisi, asgari ücretlisi, tarım üreticisi, işçisi, memuru topyekûn açlıkla, yoklukla sınanırken bu harcamalar elbette herkesin gözüne batacaktır. Batmalı da zaten. Ancak mevzu o değil işte.
Gazetecilik, bir süredir en çok itibar kaybeden meslekler arasında. Belki birinci sırayı hukuk insanlarına kaptırmıştır, ancak yine de ön sıralardaki yerini uzun süredir korumaya devam ediyor. Bu itibar kaybının yine belki birincil müsebbibi mesleği icra edenler olmayabilir, ancak yine onlar da en ön sıralardaki yerlerini maharetle koruyorlar. Birincil sebep geniş kitlelerin gazeteciliğin iletmeyi vaat ettiği hakikatle eskisi kadar ilgilenmiyor olmasıdır. Hakikate olan itibarın gerilemesinin en önemli nedeni de, öğrenilen hakikat karşısında geniş kitlelerin nasıl hareket edeceğini bilemez hale gelmiş olmasıdır. Bunun da en önemli nedeni örgütsüz hale gelen kitlelerin başı kesilmiş tavuklar gibi sağa sola savrulması. Kuşkusuz hakikatin itibar kaybetmesinin en önemli bir başka nedeni de, kitlelerin teveccüh gösterdiği siyasi liderlerin eskiden olduğundan çok daha fütursuz bir şekilde hakikati eğip bükmesi ve dahası kolaylıkla yalan söyleyebilmesidir. Üstelik de söylenen yalanlara rağmen itibarlarından hiçbir şey kaybetmemeleri. Bir başka önemli neden de diğer pek çok mesleğe yaptıkları gibi gazetecilik mesleğinin itibarını da bu liderlerin yerle bir etmesidir. Bu, gerek gazeteciler ve gazete patronları azarlanarak, gerek medya kuruluşları taşeronlaştırılarak ve gerekse kullanışlı gazetecilerin halkın karşısına gazeteci sıfatıyla çıkarılarak onlara “tuzluk” muamelesi yapılmasıyla mümkün olmuştur. Bu muameleyi kendine reva gören gazeteciler kuşkusuz hem mesleğin kendini hem de bu mesleği hakkıyla yapmaya çalışan diğer gazetecileri de itibarsızlaştırmaya katkıda bulunmuşlardır. Sanırım bu muameleyi sineye çekenlere, mesleği hakkıyla yapmaya çalışan gazeteciler, “gazeteci” demeyi muhakkak bırakmalılar.
Bir gazete ya da basın kuruluşu yaşamını sürdürmek için ticari faaliyetini önemsemek zorundadır. Kuşkusuz bir gazeteci de nihayetinde her öğün karnı acıkan, her ay kira veren, elektrik-su ve bilumum harcamanın faturasını ödeyen bir fani olarak para kazanmak zorunda. Ne var ki Walter Lippmann’ın yüz yıl önce yazdığı “Kamuoyu” adlı kitabında işaret ettiği gibi “Hakikat gazeteye maddi veya manevi herhangi bir kazanım getirmeyecek olsa dahi, gazetenin bize hakikati servis etmesini bekleriz... Kişi, hakikat pınarlarının kaynamasını bekler ama kendisini riske atacak, zarar ettirecek veya başını belaya sokacak ne hukuki ne de ahlaki hiçbir sözleşmeye girmez. İşine geldiğinde göstermelik bir bedel öder, gelmediğinde ödemeyi bırakır veya işine gelen bir başka gazeteye geçer… Dünyanın tüm haberleri için iyi bir sodalı dondurma fiyatını göstere göstere ödemek zorunda kalmak hak ihlali olarak kabul edilse de kamu bunu, hatta daha fazlasını reklamı yapılan emtiayı satın alırken ödeyecektir. Kamu basın için ödeme yapar, ancak sadece ödeme gizlendiğinde.”(1)
Okuyucular ve basın arasındaki tek taraflı ilişkiyi Lippmann modern çağın bir anomalisi olarak görür. Bu anomali, aslında kamusal bir hizmet olması gereken gazeteciliği garip bir ikilem içine sokar. Haber ve bilgiye açıktan ve hak ettiği ederi ödemeyen okuyucu, dolaylı olarak ilgisini satın alan emtia sahiplerinin gazetenin içeriklerine yaptığı etkiye ses çıkarmaz. Bu etki, kuşkusuz doğrudan değildir. Bu etki, büyük ölçüde haber değeri, haber kaynakları, haberin çerçevesi ve sınırlarının şekillenmesinde karşımıza çıkar. Misal haklarını arayan işçiler, sokağa çıkıp eylem ya da grev yaptığında, bu grev haberleri okuyucuya haber olarak aktarılırken, o haber metninin çerçevesi herhangi bir reklam verenin bir müdahalesi olmasa dahi, sermayedarın lehine olacak şekilde çizilir. Haberin dili kapitalist üretim ilişkileri içindeki işçi ile sermayedar arasında hakça bir mübadele ilişkisi olduğu varsayımı tarafından çarpıtılır. Bu çarpıtma, basit bir dışarıdan müdahale ya da engelleme ile gerçekleşmez. Yani negatif özgürlük anlayışının öngördüğü “özgürlüksüzlük” değildir bu çarpıtmanın müsebbibi, bilakis negatif özgürlük anlayışı, piyasanın özgürce oluşmasının önemine ve kişinin seçme özgürlüğüne neredeyse bir kutsallık atfeder. Ne var ki bu kutsiyet atfedilen piyasa ve seçme özgürlüğü, bireyin seçimini adil bir toplum içinde yapıp yapamadığıyla ilgilenmez. Piyasa koşulları içinde üretilen haber metinlerinin ufkuna pozitif özgürlük anlayışına dair bir algının yerleşmesi mümkün olmaz. Zira negatif özgürlük anlayışının gazeteciliğin bir kamusal hizmet olduğuna dair bakışı eksik hatta hiç yoktur. Hele de ticarete konu edilmiş bir gazete, oluşturulan bütün habercilik normlarına rağmen kamusal çıkarı önceleyen bir bakışla haber yapma ve yayınlama ihtimalinden bir hayli uzaktır.
Son yıllarda özellikle Türkiye’de ana akım ya da endüstriyel medyanın kriziyle açığa çıkan nitelikli gazeteci iş gücü büyük ölçüde “alternatif” ya da dijital platformlara saçıldı. Saçılma tabirini özellikle kullanıyorum. Zira bu sistematik olmayan ve bir nevi dağınık şekilde ortaya çıkan kendiliğinden istihdam süreci medyadaki mevcut kurumsal ve yapısal ilişkileri de epeyce değiştirdi. Bu değişiklik hem olumlu hem de olumsuz yönde zuhur etti, bütün kaotik dönemlerde olduğu gibi. Gelinen bu kaotik ortamda belli ki endüstriyel ve kurumsal anlamda oluşmuş medya yapılanması içindeki yapısal sorunlarla birlikte etik sorunlar da boyut değiştirdi. Ne var ki Lippmann’ın yüz yıl öncesinden yaptığı “hakikat gazeteye maddi veya manevi herhangi bir kazanım getirmeyecek olsa dahi, gazetenin bize hakikati servis etmesini bekleriz...” saptaması hala yakıcı bir şekilde gerçekliğini sürdürüyor. İster patronlu, ister patronsuz, isterse de iktidar yanlısı olmayan çok patronlu ya da çok ortaklı olsun her medya kuruluşu temelde varlığını sürdürmek için bir gelire ihtiyaç duyuyor. Bu gelirin nereden geldiği konusu reklamın keşfedildiği, yani kuruşluk gazetenin (penny press) de yaygınlaştığı zamandan bu yana tartışmalı. Hele de günümüzdeki ücretsiz sosyal medya platformlarının neden ücretsiz olduğu, bu ücretsiz hizmet karşılığında biz kullanıcıların verileriyle ne kazançlar elde ettikleri konusuyla birlikte bu reklam mevzusu daha yakıcı hale geldi. Geçmişte gazeteyi ucuza satın almanın karşılığı gazetenin bazı hakikatleri sulandırmasına razı olmayı beraberinde getiriyordu, günümüzde sosyal medya platformlarını ücretsiz kullanmak, karşımıza hangi reklamların, hangi takipçilerin paylaşımlarının daha çok çıkacağına razı olmayı beraberinde getiriyor. Bazı şeylerin bedelini ödemediğiniz zaman, mutlaka ödeyeceğiniz başka bedellerle karşı karşıya kalmak zorundasınız. Bu durumda eğer bir gazetecinin herhangi bir güç odağının halkla ilişkiler faaliyetinin garnitürü olmasını, ya da yine bir güç odağının sözcüsü gibi görünmesini istemiyorsanız; yani bir gazetecinin herhangi bir güç odağının yapıp ettiklerini olumlu ya da olumsuz bir önyargıyla değil de makul bir mesafeyle haber yapmasını istiyorsanız o gazetecinin yaptığı habere ya da genel olarak gazetecilik faaliyetine Lippmann’ın işaret ettiği gibi “bir dondurmaya” ödeme yaptığınız sıradaki iç huzuruyla ödeme yapabilmelisiniz. Ancak bu durumda, desteklediğiniz gazeteci yine de belli bir güç odağının “kayığına binmeye” heves ederse o zaman hesabını sormaya hakkınız olabilir.
Şimdi gelelim İmamoğlu’na… Her siyasetçi gibi İmamoğlu da icraatlarını topluma duyurmak ister. Ancak günümüzde icraatları duyurmak için 37 gazeteciyi bir uçağa bindirip yanında götürmeye gerek var mıdır? Sanırım böyle bir gereklilik olmadığına herkes kanidir. 2019’da İstanbul ve Ankara başta olmak üzere uzun zamandan sonra CHP’ye geçen belediyelerin başkanlarının yaptıkları ilk iş il genel meclisi toplantılarını canlı şekilde sosyal medyada yayınlamak olmuştu. Bu faaliyet bir süre halktan ilgi görmüş, ancak ilerleyen zamanlarda canlı yayınlar sürdürülmemişti. Demek ki icraatlar gazeteciler olmadan da halka duyurulabiliyor. Dahası geçmişin rutin haberleri diyebileceğimiz siyasetçilerin basın açıklamaları ve bu türde basın toplantıları artık gazetecilik açısından nostaljik bir faaliyet haline geldi. Düğünlere katılan herkesin sosyal medyadan canlı yayın yapabildiği bir çağda yaşıyoruz artık. Gazetecilik, artık siyasetçilerin icraatlarını duyurmasının bir aracı değil de, derinlerde, dehlizlerde, halkın bilmesinin istenmediği bilgilerin açığa çıkarılabilmesi faaliyetidir. “Zaten öyle değil miydi?” diyenleri duyar gibiyim. Evet, zaten öyleydi. Ancak konvansiyonel medya kuruluşlarının rutin haberciliğiyle bu gazeteciliğin gerçek faaliyeti uzun zamandır gölgeleniyordu. Bu gölge gerçek gazeteciliğin üzerinden artık kalktı, bu hakiki misyonun gerekliliği daha fazla açığa çıktı. Gelelim yine İmamoğlu’nun meramına. İmamoğlu böyle bir seyahate hem de Ertuğrul Özkök ve benzeri statükonun önemli gazetecimsilerini de çağırarak meramını açık bir şekilde ortaya koymuyor mu sizce de? İmamoğlu mevcut iktidara ve onun temsilcisine “güç gösterme” derdinde. Alternatifinden sahicisine, statükocusundan muhalifine bütün gazetecileri de bu güç gösterisine alet ediyor. Üstelik bu ilk de değildi. Asıl soru bu güç gösterisine alet olmayı mı yoksa gazetecilik refleksiyle hareket etmeyi mi seçmek? Evet, insanlar birbirine hediye vermeyi sever, İmamoğlu’nun bu seyahati de gazetecilere verdiği bir çeşit hediyedir. Ancak bu hediyeyi kabul edip seyahate katılmayı bir gazetecilik faaliyeti olarak açıklamak sanırım günümüz koşullarında pek de inandırıcı gelmiyor kimseye.
(1) Walter Lippmann (1998), Public Opinion, Second Printing, USA: The Maccmillian Compony, s. 319.